5.2

22 3 0
                                    

Lowood Okulu’nun müdürü (evet, Miss Temple okulun müdürüydü), masalardan birinin üzerine konan iki kürenin başına geçerek, en üst sınıfı çevresine topladı, coğrafya dersi vermeye başladı. Öteki sınıflar da öğretmenlerinin çevresine toplandılar. Tarih, dilbilgisi falan bir saat kadar sürdü. Bundan sonra, yazı dersi, aritmetik dersi başladı. Miss
Temple’la büyük kızlardan birkaçı da müzik dersi verdiler. Her dersin süresi saatle belirtilmişti. En sonunda saat on ikiyi çaldı. Müdire ayağa kalktı.
“Öğrencilere bir söyleyeceğim var,” dedi. Ders sonu curcunası kopmaya başlamışken onun sesiyle duruldu. “Bu sabah size öyle bir kahvaltı verilmiş ki yiyememişsiniz,” diyordu.
“Karnınız aç olsa gerek. Hepinize peynir, ekmek dağıtılması için emir verdim.”
Öğretmenler ona şaşkınlıkla bakar gibiydiler. Miss Temple onlara açıklama yapar gibi bir sesle, “Sorumluluğu kendi üzerime alıyorum,” dedi, çıktı gitti.
Biraz sonra peynir, ekmekler getirilerek dağıtıldı, bütün okulun karnı doydu, yüzü güldü.
Bu kez de, “Bahçeye!” diye buyruk verilince kızlar başlarına basma bağcıklı kaba saba birer hasır şapka giydiler, omuzlarına birer gri pelerin aldılar. Ben de öyle giyindim, onlarla
birlikte açık havaya çıktım.
Bahçe dedikleri yer geniş bir avluydu. Her türlü manzarayı kapatan son derece yüksek duvarlarla çevriliydi. Bir yanında bir sundurma uzanıyordu; avlunun ortasında da
birbirinden geniş yollarla ayrılmış küçük küçük bölmeler vardı. Bunlar, çiçek, bitki falan yetiştirmeleri için öğrencilere verilmişti, her öğrencinin bir bölmesi vardı. Çiçeklerle
doluşunca güzelleşecekleri belliydi ama, şimdi, ocak ayının son yarısında, her şey soğuktan
kavrulmuş, yağışlardan çürümüş, boz bir yıkıntı halindeydi. Orada durmuş, dört bir yanıma bakınırken ürperiyordum. Açık havaya çıkılacak gibi bir gün değildi. İyice yağışlı değilse de sapsarı, sis gibi inen, bir ahmakıslatan, havayı karartmıştı,
yerler de hâlâ bir gün önceki sağanakların çamuruyla vıcık vıcıktı.
Kızların gürbüz olanları koşuşarak hareketli oyunlar oynuyorlardı; soluk benizli, zayıf olanları ise yağıştan, soğuktan korunmak için sundurmaya sığınmışlardı. Sis o titreyen
vücutlarına işledikçe birçoğu da kof kof öksürüyordu. O zamana kadar hiç kimseyle konuşmamıştım. Benimle ilgilenen de yoktu. Yapayalnız
duruyordum bahçede. Ama, bu yalnızlığa alışıktım, pek ağırıma gitmiyordu. Sundurmanın
direklerinden birine dayanıp gri pelerinime iyice sarındım; beni dışarıdan ısıran soğukla içeriden kemiren açlığı unutmaya çalışarak, kendimi çevreyi seyretmeye, bir yandan da düşünmeye verdim. Düşüncelerim çok belirsiz, bölük pörçük olduğu için yazmaya değmez.
Nerede olduğumun bile pek farkında değildim henüz.
Gateshead de, geçmişteki yaşantım da ölçülemez uzaklıkların ardında kalmış gibiydi. Bugünüm belirsiz, yabancıydı, geleceğim üzerine de hiçbir bildiğim yoktu. Manastır
avlusuna benzeyen bahçeye, sonra da okul yapısına baktım. Bu, yarısı gri ve eski, yarısı da epey yeni olan kocaman bir yapıydı. Yatakhaneyle dersliği kapsayan yeni bölümde kilisemsi bir hava yaratan kafesli, oymalı pencereler vardı. Kapının üzerindeki taş bir levhada şöyle
yazıyordu: Lowood Kurumu – Bu bölüm MS ... yılında, bu ilde oturan Brocklehurst Konağı’ndan Naomi Hurst tarafından onarıldı.
Sizin ışığınız, insanların önünde öyle parlasın ki, iyi işlerinizi görerek göklerdeki Baba’nızı yüceltsinler.
(Kutsal Kitap, Yeni Ahit, Matta, 5:16)
Bu sözcükleri kaç kez üst üste okudum. Bir şeyler anlatmaları gerektiğini seziyordum ama, anlamlarını iyice kavrayamıyordum. “Kurum” sözcüğünün ne anlama geldiğini çıkarmaya, ilk cümleyle, sonraki sure arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyordum ki arkamda
bir öksürük sesi duyarak başımı çevirdim. Yakınımdaki taş sıralardan birinde bir kızın oturduğunu gördüm. Başını eğmiş, okuduğu kitaba kendini iyice vermiş gibiydi. Durduğum yerden kitabın adını görebiliyordum: Habeşistan Prensi Rasselas’ın Hikâyesi. 5 Bu adı
yadırgadım, bu yüzden de hoşuma gitti. Kız bir sayfayı çevirirken başını kaldırınca ben hemen, “Kitabın sürükleyici mi bari?” diye sordum. “Sen bitirince ben de okuyabilir miyim?” diye sormaya da niyetlenmiştim.
Kız, birkaç saniye duralayıp beni süzdükten sonra, “Ben beğendim,” dedi
“Ne üstüne?” diye sordum.
Böyle, bir yabancıyla konuşmayı nasıl göze alabildiğimi pek anlayamıyorum; yaradılışıma, huylarıma aykırı bir şeydi bu. Ama, onun yaptığı işi kendime yakın bulmuştum galiba; çünkü ben de okumayı pek severdim. Yalnız, benim alışık olduğum kitaplar daha hafif, çocuksu şeylerdi. Ağır yapıtları daha ne anlayabiliyordum, ne de tadına varıyordum. Kız kitabı bana uzatarak, “İstersen bakabilirsin,” dedi. Baktım. Şöyle bir karıştırınca bu kitabın hiç de adı kadar çekici olmadığına karar verdim. Benim çocuksu beğenime göre sıkıcıydı biraz. Periler, inler cinlerle ilgili bir şey yoktu içinde. Sık yazılarla kaplı olan sayfaları da göz alıcı resimlerden yoksundu. Kitabı geri verdim. Kız hiç sesini çıkarmadan aldı. Gene deminki gibi dalıp gitmeye niyetliydi besbelli.
Yeniden cesaretimi toplayarak, “Şu kapının üstündeki taş levhada yazılanların anlamı nedir, bana söyleyebilir misin?” diye sordum. “Lowood Kurumu nedir?”
“İçinde bulunduğun yer.”
“Neden ‘Kurum’ diyorlar, öyleyse? Öteki okullardan bir başkalığı var mı?”
“Bir bakıma bir hayır yuvasıdır burası. Sen, ben, hepimiz bağışla geçinen çocuklarız. Sen de kimsesiz olsan gerek. Ya baban ya da anan ölmüş besbelli, öyle değil mi?”
“İkisi de ben çok küçükken ölmüşler.”
“İşte böyle... Buradaki kızların hepsi anne babalarından ya birini ya da ikisini birden yitirmişler. Burası da, kimsesiz çocukların okuduğu bir yuva.”
“Hiç para vermiyor muyuz? Parasız mı bakıyorlar bize?”
“Velilerimiz her birimiz için yılda on beş altın öderler.”
“Öyleyse, neden bağışla geçiniyormuşuz?”
“Hem bakım, hem de okuma giderlerimiz için on beş altın yetmez de ondan. Geri kalanı bağış olarak toplanıyor.”
“Kimlerden?” “Bu dolaylardaki, Londra’daki birtakım iyiliksever hanımlarla beylerden.”
“Naomi Brocklehurst kimmiş?”
“Levhada yazıyor ya. Binanın bu yeni bölümünü yaptıran hanım. Oğlu da okulu yönetiyor.”
“Neden?”
“Okulun mutemedi, idare müdürü de ondan.”
“Yani bu bina o uzun boylu hanımın... Hani kolunda saati vardı, bize peynir ekmek verilmesini söyledi, onun değil mi?”
“Miss Temple mı? Yok canım! Keşke onun olsaydı! O her yaptığı iş için Mr.
Brocklehurst’e hesap vermek zorunda. Bütün yiyeceklerimizi, giyeceklerimizi Mr. Brocklehurst alır.”
“Burada mı oturuyor o da?”
“Yok, üç kilometre kadar ötede... Geniş bir köşkleri var.”
“İyi bir adam mı bari?”
“Kendisi papazmış, iyilik işlerini pek severmiş.”
“O uzun boylu hanım... Miss Temple mı dedin?”
“Evet.”
“Ya öteki öğretmenlerin adları ne?”
