BÖLÜM XIV - RETEXISLER (Part 1)

148 28 0
                                    


"Bunları öğrendik diye büyücüye daha fazla güvenmemiz mi gerekiyor?" diye sormuştu Okan, Kaan konseyde Milla'dan dinlediklerini diğerleriyle paylaştıktan sonra. Konseye katılan Dmerdin, İsmail, Rubin, Doru, Goru, Vargas, Beld ve Serizawa dinlediklerini kendi mantık çerçevelerine oturtmaya çalışırken, Okan her zamanki gibi konunun en alakasız noktasına takılmıştı.

Kaan cevap vermeyi gerekli görmezken, Serizawa Mortedra'nın umarsızlığı hakkında Milla'nın hikâyelerini destekleyen birkaç şey anlatmıştı. Ardından Dmerdin söze girmiş ve Crona'ya bağlılık yemini eden insanlardan bahsetmişti. Kısacası Mortedra'nın umarsız tutumunun dezavantajları olduğu kadar avantajları da vardı. İnsanların Perlanos'a kötü niyetlerle de gelebileceği düşünülürse, hiç kimsenin gelmemesi daha iyiydi.

Espriyle karışık şekilde Crona'nın nerede olduğunu bilip bilmediğini sormuştu Okan, genç milendara. Zoraki bir şekilde olsa da sonuçta onca zaman müttefiklik etmişlerdi. Sorunun cevabını Kaan da merak etmişti fakat Dmerdin ikisini de hayal kırıklığına uğratmıştı çünkü milendarlar savaş zamanları haricinde Milendareth'ten dışarı adım atmamışlardı. Crona bir yana, wargotzların inlerinden hatta bir iki tanesi hariç insan kralların kalelerinden de bihaberlerdi. O; bir iki kalenin yerini de silah teslimatı yaparken öğrenmişlerdi.

Aldığı yanıttan sonra belli etmemeye çalışsa da açıkça bozulmuştu Okan. Dmerdin özür dileyince, Crona'ya dair ellerinde hiçbir bilgi olmamasına takıldığını belirtmişti. Teselli edercesine; Crona'nın da Perlanos'la ilgili bilgiden yoksun olduğunu eklemişti Dmerdin. Kaan sebebini sorunca, Crona'nın gücünün Uğursuz Orman'ın ötesine ulaşamadığını söylemişti.

Sonuç olarak; akılları meşgul eden birçok soru işareti karşılığını bulup uzaklara göç ederken, yerlerine yenileri gelmişti. Bu küçük değişiklikten kimsenin bir şikâyeti yoktu.

'On'ların Kalesi' ile başlayan yan görevler, durağanlaşan hayatlarına bir heyecan kazandırmıştı. Bunlardan birkaçına Doru ve Goru'yu bile götürmüşlerdi. Bazıları tehlikeli olan bu görevlerin bazılarından ise elleri boş fakat yüzlerinde bir tebessümle dönüyorlardı. Hükümleri altındaki bölgeyi tanımalarının yanında değişik türlerle de karşılaşıyorlardı.

Bir keresinde konuşan bir dereye rastlamışlardı. Krallığın güney sınırına yakın keşif görevlerinin birinden elleri boş şekilde dönerken bir mola vermişlerdi dere kenarında. Umduğunu bulamadığı her görevin ardından mızmız çocuklara benzer tepkiler veren Okan yine büyücü hakkında ileri geri konuşmaya başlamıştı. Bir yandan da abartılı bir sinirle, ayağının dibindeki oval taşları tekmeleyerek birkaç metre genişliğindeki derenin karşı kıyısına ulaştırmaya çalışıyordu. Aslında büyücüyle ilgili bir sıkıntısı yoktu. Daha doğrusu düşüncelerle boğuşarak geçirdiği sıradan bir akşam buna karar vermişti fakat bu kararından diğerlerine bahsetmemişti.

Son zamanlarda savaşçı kimliğinin ihtiyaçlarını karşılayamaz olmuştu. Savaşmak, kan dönmek, yok etmek istiyordu fakat bunları yapacak bir düşman bulmakta sıkıntı çekiyordu. Tehlikeli görevler, etkisi kısa süren terapiler gibiyken; ardı boş çıkan görevler, gereksiz öfke nöbetlerine girmesine sebep oluyordu. Öfkesini Crona'ya yöneltmek istese de imkânsız olduğunun farkındaydı. Belki çok uzaklarda olması belki de yüzünü hiç görmemiş olması sebebiyle arkasından sövüp, sayarak da hıncını alamıyordu. Sessiz nasorlara ya da canını emanet edecek kadar güvendiği arkadaşlarına da haykıramayacağından, ekibe son katılanlardan biri olan Milla'yı hedef alıyor, içten içe bir hata yapmasını istiyordu. Öfkesi söndüğünde ise aklından geçenlere kendisi de şaşırıyordu. Başından beri büyücüye soğuk davranması sebebiyle; diğerleri, Okan'ın büyücüye sataşmasına alışmışlardı.

