Sophie sabah yedide beni hazırlamaya geldi. İyice uzattı bu işi. O kadar ki, Mr.
Rochester benim gecikmemden sabırsızlanmış olsa gerek, yukarıya haber gönderip neden
inmediğimi sordurdu. Bu sırada Sophie duvağımı (o sade, dört köşe tüle kalmıştık gene
sonunda), iğneyle saçlarıma tutturmaktaydı. Onun elinden kurtulur kurtulmaz kapıya
seğirttim.
Sophie, Fransızca olarak, “Durun!” diye bağırdı. “Aynada kendinize bakın bir kez. Hiç
bakmadınız.”
Kapıdan, dönüp aynaya baktım: Uzun elbiseli, duvaklı bir hayal gördüm.
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Her zamanki
bana öylesine benzemiyordu ki, bir yabancının hayaliydi sanki.
Aşağıdan, “Jane!” diye bir ses yükseldi, hemen koştum. Merdiven dibinde efendim
duruyordu. “Nerelerdesin?” dedi. “Sabırsızlıktan bana ateşler basıyor, sen oyalandıkça
oyalanıyorsun.”
Beni yemek salonuna aldı, baştan ayağa o keskin bakışlarıyla süzerek
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
“zambaklar gibi
nefis” olduğumu, “yalnız gönlünün süruru değil, gözünün de nuru” olduğumu söyledi. Sonra
bana kahvaltı için on dakika kadar vereceğini söyleyerek çıngırağı çaldı. Yeni tutmuş olduğu
uşaklardan biri geldi.
“John arabayı hazır ediyor mu?”
“Evet, Beyefendi.”
“Bavullar indirildi mi?”
“Şimdi indiriyorlar, Beyefendi.”
“Sen, çabuk kiliseye git, bak bakalım Rahip Wood’la kâtip bey oradalar mı? Sonra gel,
bana haber ver.”
Kilise, okuyucumun da bildiği gibi, bahçe kapısından az ötedeydi. Uşağın gidip dönmesi
uzun sürmedi.
“Papaz efendi cüppesini giyiyordu, efendim.”
“Ya araba?”
“Atları koşuyorlar, Beyefendi.”
“Kiliseye giderken arabayı istemiyoruz ama döndüğümüz anda hazır bulmalıyız. Bütün
sandıklar, bavullar bağlanmış, arabacı da yerine geçmiş olmalı.”
“Baş üstüne, Beyefendi.”
“Jane, sen hazır mısın?”
Ayağa kalktım. Ayağımıza bağ olup bizi oyalayacak sağdıçlar, nedimeler, hısım akrabalar
yoktu; yalnız Mr. Rochester’la ben. Salondan çıktığımızda Mrs. Fairfax sofada duruyordu.
Onunla konuşmak için can attım, ama elimi demir bir pençe sıkmış, beni zor yetişebildiğim
bir hızla sürükleyip götürüyordu. Mr. Rochester’ın yüzüne bakmak demek, bir saniyelik bir
gecikmenin bile hiçbir surette bağışlanmayacağını bilmek demekti. Dünyada hiç böyle
güvey görülmüş müdür acaba? Böyle inatçı, böyle sert azimli... Gür kaşlarının altında gözleri
böyle alev alev parlayan... Hava açık mıydı, kapalı mı, bilmiyorum. Araba yolundan aşağı yürürken ne yere bakıyordum, ne göğe. Bütün canım gözlerime toplanmıştı sanki, gözlerim de efendimdeydi. Onun gözlerinde böyle müthiş şimşekler çaktıran şeyi görmek istiyordum.
Göğüsleyip karşı geldiği gizli düşünceleri okumak istiyordum. Kilise avlusunun kapısında
durdu. Soluk soluğa kalmış olduğunu gördüm.
“Sevda beni zalim mi yapıyor?” diye sordu. “Duralım bir an. Yaslan bana, Jane.”
Şimdi bile, o anda karşımızda sessiz yükselen o kurşun renkli Tanrı evini, çan kulesinin
çevresinde dönüp dolanan tek bir kargayı, geride uzanan pespembe sabah göklerini görür
gibiyim. O yeşil mezar tümsekleri gene gözümün önünde belirir gibi oluyor. Bu tümseklerin
arasında gezinerek yosunlu mezar taşlarını okuyan iki yabancı erkeği de unutmuş değilim.
Onları hemen ayrımsamıştım; çünkü bizim gelişimizi görünce kilisenin arkasına doğru
yürümüşlerdi. Yan kapıdan içeri girip töreni izlemek istediklerinden hiç kuşkum yoktu. Mr.
