11.1

13 6 0
                                    

Əziz oxuyucular zəhmət olmasa balaca ulduza basib bəyənin ki daha çox adam görsün kitabi😊📖💕

Sevgili okuyucular Zahmet olmazsa küçük yıldıza tıklayın ki daha çok insanın görmesine vesile olun 😊💕📖👀

Elbet bilmiyordum ya! Onun varlığından haberim bile yoktu. Yaşlı kadın onun varlığınıherkesin içgüdüsüyle öğrendiği bir evrensel gerçek sayıyordu sanki.
“Burası sizin sanıyordum ben,” dedim.
“Benim mi? Tanrı senin iyiliğini versin, çocuk! Amma fikir ha! Burası benimmiş! Kızım,ben buranın yalnızca kâhyasıyım; çekip çevireni. Hoş, Rochester’larla anne tarafından uzakakraba olurum ya! Daha doğrusu, kocam akrabasıydı onların. Kendisi şu arka yamaçtaki Hay
köyünün papazıydı. Şu görünen kilise onun kilisesiydi. Mr. Rochester’ın annesi deFairfax’lerdendi. Kocamın ikinci göbekten amca kızı olurdu; ama ben bu akrabalıkyüzünden hiçbir zaman herhangi bir hak gütmemişimdir. Bunu düşünmem bile. Kendimiancak bir kâhya olarak görürüm. Efendim çok naziktir; ben de bundan başka bir şey beklemem.”
“Ya çocuk... Yani öğrencim?”
“Mr. Rochester’ın vasiliğine emanet edilmiş bir kız. Mr. Rochester da benden birmürebbiye bulmamı istedi. Kızın burada yerleşmesini tasarlıyor besbelli. İşte geliyor kız...
Yanında da Bonne dediği dadısı.”
Bilmece böylece çözülmüş oluyordu. Bu iyi yürekli candan dul kadıncık yüksek birhanımefendi değil, benim gibi, çalışan bir insanmış meğer. Onu benim gözümdendüşürmedi bu; tersine, daha bile sevindim: Demek, aramızdaki eşitlik gerçekmiş... Onun
alçakgönüllülüğünden doğma değil. Daha iyi ya! Durumum daha da rahatlamıştı.Ben bunları düşünürken, yanında dadısıyla, bir küçük kız çimlerin üzerinden koşa koşageldi. Öğrencime baktım, o beni daha görmemişti. Yaşı pek küçükmüş meğer. Yedi-sekizyaşlarında ancak vardı. İnce yapılıydı. İnce çizgili ufacık bir yüzü, lüle lüle beline kadar inengür saçları vardı.
Mrs. Fairfax, “Günaydın, Adela,” dedi. “Gel seni mürebbiyen hanımla tanıştırayım.
Kendisi senin akıllı, hünerli bir hanım olarak yetişmeni sağlayacak.”
Kız dadısına döndü, beni göstererek, “C’est là ma gouvernante?”12 diye sordu.
Dadısı, “Mais oui, certainement,”13 dedi.
Ben onların Fransızca konuştuklarını duyunca, “Yabancı mı bunlar?” diye sordum.
“Dadı yabancı. Adela da Avrupa’da doğmuş, altı ay öncesine gelinceye kadar da oradanhiç ayrılmamış. Buraya ilk geldiğinde hiç İngilizce bilmiyordu, şimdi çat pat derdini
anlatabiliyor. Ben pek anlayamıyorum çünkü sıkışınca Fransızca karıştırıveriyor. Ama sen
onun ne dediğini kolayca anlarsın sanırım.”
Neyse ki ben Fransızcayı bir Fransız kadınından öğrenmiştim. Madam Pierrot ile herfırsatta Fransızca konuşmaya bakmıştım, yedi yıldır da her gün kendi kendime Fransızca
çalışıyordum. Öğretmenimin telaffuzuna elimden geldiği kadar öykünüyor, konuşmamıilerletmeye uğraşıyordum. Bu yüzden Fransızcayı işlek ve düzgün olarak konuşabiliyor,Adela’yı anlamakta güçlük çekmeyeceğimi sanıyordum.
