Onun bu sözlerindeki içtenliği sezdim; bunlardan şöyle bir ders aldım: Bana öğretilen, iliklerime işlemiş olan ahlak, doğruluk ilkelerini –herhangi bir nedenle, bahaneyle şeytana uyarak– unutur da bu bahtsız kadınların izinden yürürsem, efendim bir gün gelir, bana karşı
da aynı acı duyguları beslerdi. Bu inancımı ona söylemedim, benim bilmem bana yeterdi.
Kafamın içine de iyice kazıdım ki karar verme zamanı gelince bana yardım etsin.
“Jane, neden ‘Ee, sonra?’ diye sormuyorsun gene? Öyküm bitmedi, daha. Hâlâ kaşların çatık. Yapmış olduklarımı beğenmediğin belli. Ama, konumuza gelelim... Geçen ocak ayında, bütün o kadınlardan kurtulmuş olarak, iş için, İngiltere’ye döndüm. Yararsız, yapayalnız,
göçebe bir yaşayışın sonucu olarak sinirli, sert, küskün bir ruh taşıyordum. Düş kırıklığı beni
yiyip çökertmişti. İnsanlara, hele kadın milletine diş biliyordum; çünkü artık kafası işleyen, vefalı, şefkatli, sevebilen bir kadının düşten ibaret olduğuna inanmaya başlamıştım.
Her tarafın buz kestiği bir ikindi saatinde, at sırtında Thornfield’e yaklaştım. Konak uzaktan görünmüştü. Uğursuz, sevimsiz yer! Beni çatısının altında bekleyen bir huzur, bir mutluluk yoktu... Biliyordum bunu. Bir çitin üzerinde tek başına oturan ufak, sessiz bir
karaltı gördüm. Karşıdaki kavak ağacının önünden geçercesine ilgisiz, onun önünden atımı sürüp geçtim. Onun hayatımda oynayacağı rol o anda içime doğdu, dersem yalan söylemiş olurum. Orada, gösterişsiz olarak, benim hayatımın hakemi beni beklemekteymiş meğer... Beni iyiye ya da kötüye yöneltebilecek olan güç! Evet, bu bana malum oldu, dersem yalan. Mesrur ayağı kayıp devrilince bu karaltı yerinden kalkıp ciddilikle bana yardım sundu da gene hiçbir önsezi duymadım ben. Beni o çocuksu, incecik kanadının üstüne alıp uçurmayı önermişti. Terslenip homurdandım, bu yaratık kaçıp gitmedi. Bir garip inatla yanımda
durmuş güvençli, adeta üstün bir edayla konuşuyordu. İlle bana yardım edecekmiş. Etti de sonunda.
O incecik omza yaslanır yaslanmaz yepyeni bir şey –taze bir yaşam gücü, taze duygular– benliğime süzülür gibi oldu. Bu küçük, perili kızın benim konağımda oturduğunu, birazdan gene bana döneceğini iyi ki öğrendim; yoksa, yanımdan ayrılıp da gölgeli çitlerin arasında gözden yittiği zaman herhalde müthiş üzülecektim. Benim seni nasıl düşündüğümden, nasıl yolunu gözlediğimden senin haberin bile yoktu besbelli, Jane. O gece senin eve dönüşünü duydum ben. Ertesi gün de –kendimi göstermeden– belki yarım saat senin yukarıdaki çekme balkonda Adela’yla oynamanı
seyrettim. Aklımdadır, hava karlı olduğu için bahçeye çıkamamıştınız. Ben de odamdaydım. Kapıyı aralık bıraktığım için sizi hem görebiliyor, hem de seslerinizi duyuyordum. Sen dikkatini Adela’ya vermiştin ama bana öyle geldi ki aklın başka şeylerdeydi. Öyleyken gene de çocuğa karşı çok sabırlı, sevecendin, biricik Jane. Uzun zaman onunla konuştun, onu eğlendirdin. Sonunda o yanından ayrılınca sen derin düşüncelere daldın. Balkonda yavaş yavaş gezinmeye başladın. Bir aşağı, bir yukarı. Ara sıra bir pencerenin
önünden geçerken duruyor, dışarıda lapa lapa yağan karlara bakıyordun. Rüzgârın iniltisine kulak kabartıyordun, sonra gene usul usul, bir aşağı, bir yukarı geziniyor, hayallere dalıyordun. Bu hayaller sıkıcı şeyler değildi sanıyorum. Gözlerinde ara sıra keyifli bir bakış
ışıyor, yüzünde tatlı bir heyecan beliriyordu ki bu da senin acı, karanlık kuruntulara değil de
gençliğin umut, inanç dolu tatlı düşlerine dalmış olduğunu gösteriyordu. Aşağıda bir
hizmetçiyle konuşan Mrs. Fairfax’in sesi senin hayallerini dağıttı. O anda kendi kendinle alay eder gibi öyle tuhaf bir gülümseyişin vardı ki, Jane! Cin gibi bir gülümseyiş. Sanki
