Altın Ejderha (Part 3)

145 25 0
                                    


Gözden kaybolan ejderhanın ardından bir ışık patlaması daha oldu. Kemik denizi ve altın sarısı kumsal yok olurken Kaan gözlerini kapatmak zorunda kalmıştı. Tekrar gözlerini açtığında ise kendini mağarada buldu. İçeri girdiği kapı yok olmuş ve altın kaplama duvarlar ışıltısını yitirerek sıradan kaya yüzeylere dönmüştü. Mağarayı aydınlatan altın kaplama duvarları değil, keşif grubunun yaktığı meşalelerdi artık. Tüm yorgunluğu da mağaranın ışıltısıyla birlikte yok olmuştu.

"Sen iyi misin?" diye sordu Okan, anlamsızca etrafına bakınan Kaan'a. Başını olumlu şekilde sallayınca, "Ne gördün içeride? Ne oldu?" diye sordu bu sefer.

"Bir ejderha vardı; altın sarısı, belki de altın kaplama, bilemiyorum," dedi Kaan. Saniyeler önce karşıladığı darbelerin etkisiyle titreyen elleri eski diriliğine kavuşmuş, yerinden çıkacak gibi atan kalbi sakinlemişti. Ayrıca kılıcı kınında, kısa hançeri de botundaydı. Bu değişikliğe alışmaya çalışıyordu.

"Ne istiyormuş?" diye sordu İsmail.

Konuşanın gerçekten İsmail olup olmadığını anlamaya çalışırcasına arkadaşını süzdükten sonra yanıt verdi. "Okan'ın bilekliğini istedi ve kalanları. Ben de çöken yeraltı kalesinin yerini söyledim. Hepsi ona aitmiş," dedi Kaan, sağına soluna bakarak. Zihni, bedeni kadar hızlı toparlanamamıştı.

"Koskoca ejderha şu kadarcık bilekliğin peşine mi düşmüş," dedi Okan. Sözde isyan etse de anında çıkarmıştı bileğindekini. Arkadaşının az önce bir ejderha ile görüşmüş olmasına hiç şaşırmamış gibiydi. "Alsın başına çalsın," diyerek bilekliği yere attı sonra.

"Başka bir şey söylemedi mi?" diye sordu İsmail.

"Düşmanlarımı çok ihmal ettiğimi söyledi. Özellikle mi çoğul olarak bahsetti bilmiyorum ama Crona'yı kastetmediğine eminim."

"Bir süredir dost edinmekten başka bir şey yapmıyoruz ki," dedi Okan. "Keşke biraz daha açık konuşsaymış, düşmanımız kim öğrenseydik."

Vücudundaki anlık toparlanmaya yavaşça ayak uydurmaya çalışan zihni, mağarada daha fazla beklemelerine gerek olmadığını fısıldayan Kaan, Okan'ın hayıflanmasını es geçti. "Burada yapacak bir işimiz kalmadı," dedikten sonra çıkışa yöneldi. Girdiği testten, karşılaştığı üç savaşçıdan bahsetmeyi gerekli görmemişti. Sebebini ve sonucunun ne işe yaradığını kendisi de çözememişti. Llorkef'in söylediklerine takılmıştı. Nedense bilmediği bir şeyi öğrenmiş gibi hissetmiyordu. Sanki bir süredir aklını kurcalayan bir ihtimalin gerçekliğini destekleyen bir şeyler duymuş gibiydi. Savaşın kapıda olduğu hissiyatıyla uykusuz geçirdiği birden fazla gece olmuştu. Beklemediği, belki de göz ardı ettiği düşmanlarıyla mücadele etmişti kâbuslarında. Şimdi anlıyordu ki bunlar gelecekteki gerçeğin işaretleriydi ve daha net hissediyordu artık gelmek üzere olan savaşı. Ellerinden geldiğince tüm hazırlıkları zaten yapıyorlardı, kuruntularını arkadaşlarıyla paylaşsa da bilmedikleri başka bir düşmana karşı onları uyarsa da alabilecekleri başka bir önlem, yapabilecekleri ekstra bir çalışma yoktu hâlihazırda. Kendisi hariç herkesi, her şeyi hazır hissediyordu.

Dmerdin'i, bıraktıkları yerde bekler halde buldular. Bir kaya parçası gibi bir adım dahi olduğu noktadan uzaklaşmamıştı fakat tetikte durduğuna şüphe yoktu. Grubu uzaktan gördüğü halde yaklaşmamış, olduğu yerde, yanına gelmelerini beklemişti. En ufak bir terslik hissetmesi durumunda ardına bakmadan dörtnala kaçacak gibiydi. Herkesin yüzüne tek tek bakmış, belki de eksik var mı diye kontrol etmiş, sonrasında hiçbir şey sorma gereği duymadan yeni yerleşkelerine doğru sürmüştü atını.

Bir süreliğine, sessiz milendarı takip ettiler. Birbirlerine sordularsa da ne olmuş olabileceği hakkında mantıklı bir sebep bulamadılar. Daha fazla dayanamadı Kaan, atını tırısa kaldırdı, Dmerdin'in yanına vardı. Bir şey söylemesine fırsat kalmadan konuştu genç milendar.

"Orada ne gördünüz, neyle karşılaştınız, inan bana bilmek istemiyorum."

"Öyleyse anlatmam fakat sen neden bu kadar tedirgin olduğunu söyleyecek misin?" diye sordu Kaan.

"Çok fazla... Çok fazla ölüm vardı orada. Bunu hissettim ve sağ salim dönmeniz için dua ettim."

"Bizi neden uyarmadın öyleyse?"