“Kırmızı yanaklısı, Miss Smith. Ev işi, biçki dikiş derslerine bakar. Biz bütün giydiklerimizi kendimiz dikeriz... Elbise, pelerin, her şey. O kara saçlı, ufak tefek olanı, Miss
Scatcherd. Tarih ile dilbilgisi öğretir, ikinci sınıfın ezberlerini dinler. Omzuna şal saran, beline sarı bir kurdeleyle mendil bağlayan da Madam Pierrot’tur. Fransa’nın Lisle kentinden gelme, Fransızca öğretmeni.”
“Sever misin öğretmenlerini?”
“Eh işte... Kötü sayılmazlar.”
“O ufarak esmer olanıyla o Madame... Şeyi seviyor musun? Adını söyleyemiyorum senin gibi.”
“Miss Scatcherd çabuk öfkelenir... Kızdırmamaya bak. Madam Pierrot da kötü insan değildir.”
“Ama, Miss Temple hepsinden iyi... Değil mi?”
“Çok iyidir... Çok da akıllı. Hepsinden üstündür o; çünkü onlardan çok daha bilgilidir.”
“Çoktandır burada mısın sen?”
“İki yıldır.”
“Kimsesiz misin sen de?”
“Anam yok.”
“Seviyor musun okulu?”
“Sen biraz fazla soru soruyorsun. Artık yetti. Şimdi kitabımı okumak istiyorum.”
Tam o sırada öğle yemeği çıngırağı çaldı. Herkes içeri girdi. Yemekhaneyi dolduran koku kahvaltı sırasında gönlümüzü bulandıran kokudan daha iştah açıcı değildi. Yemek iki tane
kocaman, kalaylı kazanın içindeydi. Bu kazanlardan dışarıya yanık et yağı kokan, koyu buharlar fışkırıyordu. Yemeğin, bir arada pişirilmiş lezzetsiz patateslerle ne idüğü belirsiz,
pas renkli et parçalarından ibaret olduğunu gördüm. Bu nesneden her kıza oldukça bol sayılabilecek bir öğün verildi. Yiyebildiğim kadarını yedim. İçimden de, “Acaba bütün
yemekler böyle mi çıkacak?” diye geçiriyordum. Yemekten sonra hemen ders odasına geçtik.
Ders saat beşe kadar sürdü. Öğleden sonra dikkate değer bir tek şey oldu: Sundurmada konuşmuş olduğum kızı Miss Scatcherd tarih dersinden kovdu, ceza olarak da odanın orta yerinde ayakta tuttu. Bu ceza çok yüz kızartıcı gibi geldi bana. Hele böyle büyük bir kız için! Çünkü, on üç-on dört yaşlarında gösteriyordu zavallı. Üzüntüden, utançtan, kahroluyor sandım. Ama, şaşılacak şey, ne ağladı, ne de yüzü kızardı. Ciddi gene de sakin, gitti odanın en ortasında durdu; bütün gözler de onun üzerinde. Kendi kendime, “Nasıl oluyor da bu kadar sakin, bu kadar dirençli dayanabiliyor bu duruma?” diyordum. “Onun yerinde ben olsaydım, yer yarılsa da içine geçsem, derdim yüzde yüz. Ama, onun, cezasından çok daha başka bir şey düşünüyor gibi bir duruşu var; burada olmayan, gözle görülmeyen bir şey. Hani, gözü açık düş görmek derler ya... Şimdi o da böyle gözü açık düş mü görüyor yoksa? Gözlerini yere dikmiş ama, baktığı yeri görmediğine
kalıbımı basarım. Gözleri kendi içine, kendi yüreğine çevrilmiş sanki... Şimdiki durumunu değil de geçmişten anımsadıklarını düşünüyor gibi. Nasıl bir kız acaba bu? Uslu mu, yoksa yaramaz mı?”
Saat beşi biraz geçe bir yemek daha verdiler bize. Küçük bir tas kahveyle yarım dilim de çavdar ekmeği. Ekmeği, kahveyi iştahla gövdeye indirdim ama, bir o kadar daha olsa gene yiyip içebilirdim... Karnım hâlâ açtı çünkü. Yarım saat oyundan sonra gene ders başladı.
Sonra gene birer bardak suyla birer yulaf çöreği verdiler. Dualarımızı ettik, yattık. Lowood’daki ilk günüm işte böyle geçti.

5.1709-1784 yılları arasında yaşayan ve XVIII. yüz yılın ikinci yarısında İngiliz edebiyatının en önemli yaz arlarından olan Samuel Johnson’ın
uzun öyküsü.(1759).(Y.N)

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin