Nasıl çıkmıştı bu yangın? Bu felaketin iç yüzü neydi? Tahtadan, mermerden, taştan başka ne
kurbanlar verilmişti? Mal mülk kadar can da telef olmuş muydu? Olmuşsa kimin canı? Korkunç bir soru! Buna karşılık verecek hiçbir kimse, hiçbir şekil, görüntü de yoktu ortalıkta.
Yıkık duvarların, perişan odaların arasında gezinirken felaketin çok yeni olmadığını anlatan belirtiler gördüm. Şu boş kemerin altından kışın karları uçuşmuş, camsız pencerelerden içeri kış yağmurları girmişti besbelli; çünkü yıkıntı yığınları, molozlar
arasında otlar, çimenler bitmişti. Evet, ama bu arada, bu yıkıntıların bahtsız sahibi nerelerde,
hangi ülkelerde, hangi yıldızların altındaydı? Gözlerim ister istemez bahçe kapısının yanındaki kilise kulesine doğru kaydı, “Acaba şimdi o da Damer De Rochester’ın yanında, o
dar, mermer yerde mi yatıyor?” dedim. Bu sorulara iyi kötü bir karşılık bulmak gerekti, bunu da ancak yol üstündeki handa
bulabilirdim. Daha çok oyalanmadan oraya döndüm. Han sahibi kahvaltımı kendi eliyle getirdi. Ondan kapıyı kapayıp oturmasını rica ettim, kendisine bazı şeyler sormak istediğimi söyledim. Ama adamcağız karşıma geçip oturunca söze nereden başlayacağımı bilemedim:
Bana neler anlatabileceğini düşündükçe öyle ürperiyordum ki! Şu da var ki görmüş olduğum
yıkıntılar beni bir felaket öyküsü dinlemeye bir dereceye kadar hazırlamıştı. Han sahibi, efendi kılıklı, orta yaşlı bir adamdı. Sonunda kendisine, “Thornfield
Malikânesi’ni bilirsiniz elbette?” diye sormayı başardım.
“Elbet, efendim. Bir zamanlar orada oturdum ben.”
“Ya, öyle mi?” diye sordum. İçimden de, “Benim zamanımda değildi; çünkü ben seni tanımıyorum,” dedim.
Hancı, “Ölen Mr. Rochester’ın başuşağıydım,” diye açıkladı.
Ölen ha! Ne zamandır kaçınmaya çalıştığım darbe var hızıyla üstüme inmiş gibiydi.
“Ölen mi?” diye sordum. “Öldü demek?”
“Benim dediğim şimdiki bey, yani Mr. Edward değil, onun babası, efendim.”
Adam böyle deyince rahat bir soluk aldım. Damarlarımdaki kan gene akmaya başladı. Artık Edward’ın, benim Edward’ımın hiç değilse sağ olduğunu öğrenmiştim ya! Şimdiki Mr. Edward... Ne tatlıydı bu sözler! Artık bundan sonra anlatacaklarını, ne olursa olsun daha
serinkanlılıkla dinleyebileceğime inanıyordum. Değil mi ki yaşıyordu... Dünyanın öbür ucunda olduğunu bile duysam dayanabilirdim!
“Mr. Rochester şu sırada Thornfield’de mi kalıyor?” diye sordum. Adamın ne diyeceğini
biliyordum, ama onun nerede olduğunu doğrudan doğruya sormayı geciktirmek istiyordum.
“Yok, efendim... Nerede! Orada oturan moturan yok şimdi. Siz buraların yabancısı olsanız gerek; yoksa, geçen sonbaharda olanları duyardınız. Thornfield Malikânesi yandı,
yıkıldı... Tam harman mevsimiydi. Öyle korkunç bir felaket oldu, öyle değerli eşyalar yandı ki! Eşyalardan hemen hemen hiçbir şey kurtaramadılar. Yangın gecenin geç bir saatinde çıkmış. Millcote’tan itfaiye yetişinceye kadar koca yapı bir alev yığını olup çıkmıştı bile.
Korkunç bir manzaraydı. Kendi gözümle gördüm.”
“Gecenin geç bir saati!” diye mırıldandım. Evet... Thornfield’in felaket saati her zaman
buydu zaten! “Yangının nasıl çıktığı anlaşıldı mı?” diye sordum.
“Herkes kestirebiliyordu, hanımefendi. Daha doğrusu, hiç kimsenin kuşkusu yoktu...
Kesin olarak biliniyordu, diyebilirim.” Hancı sandalyesini masaya biraz daha yanaştırıp sesini alçaltarak, “Belki siz bilmezsiniz,” dedi, “konakta kapalı tutulan bir kadın vardı... Bir deli.”
“Kulağıma çalınmıştı böyle bir şey.”
“Çok gizli tutarlardı kadıncağızı. Yıllar yılı birçokları onun gerçekten var olup olmadığını bile kesin olarak bilmedi. Hiç gören olmamıştı; yalnız, konakta böyle birinin varlığı kulaktan kulağa dolaşıyordu. Kimdi, neyin nesiydi, bilebilmek zordu. Birçokları Mr. Rochester’ın onu dışarıdan getirdiğini söylüyordu. Kimisi de sevgilisi diyordu. Derken, bir yıl
kadar önce garip bir şey oldu... Çok garip bir şey.”
Şimdi ben, kendi başıma gelenlerin öyküsünü dinleyeceğimden korkmaya başlamıştım. Adamı elimizdeki konuya getirmeye çalışarak, “O kadına ne oldu?” diye sordum.
“O kadın meğerse Mr. Rochester’ın karısı değil miymiş, hanımefendiciğim? Bu işin
ortaya çıkması da gayet garip oldu. Konakta bir genç hanım varmış... Bir mürebbiye. Mr. Rochester bu kızcağıza körkütük...”
“Peki, yangın nasıl oldu?” diye sordum.
“Şimdi ona geliyorum, efendim... Evet, Mr. Rochester bu mürebbiye kıza tutmuş gönül
vermiş. Hizmetçilerin dediğine göre dünyada bu derece körkütük bir âşık görmemişler! Kızın her an peşindeymiş. Hizmetçiler dikkat ederlermiş –huylarıdır zaten, hanımefendi, bilirsiniz– Mr. Rochester’ın gözünde dünya bir yana, bu kız bir yanaymış. Ama, kızı ondan
gayri kimse öyle ahım şahım bulmazmış. Dediklerine göre minnacık, çocuk gibi bir şeymiş.
Ben onu hiç görmedim ama Leah’dan duydum. Leah da onu pek severmiş. Mr. Rochester kırk yaşlarındadır. Bu mürebbiye hanım da yirmisinde yokmuş daha. Bilirsiniz ya, o yaşta
beyler küçük kızlara âşık olunca çok zaman büyülenmişe dönerler. Her neyse, Mr. Rochester da bu kızcağızla ille evlenmeyi koymuş aklına!”
“Öykünün bu bölümünü sonradan anlatırsınız,” dedim. “Ben şimdi yangın meselesini öğrenmek istiyorum. Bu deli kadının, yani Mrs. Rochester’ın yangınla bir ilişiği mi olduğu sanılıyor?”
“Tam üstüne bastınız, hanımefendi! Yangını onun kendi başına çıkardığı kesin olarak biliniyor. Bu delinin Grace Poole diye bir bakıcısı varmış. Mesleğinin eri, namuslu bir
kadınmış, ama gel gör ki tek bir kusuru varmış: Yanında hep içki bulundururmuş, arada bir
de çokça kaçırdığı olurmuş. Kusuruna bakılmaz; çünkü kolay değilmiş hayatı. Ama, gene de çok tehlikeliymiş elbette; çünkü, Grace Poole içkiyi çok kaçırıp uyuyakalınca bizim deli
hanım da, cadılar gibi kurnaz olduğu için, anahtarları bakıcısının cebinden aldı mıydı odasından dışarı uğrarmış. Artık ondan sonra konağın içinde kol gezer, aklına esen muzırlığı
yaparmış. Dediklerine göre bir keresinde kocasının yatağına kundak sokmuş da adamcağızı uykusunun arasında diri diri yakacakmış. Ama, artık bilmem... Her neyse yangın gecesi deli karı, odasının yanındaki odanın perdelerini tutuşturmuş.
Sonra aşağı katlara inmiş, bir zamanlar o mürebbiye kızın yattığı odayı bulup girmiş. Sanki
olup biteni bilirmiş de kızcağıza kin beslermiş gibi! O odadaki yatağı da tutuşturmuş, ama neyse ki yatak boşmuş. Mürebbiye kız iki ay önce kaçıp yitiklere karışmış. Mr. Rochester onu, dünyanın en değerli nesnesiymiş gibi, aratmadığı yer kalmadı ama ne bulabildi ne de
haberini alabildi. Yabani bir şey olup çıktı bunun üzerine. Hiçbir zaman sakin, uysal bir adam değildi ya, kızı elinden kaçırdıktan sonra vahşilere döndü. Dünyaya da, insanlara da
küstü. Kâhya Mrs. Fairfax’i uzaktaki bir akrabasının yanına gönderdi. Ama neme gerek, şanına layık davrandı doğrusu. Mrs. Fairfax’e ömrü boyunca gelir bağladı. Cömert davrandı... Melek gibi kadındır. Sonra, Mr. Rochester manevi evladı yerinde olan küçük kız çocuğunu da
yatılı bir okula gönderdi. Bütün tanıdıklarıyla ilgisini kesti, keşişler gibi konağa kapandı.”
“Ne? Dışarı gitmedi mi?”
“Dışarı gitmek mi? Yok, canım! Evinin kapısından dışarı adımını atmıyordu. Yalnız, geceleri çıkarmış evden dışarı, hayaletler gibi bahçelerde, korularda dolaşırmış. Bana kalırsa aklını oynatmış olsa gerek az buçuk; çünkü eskiden dünyanın en hareketli, en gözü pek, en ateş gibi adamıydı... Yani o mürebbiye olacak küçük cin onu çarpmadan önce. Çoğu beylerin
tersine, içkisi, kumarı falan yoktu. Pek yakışıklı sayılmazdı ama öyle gözü pek, iradesi sağlamdı ki... zehir gibi! Üstüne erkek yoktu. Çocukluğundan beri tanırım ben onu, hanımefendi. Onun için, çok zaman, ‘Şu Jane Eyre olacak kız keşke Thornfield Malikânesi’ne ayak basmadan önce denize düşüp boğulaydı,’ diye düşünürüm.”