Dmerdin başını çevirdi ve gülümsedi. Belki de yeterince uzaklaşmış olmalarının etkisiyle eski haline dönüyordu. "Seni tanıdığım kadarıyla; söyleyeceğim hiçbir şeyin kararını değiştirmeyeceğini biliyordum. Sen de beni tanırsın. Gereksiz çabalara girmem."

Yol boyunca başka bir şey konuşmadı ikili. Kaan, Llorkef'le yaptığı konuşmayı ve geçtiği testi düşünüyordu. Uzun zamandır ilk defa, hem de artarda girdiği birebir mücadelelerden galibiyetle ayrılmıştı ve belli etmese de gurur duyuyordu kendisiyle. Belli ki Dmerdin'in de kafasını meşgul eden bazı şeyler vardı. Onların arkasından gelen Okan ise mağarada bırakmak zorunda kaldığı bileklikle ilgili İsmail'e dert yanıyordu. Nasorlar her zamanki gibi sessizlik içerisinde insanoğullarını takip ediyorlardı.

Milendarların yeni meskeni ufukta göründüğünde düşünceler ve sohbetler bir anda yarıda kesilmişti çünkü üç insanoğlu da gördükleri karşısında şok olmuştu. Çok kısa bir sürede şehirleri andıran devasa bir kale inşa etmişti milendarlar. İlgiyle heybetli kaleyi izleyen gözler bir anda Dmerdin'e döndü.

"Lütfen nasıl olduğunu sormayın, bazı sırlarımız gizli kalmalı," dedi Dmerdin.

Aldıkları yanıttan memnun olmayan üç insan yine de soru sormadı. Merakla takip ettiler milendarı.

Tek parça gibi görünen duvarlar, misafirlerin yaklaşmasıyla iki yana doğru; sürgülü kapı misali açılmıştı fakat görünürde hiçbir kızak, zincir ya da çark yoktu. Duvarların yüksekliği şehirler ile yarışır derecedeydi fakat şehirlerdeki gibi taşların üst üste dizilmesiyle örülmemişti. Görünürde hiçbir eklem yeri yoktu ya da belli olmayacak şekilde bir ustalıkla sıvanmıştı. Adeta bir heykeltıraşın mermer bir bloğu oyması gibi biri bir dağı oymuş ve ortaya bu duvarlar çıkmıştı. Kalenin içindeki binalar ise kesinlikle şehirdekilerden yüksekti. Evlerin tümü çift katlıydı ve tıpkı duvarlar gibi aralarında harç yoktu, tahta yoktu; hepsi tek parça taş bloklardan şekillendirilmiş gibiydi. Kapıdan başlayarak tüm evlere tek tek uzandığı belli olan taştan yollar vardı ve geri kalan her yer çimenler, çiçekler ve fidanlarla döşeliydi. Sadece zemin değil, evlerin çatıları da rengârenkti; her biri farklı tonlarda bir bahçeye çevrilmişti. Sevinç çığlıklarıyla ortalıkta koşuşan çocuklar vardı. Çocuklara ayak uyduran ufak, şirin, benzerlerine daha önce rastlamadıkları hayvanlar vardı.

Hayatında böyle bir tezat görmemişti Kaan. Arkadaşlarının da aynı şaşkınlık içerisinde olduğuna emindi. Milendar; 'yaşayan ölü' demekti ve gerçekten de etrafta koşuşturan çocuklardan, misafirleri karşılamaya gelen heyete kadar herkes, bir süre önce mezardan çıkmış gibiydi. Bunun yanında, ortamdaki yaşam enerjisi, canlılık kokusu belki de Mortedra'nın hiçbir köşesinde benzerine rastlanamayacak seviyedeydi.

İlk dinlediğinde Vermadin'e inanmış olan Kaan, gördüklerinden sonra olayın boyutlarını daha iyi anlıyordu. Milendarlar, uğrunda ölecek kadar yaşamayı seviyordu ve tek istedikleri uzun ve mutlu bir hayattı.

Sanki bir adımda farklı bir gezegene geçiş yapmıştı. Henüz birkaç hafta önce Crona'nın esareti altındayken, şimdi nasıl bu kadar mutlu olabiliyorlardı, anlamak gerçekten zordu. Wilford'dan yönetimi ele geçirdikten sonra düzenli aralıklarla birçok köyü gezmiş, hallerinden memnun olan köylüleri görmüştü fakat yeni düzene alışma sürecinin sancılarını da unutmamıştı. Buradaki durum ise çok daha farklıydı. Gözleriyle görmese, dinleyeceği hiçbir hikâye, zihninde böyle bir yer canlandıramazdı. Surların iç kısımlarına boydan boya resimler çizilmişti. Daha önce görmediği türde meyvelerle yüklü dalları olan ağaçlar, rengârenk çiçekler, benzerine rastlamadığı hayvanlar...

Surları süsleyen her bir resim, farklı bir usta elinden çıkmış gibiydi. Okan'ın dürtmesiyle surlardaki bir noktaya baktı ve kendisini gördü. Aslında tam olarak kendisi değildi, sanki varlığından haberdar olmadığı ikiz kardeşinin bir resmi yapılmıştı ve ilk defa kardeşini görüyordu. Yüzüklü halinden daha zayıf çizilmişti bir kere, teni de henüz yaralanmamış bir milendar gibi soluk renklerde boyanmıştı, fakat oldukça neşeli görünüyordu. Üzerinde beyaz bir tunik vardı ve elinde, her bir yaprağı ayrı bir renge boyanmış bir çiçek. Yüz hatları birebir aynı olsa da diğer her bir ayrıntı bu benzerliği arka plana atıyordu.

Mortedra 2 - Bir Kralın Düşüşü (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin