8.1

16 2 0
                                    

Çok geçmeden çay tepsisi içeri getirildi. O parlak çay ibriğiyle porselen fincanlar, tabaklar, şöminenin önündeki küçük, yuvarlak masanın üzerinde ne de güzel duruyordu! Çayla kızarmış ekmeğin kokusu nasıl da ağız sulandırıyordu! Ama, ne yazık ki (karnım acıkmaya başlamıştı) tabağın üzerinde çok az ekmek vardı. Bunu Miss Temple da anlamıştı.
“Biraz daha ekmekle tereyağı getiremez misin, Barbara?” dedi. “Üç kişiye yetmez bu.”
Barbara gitti, az sonra gene geldi.
“Efendim, Mrs. Harden diyor ki,gerektiği kadar göndermiş.”
Şunu belirtmem gerek ki kâhya Mrs. Harden tam Mr. Brocklehurst’ün gönlüne göre bir kadındı: Yarı demirden, yarı korse kemiğinden yapılmış! Miss Temple, “Zararı yok, Barbara, ne yapalım, biz de bununla idare ederiz artık,” dedi.
Barbara dışarı çıkınca da gülümseyerek, “İyi bir rastlantı olarak bugün elimde şu durumu kapatacak olanaklar var,” dedi.
Helen’le beni masaya oturtup önümüze birer bardak çayla ince ama, nefis birer parça kızarmış ekmek koydu. Sonra kalktı, kilitli duran bir çekmeceyi açtı, içinden kâğıda sarılı bir paket çıkardı. Biraz sonra gözlerimizin önünde oldukça büyük bir susamlı çörek duruyordu.
“Size gece için bundan birer parça verecektim ama, mademki ekmeğimiz yetmeyecek,
biz de şimdi yeriz,” dedi. Sonra çöreği cömertçe dilmeye başladı.
O akşam cennet taamı yedik, cennet nektarı içtik sanki! Cömertçe sunulan nefis yiyeceklerle açlığımızı giderirken ev sahibimizin yüzünde beliren tatlı gülümseyiş şölenimizin belki en tatlı yönüydü. Çay faslı bitip tepsi kalktıktan sonra gene şöminenin
başına oturduk. Miss Temple, Helen’le benim aramdaydı. Helen’le konuşmaya başladı.
Onların konuşmasını dinleyebilmek gerçek bir onurdu.
Miss Temple’ın davranışları hep öylesine dingin, hareketleri öylesine ağırbaşlı, konuşması öyle yalın ve inceydi ki onun yanında insanın heyecandan kendini unutması,
coşması olanaksızdı. Onu seyredip dinleyenlerin duyduğu hayranlık her zaman çekingenlikle yoğrulur, gemlenirdi. Şu sırada benim de ona karşı olan tutumum böyleydi. Ne var ki, Helen Burns’ün karşısında afallayıp kalmıştım.
Cana can katan çayla çörek, şöminedeki parlak ateş, çok sevilen müdirenin varlığı Helen’in ruhundaki bütün cevherleri uyandırmıştı sanki. Şu akşama kadar hep kansız, soluk
gördüğüm yanakları al al yanıyor, gözleri dalgın bir ışıkla parlıyordu. Ruhunun cevheri dışarı vurdukça Helen’in gözleri MissTemple’ınkinden bile daha güzel olup çıkıyor gibiydi. Ne gözlerinin renginde, ne kirpiklerinin uzunluğunda, ne kaşının çizgisindeydi bu güzellik...
Salt anlam, bakış, ifade güzelliğiydi.
Sonra, Helen’in ruhu dudaklarından da dışarı taşar gibiydi şimdi. Öyle bir dil dökülüyordu ki bu dudaklardan, kaynağı neresidir, bilemiyordum. Böyle saf, böyle coşkun, böyle parlak bir pınarı içine sığdırmaya on dört yaşında bir kızın yüreği yeter miydi acaba? Benim için unutulmayacak olan o gecede, Helen’in konuşmasını dinledikçe içime doğdu ki bu kız, başkalarının uzun bir ömür boyunca yaşadıkları hayatı kısacık bir süreye sığdırmaya çalışmaktadır.
Miss Temple ile Helen hiç duymamış olduğum şeylerden konuşuyorlardı: Tarih olmuş çağlar, uluslar, uzak ülkeler, doğanın keşfedilmiş ya da edilmemiş gizleri. Kitaplar üzerine de konuşuyorlardı. Ne de çok kitap okumuşlardı! Kafalarının içinde ne büyük bilgi hazineleri vardı! Sonra, birçok Fransız ismi, yazarı da yakından tanıyorlardı! Hele iş Latinceye gelince duyduğum şaşkınlık, hayranlık doruğuna ulaştı. Miss Temple, Helen’e, “Ara sıra biraz zaman ayırıp da babandan öğrendiğin Latinceye çalışıyor musun?” diye sordu ve raftan bir kitap indirerek Helen’e Vergilius’tan bir sayfa okuyup İngilizceye çevirmesini söyledi. Helen de