Kız, mürebbiyesi olacağımı öğrenince gelip elimi sıktı. Birlikte kahvaltı odasına doğruyürürken ona kendi diliyle birkaç şey söyledim. Bunlara önce kısa kısa karşılıklar verdi, ama
masaya oturduktan ve beni o iri ela gözleriyle belki on dakika kadar inceledikten sonrabirden açılarak gevezelik etmeye başladı:
“Ne iyi! Siz benim dilimi Mr.Rochester kadar güzel konuşuyorsunuz!” diye ünledi.
“Onunla konuştuğum gibi konuşabileceğim sizinle. Sophie de konuşabilecek. Çok sevinecek
buna. Burada onun dilinden hiç anlayan yok. Mrs. Fairfax İngiliz. Sophie benim dadım.Benimle birlikte deniz yoluyla geldi... Kocaman bir gemiyle. Geminin tüten bir bacası vardı.
Aman, ne tütüyordu! Beni deniz tuttu, Sophie’yi de, Mr. Rochester’ı da. Mr. Rochester salondedikleri güzel bir odada, kanepe üzerinde yatıyordu. Sophie’yle benim başka bir odada
ufacık yataklarımız vardı. Ben bir seferinde az daha düşüyordum yatağımdan, raf gibi birşeydi çünkü. Şey, matmazel sizin adınız ne?”
“Eyre... Jane Eyre.”
“Eğr mi? Öf! Söyleyemiyorum! Neyse, gemimiz sabahleyin, daha güneş doğmadan, büyükbir kentte demir attı... Kocaman bir kent! Kapkara evleri vardı, duman içindeydi. Benimgeldiğim o güzel, temiz kente hiç benzemiyordu. Mr. Rochester beni geminin merdivenindenkucağında indirdi karaya. Sophie de peşimizden geldi. Hepimiz, bir arabaya bindiğimiz gibi,kocaman, çok güzel bir eve gittik, bundan daha güzel, daha büyük bir evdi. Otel diyorlardı.
Nerdeyse bir hafta kaldık orada. Sophie ile ben her gün park denilen ağaç dolu, geniş biryeşillik yerde gezmeye gidiyorduk. Orada benden başka daha bir dolu çocuk vardı. Sonra birhavuz da vardı. İçinde güzel güzel kuşlar yüzüyordu. Ben onlara ekmek kırıntısı atardım.”
Mrs. Fairfax, “Böyle bıcır bıcır öttüğü zaman anlayabiliyor musun onu?” diye sordu.Pek iyi anlıyordum; çünkü Madam Pierrot’nun hızlı, akıcı konuşmasına alışıktım.Yaşlı hanımcağız, “Annesine, babasına ilişkin bir şeyler sorsana ona,” dedi. “Onlarıhatırlıyor mu acaba?”
“Adela,” diye sordum, “demin sözünü ettiğin o güzel, tertemiz kentteyken kimin yanındaotururdun?”
“Çok eskiden annemle otururdum ama o Meryem Ana’nın yanına gitti. Annem banadans edip şarkı söylemesini, şiirler okumasını öğretirdi. Bir sürü beyefendi, hanımefendi annemi görmeye gelirlerdi; ben de onların önünde dans ederdim ya da dizlerine oturup
şarkı söylerdim. Çok severdim bunu. Size de bir şarkı söyleyeyim mi?”
Adela kahvaltısını bitirmişti, onun için bana hünerlerinden bir örnek göstermesine izinverdim. Yerinden kalkarak gelip dizime oturdu; sonra o minik ellerini hanım hanımcık bir
edayla kucağında devşirip lüle lüle saçlarını arkaya attı, gözlerini tavana kaldırarak bir operaaryası söylemeye başladı. Terk edilmiş bir kadının şarkısıydı bu. Kadın sevgilisinin vefasızlığına yanıp yakıldıktan sonra gururunu imdada çağırır. Hizmetçisine, en parlak
mücevherleriyle en şahane giysilerini getirmesini söyler. Niyeti o geceki baloda vefasız sevgilisinin karşısına çıkmak, kendisini bırakmış olmasının umurunda bile olmadığına onu,
şen, şuh davranışlarıyla inandırmaktır.Bir çocuk şarkıcı için böyle bir konu seçilmiş olmasını yadırgadım, ama gösterinin amacı besbelli ki, ateşli aşk, kıskançlık ezgilerinin böyle çocuksu bir dille söylenmesindeki çelişkiydi. Büyük bir çiğlik gibi geldi bu bana.Adela şarkıyı, neme gerek, iyi okuyordu, ifadesinde de yaşının bütün saflığı vardı.