O gün de öyle olmuştu. Askerler dönüş yolculuğu için atları hazırlarken; arkadaşları, Okan'ın taşlara şut çekmesine kayıtsız kalmıştı. Tekmelediği her taşta öfkesi biraz daha yatışan Okan, giderek Milla'yı baş düşman konumundan, yardımcı olmaya çalışan çaresiz büyücü konumuna taşıyordu zihninde. Bir iki taş daha tekmeledikten sonra kendi düşüncelerinden utanacak ve bu utanç sebebiyle Milla'yı gördüğünde bakışlarını başka yöne çevirecekti bir süreliğine. Ancak o gün buna gerek kalmamış hatta kaleye döndüğünde ilgiyle Milla'yı dinlemişti.

"Huzursuzluk çıkarmamalı huzur arayan," gibi bir şey söylendiğini duymuştu Okan. Etrafına bakınıp, kimseyi göremeyince zihnindeki Milla'nın konuştuğunu düşünüp, taşları tekmelemeye devam etmişti. Derken, dereye gönderdiği iki avuç dolusu taş dereden fırlayarak üzerine yağmıştı. Zırhı sayesinde en ufak bir yara almamıştı. Taşların metale çarparak çıkardığı sesi diğerleri de duymuş, Okan'ın yanına koşmuşlardı. Bir süre ne olup bittiğini anlamaya çalıştıktan sonra dereyle tanışmışlardı. Eko yapması dışında sesi, Milla'nın sesine benziyordu. Şimdilik adı Dere'ydi, ileride Nehir olacaktı. Zamandan bahsetmiyordu Dere, birkaç yüz metre sonrasında nehre dönüşüyordu ve oradakiler kendisini 'Nehir' olarak tanıyordu. Daha güneyde Deniz iken, sonrasında tekrar Irmak ve Dere oluyordu.

Mortedra için bile fantastik sayılabilecek bu durum üç arkadaşın da ilgisini çekmişti fakat uzun bir sohbet etme imkânı bulamamışlardı. Dere'nin akıp gitmesi gerekiyordu. Detaylı bir şekilde açıklayacak vakti yoktu fakat emin olmalılardı ki Dere'nin yapacak çok işi vardı. Okan'ın birkaç taş daha atması durumunda Mortedra'nın diğer ucundaki bir kasabanın sular altında kalacağını söyleyerek, doğaya karşı dikkatli olmaları hususunda uyarıda bulunmayı ihmal etmemişti Dere, gitmeden önce.

Kaleye döndüklerinde, Dere ile yaptıkları kısa sohbetten Milla'ya bahsetmiş ve böyle bir şey ile alakalı bilgisi olup olmadığını sormuşlardı. Kara kaplı kalın defterini karıştıran Milla konuştukları şeyin, tanrılar katını koruyan kanatlı muhafızlardan birinin ruhu ya da yeryüzüne sürgün edilen tanrıların benliklerinden ayrılan parçalardan biri olabileceğini söylemişti. Bu iki ihtimalin de bir kesinliği yoktu, insanların yorumları bu şekildeydi. Ortak kanı ise bu serbest enerjilerin; ateş, su, hava, hatta hayvanlar, bitkiler ve insanlar gibi farklı somut kavramlar ile bütünleşerek yeryüzüne adapte olmaya çalıştıklarıydı. Birbiriyle bağlantısı olmayan farklı bölgelerde, farklı insanların ağzından; konuşan hayvanlar, hayvanlara dönüşebilen insanlar, yer değiştirebilen bitkiler, meyvesi eksilmeyen ağaçlarla ilgili birçok hikâye dinlemiş ve defterine kaydetmişti Milla. Ayrıca birkaç kitapta; zalimleri kavuran Mandura (Ateş Tanrısı), zorbaları cezalandıran Kamçura (Yeşil Tanrı), barışın elçisi Kunela (Su Tanrısı) gibi tanrılarla ilgili hikâyeler okumuştu. Bunlar; sonradan türeyen fakat inananları diğerlerine nispeten çok daha fazla olan tanrılardı. Mortedra'nın bilinen ve kimse tarafından inkâr edilmeyen yedi tanrısı vardı normalde fakat bunları yeterli görmeyenler kendi tanrılarını yaratmıştı.

Yedi tanrının kim olduğunu ve nereden çıktığını sormuştu Okan. Arekron, Beldor, Crona, Kledon, Malzador, Nasirith ve Quaron'un bilinen en eski tanrılar olduğunu, Mortedra'nın merkezine yakın bir yerde bulunan Septagram Dağları'nın zirvelerinde bu tanrıların heykelleri olduğunu ve dağların yüzeyinde isimlerinin kazılı olduğunu söylemişti Milla.

"Bir hikâye anlattık, birsürü hikâye dinledik. Hangisi gerçek, hangisi uydurma nereden bileceğiz?" diye sormuştu Okan. Milla da tarihin, hikâyelerden ibaret olduğunu, bir zaman sonra kendilerinin de tarihe dâhil edilen bir hikâye olacağını söylemişti.

Mortedra 2 - Bir Kralın Düşüşü (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin