Bölüm 42 - Malikâne"O beni aldı nazikçe-
Ben Ölüm'e uğrayamadığım için-
Sadece biz vardık, bir de ölümsüzlük
İçerisinde atlı aracın."*
"Üç örümcek, önce kim ölecek?"
Başımı cama yaslamış, kısık bir sesle ve hüzünlü bir nağmeyle tekerlemeyi mırıldanıyordum. Gözyaşlarım cama çarpıp süzülen yağmuru taklit ediyordu. Her şey çok canlıydı, gözümün önünden gitmiyordu. Hal böyleyken bir an olsun kederden sıyrılmam mümkün değildi. Hatırlıyordum, çoğunlukla kendiliğinden ve bazen bilerek hatırlatıyordum kendime. Çünkü hatırlamak zorundaydım. Eğer unutursam, bir an olsa bile, hayır... Unutamam. Ben de unutursam, kimin aklında kalır?
Tekerlemeyi söyleyerek her şeyi gözümde canlandırdım. Böylece kendime eziyet ettim. Söylediklerim beni daha büyük bir ıstıraba sürüklüyordu, fakat tekerlemenin aşinalığında bulduğum ilginç bir teselli vardı. Nostaljik bir özlem, geçmişe hasretim, sevdam, dostlarım... Tekerleme bana eski günleri hatırlatıyordu, mutlu ve beraber olduğumuz ama bir daha asla gelmeyecek günleri. Düşlerimde, etrafımda gölgeleriyle, şen seslerinin yankısı hâlâ kulaklarımda, onlar orada ve biz birlikteyken, harlı bir şölen ateşinin etrafına kümelenmişiz. Ondan yayılan sıcaklık yüreklerimizi ısıtıyor. Oysa hiç yaşamadık bunu, biliyorum. Yine de öyle hissediyorum, ya hatırlamadığım bir geçmişte oldu ya da bir gelecekte. Bir yerlerde, bir zamanlar bir arada ve mutluyduk. Şimdi aramızda uçurumlar var. Şimdi o toprağın altında. Ve kanı hâlâ üzerimde.
Yağmur yağıyordu. Gülmek istedim bir an ama gülemedim. İçimdeki karanlığa çekildi kahkahalarım. Ve hayretten ürperdim. Çünkü hayatımda ilk defa yağmur bana huzur vermedi. Oysa onun da melankolik bir yapısı vardır. Beni ağlatarak iyileştirir. Fakat şimdi ben... Şimdi ben hissetmiyorum. İçimde soğuk bir yangın var. Yaşananların kaydı zihnimde tekrar tekrar oynuyor. Ne olmuştu? Tek bildiğim, çok telaşlandığım. Sonra etrafıma bakmış, çıldırmıştım. Her şey devam ediyordu. İnsanlar kendi canının derdinde oraya buraya koşuyordu, kutlama yapanların sesleri kulaklarıma doluyordu, gökyüzünde dönüp duran kara bulutlar geri çekiliyor ve günışığı onun cansız yüzüne vuruyordu doğrudan. Nasıl, diyordum içimden, nasıl olur? Nasıl olur da gök kubbe başımıza yıkılmaz? Görmediniz mi? Neden umursamıyorsunuz? Peki sen Güneş, sen hangi hakla parlıyorsun? Hiddetlen, yak hepimizi. Yak ne olursun... Şu göğü de başımıza devir! Zaten üstüme yıkılmış dünyanın iskeleti...
Neydi bu heyecan, bu şairane yakarışlarım? Sanki ruhumun yarasına ilaç mı arıyordum? Bu hastalığın tedavisi yoktu. Ben acılarımın müptelasıydım. Kendimi düşüncelerime esir ediyor, onların beni çıkmazlara sürüklemesine izin veriyordum. Ben gönlümü kanarken seviyordum. Bu yüzden yaşadıklarım bana müstahaktı.
Bir keresinde bana dur, demişlerdi, düşünme artık. Ama nasıl yapılır, söylememişlerdi. Merak ediyordum, nasıl düşünmez,
düşünüp de nasıl kahrolmazdım? Varlığında sevdiklerim artık nasıl sevimsiz görünmezdi bana? Ben, o yokken yağdığı için vurgunu olduğum yağmurdan nasıl nefret etmezdim?Ya da oldum olası hoşlanmadığım bu ülkeden... Elime bir çıra alıp sokaklara fırlasaydım, önüme çıkan her şeyi ve herkesi tutuştursaydım, ne iyi olurdu! Ne fayda! Tüm Ocria yansa bile yüreğim serinlemezdi. Yangını yangın söndürmezdi.
Ocria'da olmaktan hiç etmediğim kadar nefret ediyordum, ama yüreğim buradan ayrılmayı kaldıramıyordu. Burada nereye baksam... Her yerde... Onlar her yerdeydiler. Sanki beni takip ediyorlardı. Gittiğim ve gidemediğim her yerde, yaptığım ve yapamadığım her şeyde benimle birliktelerdi. Eğer gidersem, onları gerçekten gömmüş olurdum. Kalırsam da, her gün biraz daha büyürdü yangınım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
A0023
Science FictionOn altı yaşındaki Reena zamanda donduruldu. Yıllar sonra gözlerini yeni bir dünyaya açtı. Ait olduğu medeniyet yok olmuş ve geriye yalnızca bir ülke kalmıştı; Ocria. Reena, geçmişinin sır perdesi aralamaya çalıştıkça kendisini daha büyük bir çıkmazd...