Bitirince dizimden yere atladı.
“Şimdi, size biraz şiir okuyacağım, matmazel,” dedi. Şöyle bir çalım satarak, La Ligue desRats: Fable de La Fontaine14 diye okumaya başladı. Bu parçayı vurgulara, duraklamalara
dikkat ederek, öyle akıcı bir sesle, öyle uygun hareketlerle söyledi ki yaşına göre gerçekten şaşırtıcıydı, büyük bir emekle, özenle yetiştirilmiş olduğunu gösteriyordu.
“Sana annen mi öğretmişti bu parçayı?” diye sordum.
“Evet,” dedi. “Annem böyle söylerdi, ‘Qu’avez-vous donc? Lui dit un de ces rats; parlez!’15
Elimi kaldırtırdı... Şöyle... Soru sorarken sesimi yükseltmeyi unutmayayım diye. Şimdi dedans edeyim mi size?”
“Yok, bu kadarı yeter artık... Peki, annen Meryem Ana’nın yanına gittikten sonra senkimin yanında kaldın?”
“Madam Frederic’le kocasının yanında. Madam bana bakardı, ama akrabamız değildi.Belki de yoksuldu; çünkü evi annemin evi gibi şahane değildi. Çok kalmadım orada. Mr.
Rochester gelip sordu, ‘Benimle İngiltere’ye gelip orada oturmak ister misin?’ diye. Ben de,‘Peki,’ dedim; çünkü Mr. Rochester’ı daha önceden tanıyordum. Beni çok severdi. Hep güzelelbiseler, oyuncaklar falan armağan verirdi bana, ama görüyorsunuz ya, durmadı sözünde.
Beni İngiltere’ye getirdi, ama kendisi çıktı gitti. Artık hiç görmüyorum onu.”
Kahvaltıdan sonra Adela ile ben kitaplığa çekildik. Mr. Rochester burasının okul odasıolarak kullanılmasını tembih etmiş. Kitaplardan çoğu camlı dolaplar içinde kilitliydi, ama dolaplardan biri açık bırakılmıştı; bunun içinde ilk öğretim için gerekli her şey vardı. Ders kitaplarından başka birçok edebiyat, şiir, biyografi, gezi kitapları, birkaç tane de roman bırakılmıştı. Mr. Rochester bunları mürebbiyenin okuma beğenisini karşılamak için yeterli bulmuştu, anlaşılan. Ne yalan söyleyeyim, şimdilik bunlar bana yeter de artardı bile.
Lowood’da zorlukla ele geçirdiğim kırıntılarla ölçülünce bu kitaplık bir eğlence, bir bilgihazinesi sayılırdı. Bu odaya aynı zamanda oldukça yeni, güzel sesli bir küçük piyano, resim
çizmek için bir sehpa, bir çift de coğrafya küresi konulmuştu.
Öğrencim, çalışmaya pek meraklı değilse de söz dinleyen bir kızdı. Şimdiye kadar düzenli çalışmaya hiç alışık olmadığı için onu ilk baştan pek sıkmanın doğru olmayacağını
düşündüm. Uzun uzun konuştum onunla; ufak tefek birkaç şey öğrettim, vakit öğleye yaklaşınca da dadısının yanına salıverdim. Sonra da yemek saatine kadar sehpa başına
geçerek derste kullanılmak üzere küçük birkaç resim çizmeye karar verdim.
Resim defterimle kalemlerimi almak için yukarıya çıkarken Mrs. Fairfax bana seslendi:
“Sabah dersiniz bitti galiba!”
Geniş kapılı bir odadaydı. Kapı açık durduğu için, bana seslenince yanına gittim. Geniş,şahane bir salondu burası: Mor perdelerle koltuklar, yerde bir Türk halısı, ceviz kaplama
duvarlar, bir yanda renkli camlardan yapılma kocaman, zengin vitraylı bir pencere, nefisoymalarla süslü, yüksek bir tavan. Mrs. Fairfax bir büfenin üzerinde duran, ince, morumtırak mermer vazoların tozunu almaktaydı.
Dört bir yanıma bakınarak, “Ne güzel oda!” diye hafifçe bağırdım. Ömrümde bunun yarısı kadar bile güzel bir yer görmemiştim!
“Evet, yemek salonu burası. Biraz güneş, hava girsin diye pencereleri açtım da!
