30.1

8 2 0
                                    

Gene sustuğunu görünce, “Evet?” dedim. “Susmayın lütfen.”
Genç papaz önce beni şöyle bir süzdü; daha doğrusu, başka işi yokmuş da yüzümü okumak istiyormuş gibiydi... Yüzümün çizgileri bir kitabın satırlarıydı sanki. Bu incelemeden edindiği sonuçlan ortaya döktü:
“Size önereceğim görevi üzerinize alıp bir süre yapacağınıza inanıyorum. Yalnız sürekli
olarak çalışamayacaksınız... Nasıl ki ben köy papazlığının bu dar, sıkıcı, durgun, gizli çemberi içinde sürekli olarak kalamam. Benim yaradılışımda olduğu gibi sizin yaradılışınızda da bir huzursuzluk tortusu var... Benimkine benzemiyor ama gene de var.”
Gene duralamıştı. Ben, “Anlatın lütfen,” diye ısrar ettim.
“Anlatayım. Zaten önereceğim işin de nasıl kendi halinde bir iş olduğunu göreceksiniz... Ufacık, sıkıcı bir iş. Babam öldü, artık kendi başıma buyruk olduğum için, Morton’da pek kalmayacağım ben... Çok çok bir yıl daha. Ne var ki, kaldığım sürece bu köyün kalkınması için elimden geleni yapacağım. İki yıl önce, ben ilk geldiğimde Morton’da ne okul vardı, ne bir şey. Fakir fukara çocuğunun elinde okuyup yükselmek için bir tek umut yoktu. Erkek çocuklar için okul kurdum, şimdi de kızlar için okul kurmak niyetindeyim. Bunun için bir bina kiraladım. Yanında da öğretmenin oturacağı iki odalı bir köy evi var. Öğretmen yılda otuz sterlin maaş alacak. Evi hazır döşeli, pek basit ama eksiği de yok. Bir hanımın iyiliğine borçluyuz bunu. Cemaatimin tek zengini olan vadideki iğne dökümhanesinin sahibi Mr. Oliver’ın kızı. Öksüz Yurdu’ndaki bir kızın bakımını, eğitimini de üzerine almış bulunuyor; yalnız, buna karşılık bir şart koşmuş: Kız da öğretmen hanımın ev işlerine yardım edecek. Bu öğretmenliği siz üzerinize alır mısınız?”
St. John bunu çabuk çabuk sormuştu. Öfkeli ya da en azından, küçümser bir karşılık vermemi bekler gibiydi. Düşüncelerimle duygularımın bir kısmını kestirebilmişti, ama hepsini sezmesinin yolu yoktu; onun için, bu öneriyi nasıl karşılayacağımı bilemezdi. Gerçekten de kendi halinde bir işti bana sunduğu; ama gözlerden uzak, güvenlikli bir işti. Benim de güvenli bir barınağa, bir sığınağa ihtiyacım vardı. Evet, yorucu, belki de sıkıcı, ağır bir işti, ama bir zengin evinde mürebbiye olmakla ölçülünce hiç olmazsa bağımsızdı. O sırada el eline bakmak korkusu da yüreğimi kızgın demir gibi dağlar olmuştu. Hiç de onursuz, küçümsenecek, insanı alçaltabilecek bir iş değildi bu. Kararımı verdim.
“Mr. Rivers... Önerinize çok teşekkür ederim. Seve seve kabul ediyorum.”
“Yalnız, dediklerimi anlıyor musunuz? Bir köy okulu bu. Öğrencilerinizin hepsi yoksul
çocuğu olacak... Köy kızları... Bilemediniz, birkaç rençper çocuğu. Okuma-yazma, biraz hesap, örgü dikiş... Vereceğiniz dersler bundan ibaret kalacak; öteki bilgileriniz, hünerleriniz boşa gidecek; duygularınız, beğenileriniz körlenecek.”
“O kadar kolay körlenmez onlar. Yeniden gerekinceye kadar dayanırlar elbet.”
“Demek, bile bile atılıyorsunuz bu işe?”
“Evet.”
