Yeşil üzerine siyah benekli derisi bir kurbağayı andıran yaratık hiçbir endişe duymadan zırhını geride bırakarak birkaç adım attı ve devasa zırhıyla Kaan'ın ortasında bir yerde durdu. Kaan da merakla yaklaştı yaratığa. Bir yandan niyetine dair fikirler üretirken bir yandan da incelemesine devam ediyordu. Saçtan, sakaldan yoksun büyük bir kafası, oyun hamurundan şekil verilmişe benzeyen üç parmaklı elleri, vatoz balıklarını andıran ayakları ve ince bacaklarının taşımakta güçlük çektiği izlenimi uyandıran bir göbeği vardı. Göz kapaklarından yoksun olan iri, yuvarlak gözleri; yüzüne bir şaşkınlık ifadesi vermenin yanında, uykuyla arasının pek de iyi olmadığını belirtiyordu sanki.
"Merhaba DarkKahn," dedi yaratık. Sesi, sıradan bir insan sesi gibiydi ama vurgu ve tonlamadan yoksundu. Fil hortumuna benzeyen birkaç santimlik burnu gülümsüyordu. O şey belki de ağzıydı, belki bir ağzı bile yoktu. Konuşurken dahi sabit duruşunu koruyan ifadesiz yüzü sayesinde bunu ayırt edebilmek güçtü.
"Siz kimsiniz ve ne istiyorsunuz?" diye sordu Kaan, şaşkınlığını atlatmayı başarınca.
"Kim olduğum önemli değil," dedi yaratık. "Ne istediğime gelince; Crona ile bir anlaşmamız var, tabii oyunla yapılmış bir anlaşma ve..."
"Oyunla mı?" diye araya girdi Kaan.
Bu soruyu umursamadan devam etti yaratık: "Adil olması için sana da bir oyun hakkı vermek istiyoruz, eğer oynamak istersen."
"Nasıl bir oyun?" diye sordu Kaan ama sanki soran kendisi değildi. Ne kadar garip, saçma bir konuşmanın içine girdiğine şaşırıyordu çünkü.
"Senin de bildiğin bir oyun oynayacağız," diyen yaratık, oyunun içeriğini açıklamamakta kararlıydı. "Sen kazanırsan; Crona ile olan müttefikliğimize burada son veririz, tabii onun ne yapacağına karışamayız. Sonuçta o bir tanrı." Öyle sıradan bir şekilde bunu söylemişti ki 'sonuçta o bir köylü' der gibiydi. "Biz kazanırsak; savaşsanız da kaçsanız da sizi öldüreceğiz, Anavatan'ı yıkacağız ve Crona'nın aradığı bir şeyi bulacağız," şeklinde detayları açıkladı. Karınca öldürmekten bahseder gibi binlerce hayatı sonlandırmaktan bahsediyordu.
"Peki, Crona size ne vadetti? Savaşmak için ne gibi bir sebebininiz var?"
"Daha önce de söylediğim gibi DarkKahn, bir oyun oynandı ve Crona kazandı. Belki zekâsını hafife aldık belki de biraz hile yaptı, sonuçta o bir tanrı ve bunlar önemsiz detaylar. Şu an için cevabı önem arz eden tek bir soru var: İkinci bir oyun olacak mı?"
Yaratığın ardına baktı Kaan. Crona'nın sabırsızlandığını her halinden anlayabiliyordu. Şövalyeler olmadan da bu savaşı kazanabilirdi fakat işin burada bitmeyeceğini bildiğinden, garip kararlarına saygı duyuyor olmalıydı.
Böyle bir ortamda oyun oynamak her ne kadar saçma gelse de Crona'yı bekletmeyi başaran bu yaratıkları ciddiye alması gerektiğine karar verdi. "Pekâlâ, oynayalım," dedi.
Aldığı yanıttan duyduğu memnuniyeti belli etmemeye özen gösteren yaratık nereden çıktığı belli olmayan; yarısı siyah, yarısı beyaz bir küpü yere bıraktıktan sonra devasa zırhına geri döndü, ağır adımlarla metalik merdivenleri çıkarak küçük koltuğuna kuruldu. Ayakta durmak, ona göre yorucu bir işti.
Bir yaratığa bir de kutuya baktı Kaan. Herhalde benim de yerime dönmem gerekiyor, diye düşündü. Bunu yaptığında, Okan ve İsmail'in sorularıyla karşılaştı çünkü aradaki kısa mesafeye rağmen yaratığın söylediği tek bir şeyi bile duymamışlardı, hatta bir şey söyleyip söylemediğinden de emin değillerdi ancak bunu öğrenmeye vakit bulamayacaklardı...
Oyuncuların yeterince uzaklaşmasını bekleyen küp; sağa, sola, öne, arkaya katlanarak genişlemiş ve sonunda, on altı metre karelik bir satranç tablasına dönüşmüştü. İki taraftaki on altışar karenin yüzeyleri dalgalanır gibi olduktan sonra mezardan çıkan orgolar misali birer birer yüzeye çıkmıştı satranç taşları ve ardından yüzeyler tekrar sabitlenmişti.