Kullanılmadıkça her yer küflenip gidiyor. Karşıdaki oturma salonuna girince mahzene girmişgibi oluyor insan.”
Mrs. Fairfax pencerenin tam karşısına düşen, koyu kırmızı perdelerle bezenmiş birkemeri gösterdi. İki yassı basamak çıkarak kemerin gerisine baktım; bir periler ülkesini görmüş gibi oldum. Gördüğüm manzara toy gözlerimi öylesine kamaştırdı! Ama aslında iç içe duran son derece güzel iki salondan ibaretti burası. Yerlere parlak çiçek çelenkleriyle örneklenmiş, bembeyaz halılar serilmiş, kar gibi beyaz boyalı tavan da üzüm, asma dalıoymalarıyla süslenmişti. Kızıl kaplamalı koltuklar, kanepeler, örtülü sedirler bu beyazlıklarla şahane, ışıl ışıl bir çelişme yaratıyordu. Beyaz mermer şöminenin üzerindeki süsler de kan
kırmızı Bohemya kristalindendi. Pencerelerin arasındaki büyük aynalar bu kar, ateş karışımını yansıtıyordu.
“Bravo size, Mrs. Fairfax, salonlar ne kadar da bakımlı,” dedim. “Ne bir damla toz, ne deeşyaların üzerinde örtü var. Havalar böyle ayaz,rutubetli olmasa insan bu salonların her gün kullanıldığını sanır.”
“Eksik olma, Miss Eyre, ama Mr. Rochester buraya pek seyrek olmakla birlikte herzaman habersiz gelir. Her yeri örtülere gömülü bulmak, gelince bir de hazırlık telaşıyla karşılaşmak onun sinirine dokunur. Bunu anlayınca her yeri her zaman hazır tutmayı dahadoğru buldum.”
“Mr. Rochester sinirli, titiz bir adam mı?”
“Çok değil, ama ne de olsa yüksek tabakanın beğenileri onda da var. Her işin de bunlarauygun olarak çekilip çevrilmesini bekler.”
“Sever misiniz onu? Sevilen bir insan mıdır?”
“A, elbet! Rochester ailesi oldum olası sevilmiş, sayılmıştır. Bu dolaylarda gözlegörülebilen toprakların hemen hemen hepsi, hatırlanamayacak kadar eski dönemlerden beri, Rochesterlarındır.”
“Ama toprak moprak bir yana, sever misiniz onu? Kendisini sevip beğenir misiniz?”
“Ben kendim severim, beğenirim onu. Topraklarını kiralayan köylüler de onu dürüst,hak sever, açık elli bir bey sayarlar. Yalnız aralarında hiçbir zaman çok kalmamıştır.”
“Ama hiç bir vasfı yok mu? Yani yaradılış bakımından nasıl bir insan?”
“Yaradılışı kusursuz sanırım. Biraz huysuz sayılabilir belki... Herkese benzemeyenhuyları vardır. Çok gezdi, dünyanın birçok yerlerini gördü. Çok da zeki, bilgili olduğunu sanıyorum. Ne var ki, onunla oturup uzun uzun konuştuğum da oldu diyemem.”
“Nasıl huysuz?”
“Bilmem... Anlatmak kolay değil. Öyle göze batar bir yanı yok, ama insanla konuşuncaortaya çıkar. Örneğin sözleri şaka mı, yoksa ciddi mi; bir şeye sevindi mi, üzüldü mü
bilemezsin. Kısacası, onu iyice anlamak olanaksız. Daha doğrusu, ben anlayamıyorum, amane çıkar... Bir işveren olarak olağanüstü iyidir.”
Onun da, benim de işverenimiz olan adam hakkında Mrs. Fairfax’ten edindiğim bilgi bununla kaldı. Kimi insanlar karakter incelemesini, karşılarındaki insanın, eşyanın can alıcıyönlerini görüp anlatmasını hiç bilemezler. Bu tatlı hatun kişi de bunlardandı besbelli.
Sorduklarım onu şaşırtıyordu, ama bir sonuç elde edemiyordum. Mr. Rochester onungözünde Mr. Rochester’dı işte: Kibar bir beyefendi, mülk, toprak sahibi bir adam, bir
işveren... Hepsi bu kadar. Bundan daha fazlasını öğrenip bilmek de istemiyor, benim bu adamın kişiliği konusunda daha kesin fikirler edinmek isteyişime besbelli şaşıyordu.
