Bölüm 49 - Veda
Karanlıkta geri dönüş yolunu bulmak oldukça zordu, çünkü bana yol gösterecek bir vızkatop yoktu artık. Malikânenin onlarca kapıyla dolu uçsuz bucaksız koridorlarında birkaç defa kayboldum. Doğru yolu bulduğumda hava aydınlanıyordu, bunu koridorun sonundaki pencereden gördüm.
Uykusuzluktan güçsüz düşmüştüm, ayaklarımı sürüyerek odama ilerledim. İçeri girdiğimde her şey yerli yerindeydi. Çalışma masasının üzerindeki erimiş mum, yere saçılmış parşömen kağıtları, hepsi bıraktığım gibiydi. Bu görüntü beni üzdü, çünkü içten içe ben yokken Mateusz'un burada bulunduğuna dair bir işaret bulacağımı umut etmiştim. Ama o gelmemişti.
Montu çıkarıp sandalyenin sırtına astıktan sonra yatağıma uzandım. Nabzımın yavaşladığını fark ediyordum. Yarı kapalı gözlerim yine çalışma masasının etrafındaki parşömen parçalarına takıldı. Arkamda delil bırakarak aptallık ettiğimi biliyordum. Bir an önce nottan kurtulmam gerekiyordu. Örgütteki kimse Flamitra'yla görüştüğümü öğrenmemeliydi. Sonra yaparım, dedim içimden, çok yorgunum. Göz kapaklarıma karşı verdiğim savaşı kaybediyordum.
Ayçiçeği tarlasındayım, gök masmavi ve yer alabildiğine sarı... Yürüyorum. Bir yere yetişmem gerektiğini hissediyorum.
Bir müddet sonra Camden yanımda yürümeye başlıyor.
"Nerelerdeydin?" diye soruyorum gülerek, "Seni uzun zamandır görmüyorum."
"Buradayım." diyor o da, sonra elimi tutuyor. Biz yürüdükçe ayçiçekleri bize yol veriyor. Güneş turuncu ve pasparlak, yolumuzu aydınlatıyor.
Yeniden bir çocuğum sanki. Tasasız ve heyecanlı, Camden'la atılacağımız maceraları düşlüyorum. Artık o benimle ve biz birlikte her şeye cesaret edebiliriz. Biliyorum.
"İyi ki buradasın." diyorum, "İyi ki geldin."
Başımı tekrar çevirdiğimde yanımda Camden'ı değil, Ivan'ı görüyorum. Hasretten gözlerim yaşarıyor, tek kolumla sıkıca sarılıyorum ona.
"Seni çok özledim."
"Ben de seni." diyor, yüzümü daha iyi görebilmek için geri çekiliyor. Bakışları içimi ısıtıyor. Yüzünde hep hatırladığım güleç ifadesi var, yanık izleri değil. Teni taze, yanakları pembe, gözleri ışıl ışıl...
"Neden yanıma gelmiyorsun?" diye soruyor, yumuşak bakışlarına hüznün gölgesi düşüyor. Aramıza uçurumların girdiğini hissediyorum.
"Yanında değil miyim?" diyorum ve sesim yankılanıyor dipsiz karanlıkta. Etrafımı duvarlar sarıyor, o ise hâlâ ayçiçeği tarlasında.
"Beni görmeye gelmedin." diyor. Şimdi karşımda duruyor. Çok incinmiş. Ben cevap veremeden uzaklaşmaya başlıyor.
"Ivan!" diye sesleniyorum ardından, dönüp bakmıyor. Sırtında yeşil montu, ayçiçekleri arasında kayboluyor, güneş onu yutana dek yürüyor. Gözden kaybolduğunda içimdeki huzursuzluk katlanarak artıyor.
Bir an sonra yemyeşil bir tepedeyim. Kollarımı iki yana açarak dönüyorum. Etrafımı beyaz kelebekler sarıyor, rüzgârla dansıma katılıyor.
"Reena..." diyor bir ses, "Seni özledik. Ne zaman geliyorsun?"
"Yakında." diyorum, durup sesin kaynağını bulabilmek için delice etrafıma bakınıyorum, "Buradaki işlerim bittiğinde."
"Mateusz senden önce gelecek." diyor Lucia'nın sesi.
"Benden önce mi?"
Lucia tam karşımda duruyor. Hatırladığım kadar güzel. Yüzü ay gibi, saçları altın bir ışıltıyla parlıyor. Bana sımsıkı sarılıyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
A0023
Science FictionOn altı yaşındaki Reena zamanda donduruldu. Yıllar sonra gözlerini yeni bir dünyaya açtı. Ait olduğu medeniyet yok olmuş ve geriye yalnızca bir ülke kalmıştı; Ocria. Reena, geçmişinin sır perdesi aralamaya çalıştıkça kendisini daha büyük bir çıkmazd...