onun dediğini yaptı. Arkadaşımın okuduğu her ahenkli cümle üzerine gözlerim biraz daha fal taşı gibi açılıyordu! Helen sayfayı daha yeni bitirmişti ki yatma saatini bildiren çıngırak çaldı. Gecikmek olmazdı. Miss Temple ikimizi de kucaklayıp bağrına bastı.
“Tanrı’ya emanet olun, çocuklarım!”
Helen’i biraz daha fazla bastı bağrına; biraz daha isteksizlikle bıraktı. Bakışları kapıya kadar Helen’i izledi; Helen için bir kez daha göğüs geçirdi. Gözlerinden bir damla yaş aktıysa bu da Helen içindi. Yatakhaneye ulaşınca Miss Scatcherd’in sesini duyduk. Çekmeceleri gözden geçiriyordu.
Helen’i sert bir azarla karşıladı, onun güzel katlamamış olduğu eşyalardan üç-beş tanesini ertesi gün omzuna iğneleyeceğini söyledi. Helen buna alçak sesle, “Eşyalarım gerçekten de çok dağınık,” dedi. “Niyetim düzeltmekti ama, unuttum.”
Ertesi sabah Miss Scatcherd bir karton parçasının üzerine iri harflerle “Pasaklı” diye yazdı. Helen’in o iyilikle, zekâyla ışıldayan geniş alnına muska gibi sardı. Helen de bunu haklı, yerinde bir ceza sayarak akşama kadar sabırla hiç kızmadan taşıdı. Akşamüzeri Miss
Scatcherd yatakhaneden çıkar çıkmaz Helen’in yanına koştum; alnındaki kâğıdı çekip kopararak ateşe attım. Helen’in duymadığı hınç, öfke bütün gün benim içimde yanıp tutuşmuş, kocaman, sıcak sıcak gözyaşları bütün gün yanaklarımı dağlamıştı; çünkü onun böyle yazgısına boyun eğişi benim içimi dayanılmaz bir acıyla dolduruyordu. Yukarıda anlattığım olaylardan bir hafta kadar sonra Miss Temple, Mr. Lloyd’a yazmış olduğu mektubuna karşılık aldı. Eczacının yazdıkları da benim anlattıklarımı tutuyormuş!
Miss Temple bütün okulu bir araya toplayarak Jane Eyre için ortaya atılan söylentileri incelettiğini, bunların tümüyle asılsız olduğunu bildirmekle mutluluk duyduğunu söyledi. O zaman öğretmenler elimi sıkıp beni öptüler, öğrenci arkadaşlarımın sıraları arasında da bir hoşnutluk mırıltısı dolaştı.
Böylece, bu ağır yükten kurtulmuş olarak yeni bir coşkuyla, her güçlüğü yenmek kararıyla çalışmalarıma sarıldım. Çok çalışıyor, çalıştığım ölçüde de başarı kazanıyordum.
Belleğim yaradılıştan güçlü olmamakla birlikte, işlendikçe gelişti; çalışmak zekâmı da keskinleştirdi. Birkaç hafta sonra bir üst sınıfa geçmiş, iki aya varmadan da resim, Fransızca derslerime başlamış bulunuyordum. İlk resmimi çizmemle (bu bir köy eviydi, duvarları da,
eğrilik bakımından Pisa Kulesi’yle yarışır gibiydi), Fransızca etre 6
fiilinin ilk iki çekimini öğrenmem aynı güne rastlar.
O gece yatağa girince, her zamanki eğlencemi, yani kafamda sıcak sıcak fırında patatesten, beyaz ekmekle taze sütten oluşmuş bir Barmecide şöleni 7 canlandırmayı
unuttum. Bunun yerine, kafamda, bundan sonra çizeceğim resimleri canlandırarak eğlenmeye başladım. Karanlıkta bunları gözlerimle görür gibiydim. Hepsi elimin emeği olan,
rahatlıkla çizilmiş evler, ağaçlar, resim gibi kayalar, yıkıntılar, tarlada Cuyp’unkiler gibi 8 inekler, henüz açmamış gül goncalarının üzerinde titreşen nazlı kelebekler, kırmızı kirazları gagalayan kuşlar, taze sarmaşık dalları arasında kuş yuvaları, yuvaların içlerindeki inci gibi yumurtalar. Sonra, kendi kendime, o gün Madam Pierrot’nun göndermiş olduğu küçük Fransızca bir öykü kitabını, acaba bir gün gelip İngilizceye çevirebilecek miyim, diye de düşünüyordum. Daha bu sorunun karşılığını veremeden uykuya daldım.
Süleyman Peygamber ne güzel demiş Sevgi dolu bir otamdaki sebze yemeği Nefret dolu bir ortamdaki besili danadan yeğdir.Şimdi artık bütün yoksunluklarına karşın Lowood Okulu’nu Gateshead Konağı’nın
lüksüne, görkemine, dünyada değişmezdim.

6.Olmak.(Ç.N.)
7.Binbir Gece Masalları’nda Barmecide ailesinden bir prens,bir dilenciye z iyafet çeker ama dilencinin önüne koyduğu bütün tabaklar boştur.
(Y.N.)
8.Albert Cuyp (1620-1691).Manz ara resimlerinde ineklere sık sık yer veren Hollandalı ressam.(Y.N.)
9.Kutsal Kitap,Eski Ahit,Süleyman’n Özdeyişleri,15:17.(Y.N.)

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin