26 - Sorgulama
Yürüyorduk, en azından bunu biliyordum.
Nereye götürüyorlardı beni?
Kafama geçirdikleri bu şey neyse, hava akışını sağlamıyordu. Nefes alışverişim güçleşmişti ve dönüşümsüz hava yüzünden fenalık geçirecek kadar sıcaklamıştım. Alnımda biriken ter damlalarının kaşlarımın oluşturduğu yolu takip ederek şakaklarımdan süzüldüğünü hissediyor, bir yandan da kolumu koparacak kadar sıkı tutan ellerin yabancılığını yok saymaya uğraşıyordum. Her adımımla hareket eden ve sırtımdan belime, bazen de omuzlarıma inen ve tırmanan silah namlusu yaşadıklarımın gerçekliğini sorgulamaya meydan bırakmıyordu.
Gerçekten yakalanmıştık ve şimdi beni bilmediğim bir yere götürüyorlardı.
Bez parçasının sık dokusundan hiçbir şey göremiyordum, bu yüzden nereye gittiğimizi bilmiyordum. Sadece ışık oyunlarını fark edebilirdim ve fark etmiştim de; yolculuk boyunca yalnızca bir kere karanlıktan aydınlık bir ortama geçmiştik. Bu da beni Mateusz ve Ivan'dan ayırmalarından hemen sonraydı zaten.
Yakalanışımızı hatırlamaya çalıştım; fenerin ışığında afallayışımızı, yere çarpıp seken kurşunu - ya da teknolojik silahlarında her ne kullanıyorlarsa o şeyi- kendimizi savunmamıza fırsat vermeden bedenimize yapışan asker ellerinin boğazımıza batırdıkları, seslerimizi birkaç saniye içinde kesen iğneleri, bileklerimize gömülen manyetik kelepçeleri ve kafamıza geçirdikleri şu bez torbalarını. Sonra bizi ite kaka yürüterek sonu gelmeyen bir yolculuğa çıkarmışlardı işte. Yapabildiğim tek şeyi yapıp seslere kulak kesildiğimde bizim dışımızda beş kadar asker olduğunu anlamıştım. En azından ayak seslerinden bu kadarını çıkarabilmiştim. Gerçi hesaplamalarımın yanlış olması pekâlâ mümkündü.
Mateusz ve Ivan'dan ayrıldığımı da sadece tahmin etmiştim zaten. Mateusz'un ceketinden çıkan gıcırtıya benzeyen sesler ve Ivan'ın pijamasının hışırtıları, askerlerin adımlarından çoğuyla birlikte uzaklaşıp kaybolunca, böyle bir çıkarımda bulunmuştum. Onlara seslenmek istedim ama bunu yapamadım; sanki birileri ses tellerimi sökmüştü. Bu, boğazımı feci derecede üşütmüşüm ve bu yüzden sesimi bütünüyle yitirmişim gibi hissettirdi. Konuşmaya çalışmak, hatta en ufak bir ses çıkarmak bile canımı yakıyordu şimdi. Bu yüzden sustum. Zaten sonra da bez parçasını ışıtan aydınlık yere çıkmıştık.
O zamandan beri de bu aydınlık yol boyunca hiçbir yere sapmadan ilerliyorduk. Beni bir araca bindirmemişlerdi, merdivenlerden çıkmamı istememişlerdi, hava değişimini tenimde hissetmediğim için de dışarı çıktığımızı düşünmüyordum. Sanki hâlâ tesis tünellerinin içinde ilerliyor gibiydik. Gerçi bir süre sonra tüm bunları düşünmeyi bırakmıştım, artık odaklanabildiğim tek şey nefes almak olmuştu. Oksijeni tükenen hava haznemde daha ne kadar dayanacağımı merak ediyordum.
Çok geçmeden yürümeyi kestik. Kolumu tutan asker beni sertçe durdurduğunda tıslamaya benzer bir ses duydum, biri beni sesin kaynağına çekti ve kafamdaki bez parçasını sıyırdı. Terli yüzümün serin havayla karşılaşınca tenim gerildi, ancak bu beni burun deliklerimle derin bir nefes almaktan alıkoymadı.
"İçeri!"
Kürek kemiklerimin arasına aldığım darbe bedenimi öne doğru fırlatırken manyetik kelepçeyle bağlanmış ellerimi ileriye uzatarak düşüşümü hafifletmeyi denedim. Bu yarı nafile bir çabaydı, çünkü ellerimi birbirlerinden ayıramıyordum ve refleks olarak yaptığım bu hareketle gerilen kelepçe bileklerimde yakıcı kesikler bırakmıştı. Yine de yüzümü yere çarpmaktan kurtarmayı becermiştim. Ben düşerken ciğerlerimi dolduran hava orada takla atarak düğümlenmişti. Bir süre öksürerek bu düğümü gidermeyi denedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
A0023
Science FictionOn altı yaşındaki Reena zamanda donduruldu. Yıllar sonra gözlerini yeni bir dünyaya açtı. Ait olduğu medeniyet yok olmuş ve geriye yalnızca bir ülke kalmıştı; Ocria. Reena, geçmişinin sır perdesi aralamaya çalıştıkça kendisini daha büyük bir çıkmazd...