Gülümsedi. Acı ya da tasalı değil de çok hoşnut kaldığını belli eden bir gülüştü bu. “Peki, ne zaman başlayacaksınız göreve?”
“Yarın evimi gider görürüm. Okulu da, siz uygun görürseniz, haftaya açarım.”
“Güzel. Öyle olsun.” Ayağa kalktı, odanın içinde dolaşmaya başladı. Sonra durdu, gene bana baktı. Başını iki yana salladı.
“Kaygılandığınız sakınca nedir Mr. Rivers?” diye sordum.
“Morton’da uzun kalmazsınız siz. Yok, bir süre sonra gidersiniz.”
“Neden? Niçin, böyle düşünüyorsunuz?”
“Gözlerinizin bakışından okuyorum. Değişmez, dingin, tekdüze bir yaşam sürecek insan değilsiniz siz.”
“Hırsım yoktur benim.”
“Hırs” sözünü duyunca irkilir gibi oldu. “Hayır,” dedi. “Ama, hırs neden aklınıza geldi? Sizin yok, ama benim hırslarım var hayatta. Nasıl anladınız bunu?”
“Ben kendimden konuşuyorum.”
“Sizin belki hırslarınız yok ama...”
“Evet?”
“Tutkularınız var, diyecektim. Yalnız, bu sözü belki başka anlama çeker de
sinirlenirsiniz, diye çekindim. Demek istediğim, insanlara karşı beslediğiniz duygular, bağlar çok güçlü oluyor, sizi sımsıkı tutuyor. Boş zamanlarınızı yalnızlık içinde geçirmeye, çalışma saatlerinizi de oldukça sıkıcı, tekdüze bir işe adamaya uzun zaman boyun eğeceğinizi sanmıyorum... Nasıl ki ben de burada, bataklıklara saplanmış, dağlar arasında sıkışmış bir durumda uzun zaman kalamam. Benim, Tanrı vergisi olan yaradılışıma aykırı bir şeydir bu...
Tanrı vergisi olan yeteneklerimin körlenmesi, yabana gitmesi demektir... Duyuyor musunuz,
kendi kendimi nasıl yalanlıyorum? Ben ki vaazlarımda insanların en basit yaşam koşullarına bile boyun eğmelerini salık veririm; en alçakgönüllü bir oduncunun, bir sucunun bile aslında Tanrı hizmeti gördüğünü ileri sürerim. Ben, kendimi Tanrı sözünün duyurulmasına adamış olan bir papaz... Huzursuzluktan neredeyse sayıklıyorum şu anda. Her neyse, insan ne yapıp yapmalı, duygularıyla görevlerini bağdaştırmaya bakmalı.”
Bunları söyledikten sonra dışarı çıktı. Şu kısa konuşma sırasında ona ilişkin, son bir ay içinde edindiğimden daha çok bilgi edinmiştim. Yalnız, gene de onu bütünüyle anlayabilmiş
değildim. Mary ile Diana evlerinden, kardeşlerinden ayrılacakları gün yaklaştıkça, büsbütün bir hüzne, sessizliğe bürünmekteydiler. İkisi de her zamanki gibi görünmek için çabalıyorlardı, ama üzüntülerini iyice yenmelerine ya da gizlenmelerine olanak yoktu. Diana bu seferkinin bundan öncekilerden çok bambaşka bir ayrılık olacağını belirtiyordu. St. John’u belki yıllar yılı göremeyeceklermiş artık. Hiç görmemeleri olasılığı da varmış!
“Uzun zamandır kurduğu tasarılar uğruna her şeyi tepip gidecek o! Ah, Jane, bizim St. John sessiz, sakin görünür, ama içinde alev alev yanan bir humma gizlidir. Yumuşak başlı görünür, ama kimi şeylerde ölüm gibi amansızdır. İşin en kötüsü de şu ki, verdiği karardan onu caydırmaya vicdanım razı gelmiyor. Onu dünyada suçlayamam bu yüzden. Doğru, yüce, onurlu bir karar. Yalnız, gel bir de kalbime sor! İçim parçalanıyor!”
Diana’nın o güzel gözleri yaş içinde kalmıştı. Mary başını elindeki işe doğru büsbütün eğerek, “Babasız kalmıştık; şimdi evsiz, kardeşsiz de kalıyoruz artık,” diye mırıldandı. Tam bu sırada bir şey oldu ki, “Felaket hiçbir zaman tek gelmez!” sözünün doğruluğunu kanıtlamak için kaderin eliyle, bile bile yapılmış sanırdınız. St. John’un, elindeki bir mektubu okuyarak pencerenin önünden geçtiğini gördük. Bir an sonra içeri girerek, “John dayımız ölmüş,” dedi.
Kız kardeşlerin ikisi de yıldırımla vurulmuşa döndüler. Yalnız, besbelli, bu haber onlar için önemliyse de üzücü değildi. Diana, “Ölmüş mü?” dedi.
“Evet.”
Genç kız, kardeşinin yüzüne soru sorar gibi bir bakış saplayarak, alçak sesle, “E sonra?” dedi. St. John o mermer heykel ifadesizliğini hiç bozmayarak, “E sonra, ölmüş işte,” dedi.
“Başkaca bir şey yok. Al oku.”
Mektubu Diana’nın kucağına atıverdi. Kız mektubu şöyle bir gözden geçirdikten sonra Mary’ye uzattı. Mary de sessizce okudu, gene St. John’a verdi. Üç kardeş bakıştılar, gülümsediler... Tasalı, acı bir gülüş. Diana, sonunda, “Tanrı’nın dediği olur,” dedi. “Hiç olmazsa biz yaşıyoruz.”
Mary, “Kazancımız yoksa bir şey yitirmiş de değiliz ya,” diye görüşünü belirtti. St. John, “Yalnız, insan ister istemez üzülüyor,” diye söylendi. “Ya öbür türlü olsaydı nasıl başka olurdu, diye gönlünden geçiriyor insan.”
Mektubu katlayıp masanın bir gözüne kilitledi, sonra gene dışarı çıktı. Bir süre konuşan olmadı. Sonra Diana bana döndü:
“Jane, bizim bu konuşmalarımızdan sen hiçbir şey anlamıyorsundur. Dayı gibi yakın bir akrabamızın ölümü karşısında bu kadar soğukkanlı oluşumuza da şaşıyorsundur. Annemin öz kardeşiydi, ama biz dayımızı ne gördük, ne tanıdık. Babamla çok eskiden darılmışlar; çünkü babam onun öğüdüne uyarak atıldığı bir iş yüzünden iflas etmiş. Karşılıklı birbirlerini suçlamışlar. Öfkeyle ayrılmışlar, bir daha da barışmamışlar. Dayıma sonradan
Tanrı, yürü ya kulum, demiş. Yirmi bin sterlinlik bir servet sahibi olmuş. Hiç evlenmemiş. Bizlerden başka bir tek yeğeni daha var ki ona bizden daha yakın değildir. Babam her zaman dayımın, kendisine karşı işlediği yanlışı gidermek için, bize miras bırakacağını umardı. Bu aldığımız mektup onun mirasını, son kuruşuna kadar öbür yeğenine bıraktığını belirtiyor. St. John, Diana ve Mary Rivers’a birer yas yüzüğü84 satın alabilsinler, diye otuz altın bırakmış! Dilediğini yapmak dayımızın hakkıydı elbette; ama böyle bir mektup alınca insanın ister
istemez keyfi kaçıyor biraz. Mary ile ben bin sterlini bir arada görsek kendimizi zengin sayardık. St. John da bu parayı öyle yararlı işlere kullanırdı ki!”
Bu açıklamadan sonra lafı değiştirdiler, bir daha hiçbiri ağızlarına almadılar. Ertesi gün
ben Kır Evi’nden ayrılarak Morton’a gittim. Daha ertesi gün de Diana ile Mary uzaktaki B... kasabasına gitmek üzere yola çıktılar. Bir hafta sonra St. John’la Hannah da Morton köyündeki papaz evine dönünce eski ev bütün bütün boşalmış, ıssız kalmış oldu.

84.Birinin ölümünden sonra o kişiyi hatırlamak için takılan, çoğunlukla üzerinde kişinin ismi ya da resmi olan yüzük.(Y.N.)

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin