Diana, “Elbet!” dedi. “Hadi gel, abla sözü dinle.” Elimden tutup kaldırarak beni içerideki salona götürdü. Kanepeye oturtarak, “Burada oturacaksın,” dedi. “Biz de üstümüzü başımızı çıkardıktan sonra çay hazırlayacağız. Bu, bizim kendi yuvamızda kendi kendimize tanıdığımız ayrıcalıklardan biridir: Aklımıza esince mutfağa girip yemek hazırlamak.”
Kapıyı kapayarak dışarı çıktılar, böylece beni, karşıda bir şeyler okumakta olan Mr. St. John’la baş başa bıraktılar. Ben de önce salonu, sonra da ev sahibimi gözden geçirmeye koyuldum. Salon küçük ve çok gösterişsiz döşeli olmakla birlikte tertemiz, derli toplu olduğu
için, rahat ve şirindi. Eski tarz sandalyeler çok parlaktı, ceviz masa ayna gibi ışıldıyordu. Boyalı duvarlarda çok eski, garip giyimli, kadın, erkek portreleri asılıydı. Bir camlı dolabın
içinde antika bir porselen takımla kimi kitaplar duruyordu. Orada fazladan hiçbir süs eşyası,
hiçbir modern eşya yok gibiydi. Yeni olarak yalnızca büfenin üzerindeki birkaç dikiş kutusuyla, gül ağacından küçük bir yazı masası göze çarpıyordu. Halılara, perdelere kadar, her şeyin hem eski, hem de çok bakımlı olduğu görülebiliyordu.
Duvardaki portrelerden biriymişçesine kımıldamadan, gözlerini okuduğu sayfaya dikmiş,
dudaklarını sımsıkı kapamış oturan Mr. St. John’u incelemek işten bile değildi. Karşımdaki insan yerine heykel olsa ancak bu kadar kolay olabilirdi bu iş. Gençti, yirmi dokuz-otuz yaşlarında. Uzun boylu, ince, kıvrak yapılıydı, insanın bakışlarını üzerine çekip mıhlayan bir yüzü vardı. Çizgileri pek temiz, duru; bir eski Grek yüzünü andırıyordu: Çekme bir burun, eski Atinalıların heykellerindeki gibi bir ağızla çene. Bir İngiliz yüzünün eski ölçülere bu derece yaklaştığı pek az görülür. Tevekkeli değil genç adam benim yüz çizgilerimin düzensizliğinin hemen üzerinde durmuştu! Kendi çizgileri öylesine uyumluydu ki! Gözleri de kumral kirpikli, iri, maviydi. Fildişi renksizliğindeki geniş alnını rastgele dökülmüş birkaç sarışın bukle kısmen örter gibiydi.
Pek tatlı bir tanım, değil mi, değerli okuyucum! Yalnız, böylece tanımladığım erkeğin hiç de tatlı, yumuşak, cana yakın bir havası yoktu. Böyle kımıldamadan otururken bile, burun deliklerinin, ağzının, kaşlarının duruşundan onun huzursuz, katı ya da ateşli bir yanı olduğu
seziliyordu. Kız kardeşleri geri gelene kadar bana tek bir söz söylemediği gibi benden yana da bir kez bile bakmadı. Diana, çay masasını hazırlamak için girip çıktığı sırada bana, fırının üzerinde pişirilmiş küçük bir çörek getirip verdi, “Ye bunu,” dedi. “Karnın acıkmıştır. Hannah diyor ki sabahki
lapadan beri bir şey yememişsin.”
Çöreği geri çevirmedim; çünkü gerçekten de iştahım iyice açılmıştı. Bir süre sonra St. John da kitabı kapatıp masa başına geldi, yerine otururken o resim gibi mavi gözlerini benim üzerime dikti. Beni şimdi hiç çekinip sakınmadan, öyle inceden inceye, öyle doğrudan ve açıktan açığa süzüyordu ki deminden beri bakmayışının sıkılganlıktan, resmilikten değil
de, kasıtlı olduğu anlaşılıyordu.
“Karnınız pek acıkmış,” dedi.
“Öyle, efendim.”
Kısa konuşana kısa, açık konuşana açık olarak karşılık vermek, oldum olası, içgüdümle edindiğim bir huydur.
“İyi ki belli belirsiz bir ateşiniz vardı da üç gündür pek bir şey yemediniz. Önceleri çok yemeniz tehlikeli olurdu. Şimdi yiyebilirsiniz, ama gene aşırı olmamak koşuluyla.”
“Umarım sizin masanıza uzun zaman ağırlık olmam, beyefendi,” diye pek çiğ kaçan, pek yakışıksız bir karşılık verdim. Genç adam istifini bozmadan, “Yok, olmayacaksınız zaten,” dedi. “Bize evinizin adresini bildirdiğinizde hemen bir mektup yazarız; gelip sizi alırlar.”
“İşte bu olmayacak şey. Size ilk baştan, açıkça söyleyeyim: Ne evim var benim, ne de
herhangi bir kimsem.”
Üçü de bana baktılar... İnanmazlıkla değil; bakışlarında kuşkudan çok merak varmış gibi geldi bana. Daha çok kızların bakışları. St. John’un gözleriyse pek duru olmakla birlikte son derece gizemliydi, okunması güçtü. Bu adam gözlerini kendi ruhunun aynası olarak değil de başkalarının ruhunu okuyacak bir tür araç olarak kullanıyordu sanki. Öyle bir keskinlik ve çekimserlik bileşimi ki karşısındakine rahatlık değil de bir sıkılganlık veriyordu.
“Yani dünyada hiç kimsesiz olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz?” diye sordu.
“Öyle. Ne beni herhangi birine bağlayan bir bağ var, ne de koca İngiltere’de başımı sokabileceğim bir yer.”
“Sizin yaşınızda birisi için pek garip bir durum.” Genç adamın bakışları masa üzerinde kavuşturulmuş duran ellerime çevrildi. Ellerime neden baktığını merak etmiştim ki, sorduğu bir soru merakımı giderdi: “Hiç evlenmediniz mi? Yoksa dul musunuz?”
Diana güldü: “Kuzum St. John! Bu çocuk on yedi-on sekiz yaşında ya var, ya yok!”
“On dokuzuma gireceğim yakında. Hayır, hiç evlenmedim,” dedim.
Yüzüme ateş basmıştı; çünkü evlenme lafı aklıma acı, iç burkucu düşünceler getiriyordu. Benim heyecanlanıp sıkılmam hiçbirinin gözünden kaçmamıştı. Diana ile Mary gözlerini alev alev yanan yüzümden çekip başka yana bakarak beni rahatlatmaya çalıştılar.
Yalnız, erkek kardeşlerinin o sert, soğuk bakışı hâlâ üzerimdeydi; öyle ki, en sonunda gözlerim de yaş içinde kaldı.
St. John bu kez, “Buraya gelmeden önce nerede kalıyordunuz?” diye sordu.
Mary alçak sesle, “Çok meraklısın, St. John,” dedi.
Genç adam masanın üzerinden bana doğru eğilip keskin, sert bakışlarını gene yüzüme dikerek, o sorusunu bir daha sordu. Ben de buna, “Bundan önce kaldığım yerin, birlikte bulunduğum kişilerin adları ancak beni ilgilendirir,” diye kısaca bir karşılık verdim.
Diana, “Bence, böyle düşünmekle de, St. John’un olsun, başkalarının olsun, sorularını karşılıksız bırakmakta da yerden göğe kadar haklısın,” diye, düşüncesini belirtti.
Erkek kardeşi, “Evet ama,” dedi, “yaşamınızla ilgili bilgim olmazsa size yardımım dokunamaz ki. Yardıma da ihtiyacınız var, öyle değil mi?”
“Var, hem de nasıl! Yalnız, gerçek bir iyiliksever, bana yapabileceğim bir iş bulur elbet... Ben de, çalışarak, hiç olmazsa bir lokma, bir hırka, geçimimi sağlarım.”
“Gerçekten bir iyiliksever miyim, değil miyim, bilmem, ama istekleriniz bu kadar dürüst oldukça size elimden gelen yardımı yapmaya hazırım. Yalnız, şimdiye kadar ne iş yaptınız, elinizden neler gelir, anlatın bakayım bana.”
Bu arada ben bir bardak çayımı içip bitirmiş, iyiden iyiye de canlanmıştım, gevşeyen
sinirlerime de bir canlılık gelmiş gibiydi. Böylece, karşımdaki bu kesin görüşlü genç yargıcımın sorduklarına soğukkanlılıkla karşılık verebilirdim. Ona doğru döndüm, onun bana baktığı gibi ben de ona açıkça, çekinmeden bakarak, “Mr. Rivers,” dedim, “siz de, kardeşleriniz de bana büyük bir iyilikte bulundunuz. Bir insanın başka bir insana yapabileceği en büyük iyiliği yaparak, büyük konukseverliğinizle ölümden kurtardınız beni. Buna karşılık benden sonsuz bir minnet, bir dereceye kadar da bilgi vermemi beklemek hakkınızdır. Çatınızın altına aldığınız bu yersiz yurtsuz yabancı konusunda, kendimi ya da başkalarını herhangi tehlikeye atmadan söyleyebileceğim ne
varsa hepsini anlatacağım. “Efendim, ben öksüzüm. Babam papazmış. O da, annem de ben daha küçükken
ölmüşler. Ben bir akrabamın yanında sığıntı olarak büyüdüm, sonra da bir hayır yuvasında okudum. Okulun adını da verebilirim size. Orada altı yıl öğrenci, iki yıl da öğretmen olarak
kaldım: ... ilinde Lowood Okulu. Adını duymuşsunuzdur sanırım, Mr. Rivers. Yöneticilerinden biri Mr. Brocklehurs’tür.”
“Mr. Brocklehurst’ü tanırım. Okulu da gezmiştim.”
“Bundan bir yıl kadar önce, Lowood’dan ayrılıp bir ailenin yanına mürebbiye olarak girdim. İyi bir işti, hayatımdan hoşnuttum. Yalnız, buraya gelmeden dört gün önce ayrılmak zorunda kaldım oradan. Bunun nedenini anlatamam size... Doğru da olmaz; işe yaramayacağı bir yana, tehlikeli bile olabilir. Kaldı ki, inanmazsınız da belki. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki benim alnım açık... Hiçbir suçum, günahım yok. Bununla birlikte, son derece mutsuzum. Yüzümün kolay kolay güleceğini sanmıyorum; çünkü çalıştığım ev benim için cennetti. Bu cennetten kaçmamı gerektiren felaket de pek garip, korkunç bir şeydi. Kaçarken bir tek kaygım vardı: Çarçabuk, gizlice kaçabilmek. Bu yüzden, yanıma ancak ufak bir çıkın alıp başka her şeyimi bırakmam gerekiyordu. Çıkını da, aklım karışık, içim dertli olduğu için, posta arabasında unuttum. Böylece, beş parasız, tamtakır kalmış oldum. İki gece kırlarda yattım, iki gün yollarda dolaştım. Bu arada ancak iki kez birer lokma bir şey yedim. Açlıktan, bitkinlikten, umutsuzluktan hemen hemen son nefesimi vermek üzereydim sizin kapıya geldiğimde. Yalnız siz, Mr. Rivers, beni ölüme terk etmediniz, çatınızın altına sığınmama izin verdiniz. Kardeşlerinizin bana nasıl baktıklarını da biliyorum; çünkü yatakta bitkin yatarken aklım başımdaydı. Sizin iyilikseverliğinize ne kadar şükran borçluysam
onların candan, büyük sevgisine de o kadar borçluyum.”
Ben susunca Diana, “Konuşturma onu artık, St. John,” dedi. “Heyecana dayanacak halde değil daha. Miss Elliot, siz de biraz kanepeye oturun da dinlenin bari.”
Bu takma adı duyunca biraz irkilmekten kendimi alamadım. Genç adamın gözünden hiçbir şeyin kaçmadığı belliydi; bunu hemen ayrımlayarak, “Adınızın Jane Elliot olduğunu söylemiştiniz, değil mi?” diye sordu.
“Evet, şimdilik beni bu adla tanımanız yerinde olur. Benim asıl adım bu değil. Onun için, duyunca yadırgadım.”
“Asıl adınızı vermek istemiyorsunuz, öyle mi?”
“Öyle. En korktuğum şey şu sırada yerimin bilinmesi. Buna yol açacak açıklamalardan da
bunun için kaçıyorum.”
Diana, “Haklı olsanız gerek,” dedi. “St. John, n’olur, onu rahat bırak artık.”
Genç adam bir an düşündükten sonra, gene o aynı soğukkanlılıkla, keskin görüşlülükle sorguya başladı. “Anladığıma göre, bizim konukseverliğimize uzun zaman sığınmak istemiyorsunuz. Kardeşlerimin sevgisinden, hele benim iyilikseverliğimden bir an önce
kurtulup bağımsız kalmak istiyorsunuz. (Sevgiyle iyilikseverlik arasında gözettiğiniz ayrımı
anladım, ama gücenmedim; çünkü haklısınız.) Kısacası, özgür olmak istiyorsunuz, değil mi?”
“Evet... Bunu söyledim size. Bana bir iş gösterin ya da nerede iş bulabileceğimi söyleyin, yeter. En basit köy evi bile olsa çıkar giderim. Yalnız, o zamana kadar burada kalmama izin verin. Yeniden evsiz, kimsesiz kalmak düşüncesi ödümü koparıyor.”
Diana o bembeyaz elini başımın üzerine koyarak, “Elbet kalacaksın burada!” dedi.
Mary de kendine vergi gösterişsiz içtenlikle, “Elbette,” dedi.
St. John, “Görüyorsunuz ya, kardeşlerim sizi korumaktan zevk duyuyorlar,” dedi. “Bir kış
gecesi pencerelerinden içeri giren yarı donmuş bir kuş yavrusu olsanız üzerinize ancak bu kadar titrerlerdi! Ben kendim size ekmek paranızı çıkaracak bir iş bulmaktan yanayım. Bunu yapmaya da çalışacağım.Yalnız, bakın, benim alanım dardır. Yoksul bir köyün papazıyım, ne de olsa. Size ancak pek ufak bir yardımda bulunabilirim. Büyük işlerde gözünüz varsa başka
yere başvurun; benim elimden gelen bu kadar.”
Buna benim yerime, Diana karşılık vererek, “Jane söyledi ya her işi yapmaya hazır olduğunu,” dedi. “Başvuracak bizden başka kimsesi olmadığını da biliyorsun, St. John. Olsa senin gibi huysuzların kahrını çeker mi?”
“Terzilik yaparım, terzi yamaklığı yaparım,” dedim. “Daha olmazsa, hizmetçilik, dadılık ederim.”
St. John, soğukkanlılıkla, “Güzel!” dedi. “Madem duygularınız böyle, ben de size yardım edeceğime söz veriyorum... Vakti zamanı gelince, iyi bir fırsat çıkınca.”
Sonra gene çaydan önce okumakta olduğu kitabının başına döndü. Ben de çok geçmeden odama çekildim; çünkü daha fazla oturup da konuşacak gücüm kalmamıştı.
![](https://img.wattpad.com/cover/204428888-288-k291855.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
RomanceJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...