Yemek salonundan çıkınca bana bütün evi gezdirmeyi önerdi. Ben de onun arkasındanyukarılara çıktım, aşağılara indim. Bir yandan da hayranlığımı belirtip durdum; çünkü heryer gerçekten tertipli, zevkli, göz doldurucuydu. Öne bakan büyük odalar özellikle şahanegeldi bana. Üçüncü kattaki odalardan kimileri de basık, loş olmakla birlikte, bir eski zaman havası taşıdıkları için ilgimi çekti. Bir vakitler alt kat odalarında duran döşemeler zaman
zaman, modalar değiştikçe, en üst kata taşınmış. Şimdi bu odaların dar pencerelerinden içeri vuran solgun ışık belki yüz yıl önceden kalma yatakları, meşeden cevizden yapılma aynalı dolapları, sıra sıra dik arkalı, dar antika sandalyeleri aydınlatıyordu. Bunlardan daha bile
antika olan, üzerlerindeki yarı silik nakışları işlemiş parmakların iki kuşak önce toprağa karıştığı iskemleler. Bütün bu andaçlar Thornfield’e eskiden kalma bir ev havası veriyordu,bir anılar tapınağı. Bu kuytu yerlerin gündüz gözüyle loşluğu, sessizliği, değişik dekorları pek güzeldi, ama geceleyin o geniş karyolalarda yatmak düşüncesi beni hiç sarmıyordu. Bu yataklardan kiminin meşeden yapılma kapıları vardı. Kimisi ağır işlemeli perdelerle
çevriliydi. Bu nakışlarda son derece garip çiçekler, daha garip kuşlar, hepsinden daha garipinsanlar sergilenmişti. Ayın solgun ışığında bunlar kim bilir daha ne kadar garip görünürdü!
“Bu odalarda hizmetçiler, uşaklar mı oturuyor?” diye sordum.
“Hayır. Onların arkada, daha küçük odaları var. Buralarda kimse oturmuyor. Thornfield perili bir köşk olsaydı, hayaletler işte bu odalarda dolaşırdı, diyesi geliyor insanın.”
“Gerçekten de öyle, ama hayalet mayalet yok burada demek.”
Mrs. Fairfax gülümseyerek, “Benim bildiğim kadarıyla yok,” dedi.
“Eskilerden kalma hayalet, hortlak öyküleri de yok mu? Hiç olmamış mı?”
“Olmamış sanırım. Oysa Rochesterlar’ın bir zamanlar oldukça ateşli, hareketli bir aile olduğunu söylerler, ama belki de bu yüzden, şimdi mezarlarında rahat yatıyorlardır.”
“Evet,” diye mırıldandım, “Shakespeare ne demiş: ‘Hayatın ateşli sıtmasından sonra rahat
uykularda...’16 Şimdi nereye gidiyorsunuz, Mrs. Fairfax?” Çünkü Mrs. Fairfax yeniden yürümeye başlamıştı.
“Çatıya. Gelip manzaraya bakmak ister misin?”
Gene onun peşinden daracık bir merdiven tırmanarak tavan arasına, oradan da birduvar merdiveni ve tavan deliği yoluyla çatıya çıktım. Şimdi artık kargalarla aynı
düzeydeydim. Onların yuvalarını görebiliyordum. Kule mazgallarının üzerinden eğilip taaşağılara bakınca, malikânenin topraklarını harita gibi görebiliyordum: Yeşil kadife çimlik,
konağın gri duvarlarının çevresine serilmiş; park kadar geniş olan tarla yüzyıllık ağaçlarıylanoktalanmış; şimdi çıplak, boz duran koruluk bakımsız bir yolla ikiye ayrılmış, yeşil yosunlubahçe kapısının yakınındaki kilise, yol, o ıssız tepeler... Hepsi güz güneşinde dinlenir gibi.