Rochester onları görmedi; çünkü onun gözleri benim heyecandan, yorgunluktan bembeyaz
kesilmiş yüzümdeydi. Alnımın ter içinde kaldığını, dudaklarımla yanaklarımın buz kestiğini
duyumsuyordum. Çok geçmeden kendimi topladım, efendim de beni, bu kez yavaş
yürüterek, kilisenin sundurmasına çıkardı.
O sessiz, alçakgönüllü tapınağa girdik. Basit sunakta papaz, cüppesini giymiş,
beklemekteydi. Kâtibi de yanına almıştı. Her şey hareketsiz... Ancak uzak bir köşede
kımıldayan iki gölge vardı. İyi tahmin etmişim: Avludaki yabancılar bizim önümüzden içeri
girmişler, Rochester’ların, kilisenin yan duvarındaki eski aile kabirlerinin önünde
duruyorlardı. Arkaları bize dönük olarak, parmaklıkların arasından mermer gömüte
bakıyorlardı. Burada diz çökmüş bir melek heykeli, içsavaşlar sırasında savaş alanında
öldürülen Damer De Rochester’la karısı Elizabeth’in naaşlarına bekçilik etmekteydi.
Sunak parmaklığının önündeki yerlerimizi aldık. Bu sırada arkada hafif bir ayak sesi
duyarak dönüp baktım: O iki yabancıdan biri (kibar, beyefendi kılıklı biriydi), bize doğru
yaklaşıyordu. Tören başladı. Papaz, evliliğin amaçlarını anlatan vaazını verdi, sonra bir adım
öne gelip hafifçe efendime doğru eğilerek sözünü sürdürdü:
“O müthiş Kıyamet gününde size sorulan bütün sorulara karşılık vereceksiniz, bütün
ruhların gizleri ortaya dökülecek. O gündeymişiz gibi ikinize de buyuruyorum: Karı koca
olarak bir araya gelmenize bir engel varsa, bunu da biliyorsanız, şimdi açıkça söyleyin;
çünkü şunu iyi bilin ki Tanrı sözüne aykırı olarak birleşenlerin birliğini Tanrı tanımaz,
evlenmeleri yasal da sayılmaz.”
Papaz buraya gelince, âdet olduğu üzere, duraladı. Bu sorunun ardından çöken bir anlık
sessizliğin o soruya verilen bir karşılıkla dağıtıldığı ne zaman görülmüştür? Belki yüz yılda
bir kez bile olmaz bu. Nitekim, papaz da gözlerini dua kitabından ayırmamıştı bile; yalnız,
bir an için soluğunu tutmuştu. İşte tam törene devam etmek üzereydi... Elini Mr. Rochester’a
doğru uzatmış, “Bu kadını eşin olarak kabul ediyor musun?” diye sormak üzere tam ağzını
açmıştı ki yanı başımızdan tok bir ses yükseldi:
“Bu nikâh kıyılamaz! Bir engel bulunduğunu ihbar ediyorum.”
Papaz başını kaldırdı, konuşmuş olan adama baktı. Sesini çıkarmadı. Kâtip de öyle.
Efendim, ayağının altındaki yer oynamışçasına hafifçe bir kımıldadı, yere daha sağlam bastı,
ne başını, ne de gözlerini çevirmeden, papaza, “Devam edin,” dedi.
Derin, alçak bir sesle söylenen bu sözün üzerine kiliseye bir sessizlik çöktü. Neden
sonra Papaz Wood, “Ortaya atılan bu iddia konusunda bir soruşturma yapmadan, doğru ya
da yanlış olduğuna ilişkin belge elde etmeden törene devam edemem,” dedi.
Arkamızdan yükselen ses, “Törene devam edilmeyecek!” diye araya karıştı. “İddiamı kanıtlayabilecek durumdayım. Bu nikâhın kıyılmasını önleyen aşılmaz bir engel vardır.”
Efendim duyuyor, duymazlıktan geliyordu. İnatla, dimdik durmaktaydı. Yaptığı tek
hareket benim elimi avucunun içine almak oldu. Eli ne kadar sıcaktı, nasıl da sımsıkı
tutuyordu elimi! O solgun, sert, geniş, çıkık alnı şu anda nasıl da damarlı mermere
benziyordu! Gözlerinin hem tetikte, hem vahşi, öyle bir parlayışı vardı ki!
Papaz Wood ne yapacağını bilemez durumlara düşmüştü. “Bu engelin aslı nedir?” diye
sordu. “Belki ortadan kalkabilir ya da açıklanması yapılabilir.”
Ses, “Pek değil,” diye karşılık verdi. “Engelin aşılmaz olduğunu söyledim. Bilerek
konuşuyorum.” Konuşan adam ilerledi, parmaklığa yaslanarak sözünü sürdürdü. Her sözcüğü
açıkça, tane tane, sakinlikle, kararla, bağırmadan söylüyordu: “Engel, bundan önce kıyılmış
bir nikâhın yürürlükte olmasından ibarettir. Mr. Rochester’ın halen sağ olan bir eşi var.”
Alçak sesle söylenen bu sözler benim sinirlerimi, hiçbir gök gürültüsünün
ürpertemeyeceği kadar ürpertmişti. Bu sözlerdeki sinsi şiddet en keskin ayazdan, en alevli
ateşten daha çok işlemişti kanıma. Ne var ki sakindim. Bayılmaktan falan korktuğum yoktu.
Efendime doğru baktım, onu bana bakmaya zorladım. Bütün yüzü renksiz bir kayaydı;
gözleri hem taş, hem kıvılcım. Konuşmadı, gülümsemedi. Bakışlarında benim insan
olduğumu bile tanımaz gibi bir ifade vardı. Kolunu belime doladı, beni, kıskıvrak, kendine
doğru çekti. Sonra yabancıya döndü:
“Siz kimsiniz?”
“Adım Briggs. Avukatım. Londra’dan geliyorum.”
“Demek benim omzuma bir eş yüklemek niyetindesiniz.”
“Size eşinizin varlığını anımsatmak niyetindeyim, beyefendi. Onu siz tanımıyorsanız
bile yasa tanıyor.”
“Lütfen bana onun kimliğini söyleyiniz... Adını, ana babasını, oturduğu yeri falan.”
“Elbette” diyerek Mr. Briggs cebinden bir kâğıt çıkardı, genizden gelen, resmî bir sesle
okumaya başladı:
Ben, Richard Mason, iddia ve ispat ederim ki, bundan on beş yıl önce 20 Ekim günü, İngiltere’de
Thornfield ve Ferdean malikâne ve çiftliklerinin sahibi olan Edward Fairfax Rochester, Jamaika’nın Spanish
Town kentindeki ... Kilisesi’nde, tüccar Jones Mason’la karısı İspanyol asıllı Antoinetta’nın kızları, benim kız
kardeşim olan Bertha Antoinetta Mason’la evlenmiştir. Bu nikâhın kaydı adı geçen kilisede, bu kaydın bir
kopyası da benim elimde bulunmaktadır.
İmza: Richard Mason
“Bu geçerli bir belgeyse benim on beş yıl önce evlenmiş olduğumu kanıtlayabilir ama
karım olduğu söylenen kadının şimdi yaşadığını ispatlamaz.”
Avukat, “Üç ay önce yaşıyordu,” dedi.
“Nereden biliyorsunuz?”
“Öyle bir tanığım var ki söylediklerini siz bile yadsıyamayacaksınız beyefendi.”
“Çıkar onu ortaya... Yoksa, cehennemin dibine kadar yolun var!”
“Herhangi bir yere gitmeden önce tanığımı ortaya çıkaracağım, efendim; çünkü kendisi
buracıkta. Mr. Mason, buraya gelir misiniz lütfen?”
Bu adı duyunca Mr. Rochester’ın dişleri kısıldı; gövdesinden bir ürperti geçti. Yanı
başında olduğum için onun öfkeyle, kahırla kasıldığını hissettim. Şimdiye kadar gerilerde oyalanmış olan ikinci yabancı adam da bu sırada yanımıza geldi. Avukatın arkasında soluk
bir yüz belirdi. Evet, Mason’du bu, ta kendisi. Mr. Rochester döndü, ona yiyecek gibi baktı.
Gözlerinin kara olduğunu söyler dururum; ama şimdi derinliklerinde kestanemsi, hatta
kıpkızıl bir parıltı yalazlanmış gibiydi. Yüzünü de kan basmıştı; esmer yanaklarıyla alnı,
içini ateş basmışçasına kızardı. Birden, kolunu kaldırdı. İstese Mason’ı vurup yere çalar, tek
bir demir yumruğuyla soluğunu keserdi. Mason gerileyip büzülerek, “Ulu Tanrım!” diye
inledi. Bunun üzerine, buz gibi bir tiksinti efendimin kızgınlığını sildi. Öfkesi sönüverdi.
Mason’a dönerek!