‘Kurduğum tatlı düşler iyi, hoş ama bunların tümden asılsız olduğunu da unutmamalıyım!’ der gibiydi. ‘Kafamda gül pembe bulutlar, çiçekli, yemyeşil bir cennet var. Gelgelelim gerçek yaşamda, önümde dikenli, taşlı bir yolun uzandığını, beni kim bilir kaç tane kara kasırga beklediğini de bal gibi biliyorum,’ der gibiydi bu gülümseyiş. Hemen aşağıya koştun, Mrs. Fairfax’ten bir iş istedin. Haftalık ev hesaplarını mı yapmak istiyordun ne, öyle bir şey. Seni
göremeyeceğim yere gittiğin için enikonu canım sıkıldı. Akşam olsun da seni yanıma çağırtabileyim diye sabırsızlıkla bekledim. Sende az
rastlanan, hele benim için yepyeni olan bir kişilik bulunduğunu seziyordum. Bu kişiliği daha
derinine incelemek, seni daha yakından tanımak istiyordum. Salona hem utangaç, hem de gözü pek, kendine güvenir bir edayla girdin. Kişiliğin gösterişsiz, hatta biraz rüküştü. Seni konuşturdum, yaradılışının tuhaf çelişkilerle dolu olduğunu çok geçmeden anladım. Giyiniş, davranış bakımından kapalı, çekingendin. Yaradılıştan kibar, ince olduğun, yalnız şimdiye
kadar insan içine pek çıkmadığın anlaşılıyordu. Bir pot kırarak karşındakinin üzerinde kötü
bir etki bırakmaktan çok çekiniyordun. Ancak, konuştuğun zaman gözlerinin bakışı yiğit,
bağımsızdı. Bakışlarından anlayış, görüş yetisi, irade gücü taşıyordu. Soru soruldu mu hemen hazır, doyurucu karşılıklar bulabiliyordun. Çok geçmeden bana alışmaya başladığını anladım. Çatık kaşlı, yüzü gülmez efendinle kendi ruhunun arasındaki yakınlığı sen de
sezmiştin sanırım; çünkü –şaşılacak şey– çok geçmeden üzerine pek tatlı bir rahatlık çöktü. İstediğim kadar homurdanayım, sen oralı bile olmuyordun. Benim huysuzluğuma karşı ne şaşkınlık gösteriyordun, ne korku, ne de hoşnutsuzluk. Gözucuyla beni süzüyordun. Ara sıra da öyle doğal, yalın bir anlayışla gülümsüyordun ki anlatamam! Seninle konuşmak beni hem
doyurup hoşnut bırakmış, hem de zihnimi kamçılamıştı. Seni daha çok görmek, seninle daha çok konuşmak istiyordum. Öyleyken, gene de uzun zaman sana resmî davrandım, seni
yanıma seyrek çağırdım. Ruhsal hazlara karşı doymaz bir oburdum sanki: Bu değişik çeşnili
söyleşilerin tadını elimden geldiğince uzatmak istiyordum. İlk önceleri korkuyordum da: Bahçemde açan bu çiçeği çok koklarsam rengi uçacak, kokusu kaçacak, tazeliğinin tatlılığı
yitecek gibi geliyordu. Meğer bu solup geçen türden bir çiçek değil, çiçek biçiminde yontulmuş bir elmasmış! Sonra, bakalım sen gelip kendiliğinden beni arayacak mısın, diye de merak ediyordum. Kendiliğinden aramıyordun sen beni. Sessiz sedasız, kendi yaşantını
sürdürüyordun. Bir yerde rastlaştığımız zaman da, ayıp olmayacak kadar bir ilgi gösterdikten sonra, hemen yoluna gidiyordun. O zamanlar hep düşünceli, durgun bir halin vardı, Jane. Asık suratlıydın demek istemiyorum, ama yaşam dolu da değildin. Öyle ya, gelecekten pek
bir umudun, her günkü yaşayışında pek bir zevkin, eğlencen yoktu.
Benim hakkımda ne düşündüğünü, dahası beni hiç düşünüp düşünmediğini merak
ediyordum. Bunu öğrenmek için gene sana yakınlık göstermeye başladım. Konuştuğumuz zaman açılıyor neşe, can buluyordun. Seni durgunlaştıran şey kendi ruhun değil, ders
odasının sessizliği, yaşantının sıkıcılığıydı besbelli. Sana karşı dostça davranmak zevkini
kendime bağışladım. Bunun karşılığında sen de duygulanmakta gecikmedin. Yüzünün ifadesi
yumuşadı, sesin daha bir tatlılaştı. Kendi adımın senin dudaklarından mutlu, sıcak bir tınıyla
döküldüğünü dinlemeye bayılıyordum. Şimdi seninle rastlaşmak çok hoşuma gidiyordu;
çünkü bana belli belirsiz bir kuşkuyla, bir kaygıyla bakıyordun. Aklıma ne eseceğini
kestiremiyordun çünkü: Sert, soğuk bir patron olarak mı, yoksa candan bir dost olarak mı karşına çıkacağımı bilemiyordun. Ben de artık sana o kadar bağlanmıştım ki eskisi gibi
soğuk, resmî davranmak numaraları yapamıyordum. Elimi dostça sana uzattığımda şu tazecik, ciddi yüzün öyle bir renkle, ışıkla, sevinçle aydınlanıyordu ki seni hemen oracıkta bağrıma basmamak için çok zaman kendimi zor tutuyordum.”
Gözlerimde beliren yaşları gizlice silerek, “Artık o günleri anmayın, efendim,” dedim. Onun bu sözleri işkenceydi benim için; çünkü yapmam gereken (hem de gecikmeden yapmam gereken) işi biliyordum ve bütün bu anılar, iltifatlar benim işimi büsbütün
güçleştirmeye yarıyordu.
“Doğru, Jane,” dedi. “Geçmiş günlerin üzerinde durmaya ne gerek var... Bugünümüz çok daha güvenli, yarınımız çok daha parlakken!” Onun bu savını duyunca ürperdim. “Durumu artık anlıyorsun, değil mi?” diye sözlerini sürdürdü. “Yarısı yalnızlık, yarısı da mutsuzluk
içinde geçen yıllardan sonra gerçekten sevebileceğim bir kadın buldum... Seni buldum Jane. Sen benim kalbim, vicdanım, iyilik meleğimsin. Çok güçlü bağlarla bağlıyım sana. Daha ilk baştan seni iyi, yetenekli, çekici bir kadın olarak gördüm, gönlümde ateşli, derin bir tutku doğdu. Bu tutku seni benim ruhuma, canevime doğru çekti, bütün varlığımı senin çevrende
topladı; temiz, gür alevlerle tutuşarak ikimizi tek insan yapıp çıktı.
İşte bunları hissettiğim, bildiğim içindir ki seninle evlenmeye karar verdim. Bana aslında evli olduğumu söylemek boş bir masaldır yalnızca. Karım denen şeyin korkunç bir iblisten başka bir şey olmadığını artık biliyorsun. Seni aldatmaya yeltenmem yanlıştı, ama senin
yaradılışındaki inatçı yönü biliyordum. Küçüklükten beri çok katı bir ahlak anlayışıyla büyütülmüş olduğunu sanıyorum. Sana her şeyi anlatmak tehlikesini göze almadan önce seni kendime bağlamak, kaçmana fırsat bırakmamak da istiyordum. Korkaklıkmış meğer bu!
İlk baştan senin o soylu, yüksek ruhuna sığınmak varmış. Çile doldurmakla geçen ömrümü,
daha temiz, daha yüksek bir yaşantıya karşı duyduğum açlığı, susuzluğu, beni gerçek bir
bağlılıkla sevecek birini bulup ona gerçekten, tüm varlığıyla bağlanmak ihtiyacımı sana açıkça anlatmak varmış. Ondan sonra sana ölünceye kadar bağlı kalacağıma yemin edip
senin de yeminini almalıymışım. Jane... Şimdi ver bu sözü bana.” Bir duraklama oldu.
“Neden susuyorsun, Jane?”
O anda ateşle sınanıyordum ben. Kızgın demirden bir pençe içime yapışmıştı. Boğuşma,
karanlık, ateş dolu, korkunç an! Dünyada hiçbir insanoğlu benim sevildiğimden daha çok, daha gerçek sevilmeyi dileyemezdi. Beni böyle sevene ben de tapınıyordum. Gel gör ki bu tapmayı, bu aşkı bırakıp gitmek zorundaydım. Tek bir karanlık söz dayanılmaz görevimi açıklamaya yetiyordu: Uzaklaş!
“Jane... Anlıyorsun değil mi senden ne istediğimi? Tek bir söz vereceksin: ‘Senin olacağım, Edward Rochester.’”
“Edward Rochester, sizin olmayacağım ben.”
Gene uzun bir sessizlik. Sonra efendim usulca, “Jane!” dedi. Sesinin tatlılığı beni hem kedere boğdu, hem de bir tehlike korkusuyla buz gibi yaptı; çünkü bu yavaş ses, atılmaya
hazırlanan aslanın solumasıydı.
“Jane, yani sen bir yana gideceksin; bırakacaksın ben de öbür yana gideyim... Öyle mi demek istiyorsun?”
“Evet, efendim.”
“Jane!..” Eğilip beni kollarına alarak, “Şimdi de diyor musun aynı şeyi?” diye sordu
“Evet, efendim.”
Alnımı, yanaklarımı yavaşça öperek, “Ya şimdi?” diye bir daha sordu.
Kollarından çabucak, kesinlikle sıyrılarak, “Evet,” dedim.
“Ah, Jane, çok acı bu! Hem de günah! Oysa beni sevmek günah olamaz!”
“Sizin dediğinizi yapmak günah olur.”
Vahşi bir ifadeyle kaşlarını çattı, yüzünü astı. Ayağa kalktı, ama henüz kendini tutuyordu. Ben, güç bulmak ister gibi, bir sandalyenin arkalığına tutundum. Korkudan titriyordum, ama kararım karardı.
![](https://img.wattpad.com/cover/204428888-288-k291855.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
RomanceJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...