“Demek yangın çıktığında Mr. Rochester evdeydi?”
“Hem de nasıl! Bütün konak alevler içindeyken o tavan aralarına çıkıp hizmetçileri, uşakları yataktan kaldırdı; aşağı inmelerine kendisi yardım etti! Sonra da o karısı olacak
tımarhane kaçkınını hücresinden çıkarmaya gitti. Aşağıdan bağırarak kadının çatıya çıktığını söyledik ona. Gerçekten de kadın yukarıda, surların üzerinde, kollarını sallayıp duruyordu. Avazı çıktığı kadar da bağırıyordu... karşı köyden duyulacak gibi! Kendi gözümle gördüm,
kulağımla işittim onu. İriyarı bir kadındı, upuzun kara saçları vardı. Alevlerin ışığında saçlarının dalgalandığını görüyorduk. Kendi gözlerimle gördüm, daha benim gibi birçokları da gördü: Mr. Rochester çatıdaki camlı pencereden dışarı çıktı. ‘Bertha!’ diye bağırdı, kadına
doğru yürümeye başladı. Ama, hanımefendiciğim, tam o sırada deli kadın bir haykırış haykırdığı gibi havaya sıçradı. Sonra bir de baktık... Yerde paramparça yatıyor.”
“Öldü mü?”
“Öldü ya! Kanlar içindeydi, beyni taşların üzerine yayıldı kaldı.”
“Ulu Tanrım!”
“Ne deseniz az, efendim! Korkunçtu, korkunç!”
Hancı bir ürperdi.
“Ya sonra?” diye sordum.
“İşte, hanımefendiciğim, sonrası, koca ev yandı, kül oldu. Şimdi bir-iki duvarı duruyor.”
“Başka ölen oldu mu?”
“Olmadı... Ama, olsa belki daha iyiydi.”
“Nasıl yani?”
Hancı, “Zavallı Mr. Edward!” diye içini çekti. “Bugünlere kalacağımız nerden aklımıza
gelirdi! Kimi diyor ki evli olduğunu gizli tutup da bir daha evlenmeye kalkışmanın cezasını çekiyormuş. Ama, ben acıyorum ona.”
“Sağ demiştiniz hani?”
“Sağ olmasına sağ, ama birçokları, ölse daha iyi olurdu, diyorlar.”
“Nasıl? Neden?” diye telaşla sordum. Damarlarımdaki kan gene buz kesmişti.
“Nerede kendisi? İngiltere’de mi?”
“Evet... Evet, İngiltere’de. Bir yerlere gidemez artık. Kazık çaktı buraya.” Ne işkenceydi bu, ulu Tanrım! Adam sözü ille de uzatmaya kararlı gibiydi. Sonunda, “Mr. Edward Rochester kör oldu,” dedi. “Evet, gözleri görmüyor artık Mr. Edward’ın.”
Ben daha kötüsünden, aklını yitirmiş olmasından korkmuştum. Bütün gücümü toplayarak bu facianın nasıl olduğunu sordum.
“Bütün neden onun yiğitliği! Bir bakıma da, yüreğinin iyiliği denilebilir, efendim. Herkesin çıktığına kanı getirinceye kadar evden ayrılmamıştı. En son olarak, karısı, kendini aşağı attıktan sonra, büyük merdivenden aşağı inerken müthiş bir çatırtı oldu, tavan çöktü.
Mr. Edward’ı molozların altından canlı olarak çıkardılar. Ağır yaralıydı. Atkılardan biri öylesine düşmüş ki onu bir dereceye kadar korumuş, ama gözlerinden biri çıkmıştı. Bir eli de öyle kötü ezilmişti ki Doktor Carter hemencecik kesmek zorunda kaldı. Öteki gözü de kızarıp şişmişti. O da görmez oldu sonradan. Böylece, zavallı bey, perişan duruma düştü...
Gözü görmez, eli tutmaz!”
“Nerede şimdi? Nerede oturuyor?”
“Buradan kırk-elli kilometre ötede, Ferndean’de... Çiftliklerinden birinde. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdir.”
“Kim bakıyor ona?”
“İhtiyar John’la karısı. Beyefendi başka kimsecikleri istemedi. İyice çökmüş, diyorlar.”
“Arabanız falan var mı sizin?”
“Faytonumuz var, efendim, gıcır gıcır bir fayton hem de.”
“Söyleyin hemen hazırlasınlar. Arabacınız bugün karanlık basmadan beni Ferndean’e ulaştırabilirse, ona da size de, her zaman aldığınız paranın iki katı var!”
![](https://img.wattpad.com/cover/204428888-288-k291855.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
RomanceJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...