İyi geceler ve sabah okuyacaklar için; günaydın ve iyi günler. Özel bölüm herkesin hoşuna gitmeyecek ama ben ne zaman herkesin hoşuna gidecek şeyler yaptım diye sorar kaçarım. Perşembe günü yeni bölümde görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın. (Mutlaka anlatım bozukluğu vardır, sabah bakacağım.)
Bölüm şarkısı: Mabel Matiz- Alaimisema
"Andım budur: Güzelsin, bence varlığın ışık;
Cehennem gibi kara, gece gibi karanlık."
William Shakespeare, Sone 147"Seko, geliyor musun?"
Serkan, mesai arkadaşı Müge'ye onaylama anlamında kafasını salladı ve deodorantı üzerine boca etti. Güzel kokmayı seviyordu. Güzel görünmeyi, güzel kıyafetleri, güzel mekânları... Serkan'ın güzel şeylere zaafı vardı ve bunu bir problem olarak görmüyordu.
Gri kot gömleğinin kısa kollarını bir sıra daha kıvırdı. Siyah, keten pantolonunu yukarı çekti. Saçlarını taradı ve aynada kendine baktı. İyi görünüyordu. Kendi güzellik standartlarında neredeyse güzeldi. Sadece bu kadar kaybolan bir görüntüsü olmamasını isterdi.
Özge tam tersiydi. Deli Özge, göze ne kadar farklı göründüğünün farkındaydı değildi. Anca söylenip duruyordu. Çillerime bak Serkan... İçinde bin kişi olan bir odaya girsen beni fark eder miydin, Serkan? Keşke senin kadar tatlı olsam, şu ten rengine bak Serkan... Bıcır bıcırdı ve aynı zamanda çok güzeldi. Bunu onun kafasına yerleştirebilmeyi isterdi.
Chef garde manger, namı diğer Soğukçu Müge, görevinin aksine çok sıcaktı. Serkan'ın restoranda tahammül edebildiği sayılı insanlardandı. Küçücük gözleri vardı, Serkan gülünce gördüğünden şüphe ediyordu. Bir metre on santim falandı, minicikti. Şefin azarını çok yiyordu çünkü dikkatsizdi. Müge gibi insanlar mutfak için fazla tez canlıydı. Keskin bıçakların, kızgın yağların, kaynar suların arasında süzüle süzüle yürüyordu. Başına ciddi bir bela açmaması mucize gibiydi.
"Bugün bendensin. Geçen sefer sen ödemiştin."
Serkan, Müge'nin omzunu pat patlayıp önden geçmesini işaret etti. Zaten merak etmesine gerek yoktu. Kimsede Serkan'ın borcu kalmazdı ama Serkan da kimsede parasını bırakmazdı. Üç yüz lira ödemişti, üzerine uyuyacak değildi. Pamuk şekerli kokteyl içme sırası kendisindeydi.
"Sen ilerle," dedi, Müge'ye. "Ben bir telefonda konuşup geliyorum."
Müge önden giden diğer mesai arkadaşlarına katıldı. Serkan biraz kafasını dinlemek istiyordu, tek çaresi bara gidene kadar telefonla konuşuyormuş gibi davranmak olduğu için fazla direnmedi. Kablosuz kulaklığını taktı ve telefonuna birkaç kez yalanda dokundu, küçük ekranı cebine attı.
"Selam." dedikten sonra düştüğü hale güldü.
Normal günlerde Serkan'ın canı çıkıyordu. Biraz sinirli olduğu günlerde ağzına sıçılıyordu. Aşırı öfkeliyse de belası sikiliyordu. Bugün üçüncüsüydü. Zaten öyle olmayan bir cumartesi hatırlamıyordu.
Julia'ya birkaç ay önce gelen şef, Mustafa Sarıkanat, İngiltere'de okumuştu. Amerika'da ve Avrupa'nın birkaç ülkesinde deneyimleri vardı. Mutfaktaki herkesi deyim yerindeyse poşe ediyordu. Şef dünyası küçüktü, kendisine duyulan saygı ise büyük. Herif iyiydi yani, edecek lafı yoktu ama herkesin elinde bıçakla gezdiği bir yer için fazla jöndü.
İçinden o kadar çok söyleniyordu ki bazen yakalanacağından korkuyordu. Bir bakışın, ufak bir mızıldanmanın ona nasıl döneceğini biliyordu. Sarıkanat bela gibiydi. Siyah arka fonda elinde bıçakla poz veren şeflerdendi. Ya da yağını ateşe gösterdiği bir tavayı tutarken çıkan aleve gururla bakanlardan... Yaptığı mesleği aşırı önemseyen psikopatın tekiydi yani, meslekteki diğer erkekler gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Benim Adım Ebruli
General FictionÜzüldüğünde gökkuşağından bir renk çalan kızın hikayesi.