Oyun tablasına, taşlarına hayran kalmıştı Kaan. Bir an neredeyse bulunduğu yeri, zamanı unutup; oyun bittikten sonra kutuyu hatıra olarak saklayıp saklayamayacağını soracaktı.
Tablanın dört köşesinde, üstlerinde birer mancınık taşıyan kuleler vardı. Piyonlar, bir metre boyunda piyade askerlerden oluşurken; atlar, mızraklı süvarilerdi. Filler, piyonlardan daha uzun boyluydu ve çift kılıç taşıyorlardı. Vezirler, tabladaki en iri savaşçılardı, silahları da ona uygun büyüklükteydi. Beyaz şah, devasa zırhın içinden çıkan yaratığın bir kopyası iken siyah şah, kara zırhını kuşanmış Kaan'ın minyatürüydü.
Satranç kutusunun ihtişamıyla ilgilendiği kadar oynanışıyla ilgilenmemiş olmalıydı yaratık. Kaan, en son ne zaman satranç oynadığını dahi hatırlamadığı halde çok basit bir galibiyet aldığının farkındaydı. Bir an, anlaşmanın şartlarını yanlış anlamış olabileceğini bile düşünmüştü çünkü maçı kaybeden iddiayı kazanacakmış gibi oynamıştı rakibi.
Oyun sona erdiğindeyse –yani yaratık kaybettiğinde- taşlar, çıktıkları deliklere dönmüş; tabla, kendi kendine toplanarak tekrar bir küp halini almıştı. İlkinde olduğu gibi ağır hareketlerle zırhını terk eden komik görünüşlü yaratık, rakibini tebrik edip oyun küpünü yerden aldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi önce zırhına daha sonra da diğer şövalyelerin yanına geri dönmüştü. Yenildiği için üzgün ya da kızgın olduğu söylenemezdi. Sanki bir adres sormuş, yanıtını almış ve böylece orada beklemesini gerektiren tek sebep de ortadan kalkmıştı.
Gelişmelerden hoşnut olmayan Crona'nın sesi tekrar ortalığı çınlatsa da şövalyeler kararlarından dönmemişti. Sanki birazdan büyük bir savaş olmayacakmış gibi kaldıkları yerden neşeli ezgiler çalmaya devam ederek gözden kaybolurlarken, wargotzlar da hücum düzenine geçmişti.
"Onlara ihtiyacın yok kardeşim," dedi Quaron.
"Biliyorum," dedi Crona. Elbette zamanı gelince bunun hesabını soracaktı onlardan fakat şimdilik gitmelerine izin vermişti. Tırpanını ileri uzattı ve wargotzlar harekete geçti.
"Az önce ne olduğunu anlayan var mı?" diye soruyordu Okan.
"Artık bir önemi yok," dedi Kaan. Wargotzların harekete geçtiğini görmüştü. Şövalye sözünde durmasaydı da fark eden bir şey olmayacaktı aslında. Mağlubiyeti kabullenerek çıkmıştı savaş alanına. Yapması gereken tek şey, yapacağı tek şey; kanının son damlasına kadar savaşmaktı.
Düşmanını yeterince analiz etmiş, stratejisini ona göre hazırlamıştı. Düşmanı hızlıydı ve yakın mesafede oldukça tehlikeliydi. Göğüs göğse çarpışmanın er geç yaşanacağını biliyordu, bunu engelleyemezdi fakat bu süreyi olabildiğince uzatmalı, mücadele bu noktaya gelene kadar düşmanı mümkün olduğunca zayıflatmalıydı. Bu amaç doğrultusunda Ateş Vadisini çivili tellerle, kazıklarla, tahta engellerle döşetmişti. Düşmanın vadiden çıkmasının, savaşın sonunu getireceğini düşünüyordu.
İlk wargotz dalgasının vadiye ayak basmasıyla birlikte, çivili tellerin üzerinden geçen warvitlerin çıkardıkları acı çığlıklar, ateş canavarlarını da alana davet etmişti. Ayinler eşliğinde bir araya getirilen ateş yumurtalarının hayat verdiği bu canavarlar; fil büyüklüğünde boğalara benziyorlardı. Toynakları taştandı, başları ve boynuzları haricinde tüm vücutları yanıyordu. Kuyrukları çivili zincirlerle birbirlerine bağlanmıştı. Toprağı sürerek tuzakları söküyor, boynuzlarıyla engelleri parçalıyorlardı.
Düşman, menzile girdiğianda kuşatma silahları devreye sokuldu. İri taşlar, yağ dolu variller, ateşli oklar adeta yağmur olup wargotzların üzerine yağmaya başladı. Vadi bir anda havai fişek karnavalına dönmüştü. Ateşin hayat verdiği canlar, alevler içerisinde sönüp gidiyor; geriye, taş ve daha fazla ateş kalıyordu. Vadiden canlı çıkmayı başarabilenler ise milendarların ve nasorlardan oluşan okçu birliğinin atışlarıyla karşılaşıyordu. Bir tarafta umut yükselirken diğer tarafta öfke artıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mortedra 2 - Bir Kralın Düşüşü (Tamamlandı)
FantasyMORTEDRA serisinin ikinci kitabıdır.