Ufuktan ufuğa uzanan, beyaz sedef bulutlarla damarlanmış, koyu mavi, dost bir gökyüzü.Manzaranın hiçbir olağanüstü yönü yoktu, ama her şeyiyle insanı sarıyordu. Geri dönüp deiçeri girdiğim zaman çevremi göremedim sanki. O mavi hava kubbesinin parlaklığından
sonra tavan arası mahzen gibi karanlık geldi.Mrs. Fairfax tavan arası kapağını mandallamak için bir an geride kalmıştı. Ben elyordamıyla tavan arasının kapısını buldum, o dar merdivenden aşağı inmeye başladım. Bu merdiven, üçüncü katın ön bölümüyle arka bölümünü birbirinden ayıran dar, basık, loş bir
koridora iniyordu. Bir an oyalandım burada. Karşı uçtaki tek küçük penceresiyle, ikiyanındaki iki sıra, kapalı, küçük, kapkara kapılarıyla burası, Mavi Sakal’ın şatosundaki bir koridoru andırıyordu.
Usulca yürümeye başlamıştım ki bir ses –böyle tenha, ıssız bir yerden hiç umulmayacakbir ses– çarptı kulağıma: Birisi gülüyordu. Garip bir gülüştü bu. Keskin, ciddi, neşesiz.
Durdum. Ses de kesildi ama bir an için. Sonra, bu kez daha yüksek olmak üzere, yenidenbaşladı. İlk seferinde pek açık, belirliyse de yavaş çıkmıştı. Şimdi ise tek bir yerden geldiği
halde boş odaların hepsinde birden çınlar gibi yankılanan tiz kahkahalarla yükselmişti. Bu
sesin geldiği odayı elimle göstere bilirdim.
“Mrs. Fairfax!” diye seslendim (çünkü şimdi onun merdivenden indiğini duyuyordum).
“İşittiniz mi o kahkahaları? Kimdir bu?”
Kadın, “Hizmetçilerden biri olsa gerek,” dedi.
“Belki de Grace Poole’dur.”
Ben gene,
“Ama işittiniz mi o gülüşü?”diye sordum.
“Evet. Açıkça. Çok zaman işitirim zaten. Grace Poole bu bölmede dikiş diker. AradaLeah ile bir araya gelirler. Baş başa olunca pek gürültü ederler.”
Gülüş gene duyuldu... Yavaş, hece hece. Sonra, acayip bir mırıltıyla son buldu.
Mrs. Fairfax, “Grace!” diye bağırdı.
Gerçek bir Grace’in ortaya çıkacağını hiç ummuyordum doğrusu; çünkü ömrümde hiç duymadığım kadar acı, üzgün, yadırganır bir gülüştü bu duyduğum.Vakit öğle vakti, her yer parlak güneşli olmasaydı birtakım korkulara kapılabilirdim,ama şaşkınlığa bile kapılmakla ne aptallık ettiğimi anlamakta gecikmedim.
Bana en yakın olan kapı açılarak dışarı bir hizmetçi çıktı. Otuzla kırk yaş arasında,tıknaz, küt yapılı, kızıl saçlı, kaba, sıradan yüzlü bir kadın. Bundan daha az romantik, daha
az hayalete benzer bir kimse düşünülemezdi!
Mrs. Fairfax,
“Fazla gürültü oluyor, Grace!” dedi. “Tembihleri unutma.”
Grace, ses çıkarmadan, diz kırarak içeri çekildi.
Mrs. Fairfax,
“Leah’ya dikişlerinde, ev işlerinde yardım etmesi için tutuyoruz onu,” diyeanlattı.
“Ufak tefek kusurları varsa da iyi çalışıyor. Ha, sahi, yeni öğrencinden hoşnut kaldınmı bari bu sabah, hanım kızım?”
Laf böylece Adela’ya döndü ve aşağıdaki aydınlık, ferah bölüme varıncaya kadar dasürdü. Sofada Adela koşarak yanımıza geldi.
“Mesdames, vous etes servies!” diye bağırdı. “J’ai bien faim, moi!”17
Mrs. Fairfax’in odasında kurulmuş olan masada, öğle yemeğinin hazır, bizi beklediğinigördük.

11.(İng.) Diken tarlası.(Ç.N.)
12.(Fr.) Bu benim mürebbiyem mi? (Y.N.)
13.(Fr.) Evet ya,elbette.(Y.N.)
14.(Fr.) “Fareler Birliği” La Fontaine’in bir masalı.(Ç.N.)
15.(Fr.) “Nen var, yahu?” dedi ona farelerden biri. “Söyle!”(Y.N)
16.Macbeth,perde 3,sahne 2.(Y.N.)
17.(Fr.) Yemek haz ır,bayanlar.Benim karnım çok acıktı.(Y.N.)

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin