37.1

15 3 0
                                    

Ama çektiğim bunca çileden sonra bu kadar mutluluk nasip olamaz ki bana! Düş bu. Kaç kereler rüyalarımda onu –tıpkı böyle– bağrıma bastığımı... İşte böyle öptüğümü görmüşümdür. Onun beni sevdiğini, bana güvendiğini, benden hiç ayrılmayacağını
hissetmişimdir.”
“Hiç ayrılmayacağım, efendim... Bugünden sonra hiç!”
“Hiç mi diyor bu ses? Ama, her seferinde uyanınca bu rüyanın yalnızca acı bir şaka
olduğunu görürüm. Gene yapayalnız, kimsesiz bulurum kendimi. Yaşantım kapkara, ıssız, umutsuz; ruhum, kalbim aç susuz; ama yemek, içmek yasak edilmiş! Şu anda göğsüme
sokulan tatlı, yumuşak düş! Ötekiler gibi sen de uçup gideceksin nasıl olsa. Yalnız, gitmeden önce öp beni bir kez. Sarıl bana, Jane.”
“Öpüyorum işte, efendim, sarılıyorum!”
Dudaklarımı onun o bir zaman parıl parıl ama şimdi ışıksız olan gözlerine bastırdım. Saçlarını arkaya doğru iterek alnından da öptüm. Birden silkinip uyandı sanki: İşin
gerçekliğini birden kavramıştı: “Sensin ha, Jane? Demek bana döndün artık?”
“Evet, efendim.”
“Bir hendek içinde, bir ırmağın dibinde ölüp kalmadın, demek? Yabancıların arasında
perişan olmadın?”
“Hayır, efendim. Hem şimdi ben artık bağımsız bir kadınım.”
“Bağımsız mı? Yani, nasıl, Jane?”
“Madeira’daki amcam ölmüş, bana beş bin sterlin bırakmış.”
“Ha! İşte bu gerçek! Çünkü bu maddi bir şey. Rüya olsa böyle bir şeyi görmezdim. Hem zaten, artık sesini de tanıdım iyice... Yumuşak olduğu kadar canlı, canlandırıcı; küskün
yüreğime neşe veriyor, canıma can katıyor. Ne diyorsun, Janet? Demek bağımsız bir kadınsın... Zenginsin ha?”
“İyice zengin, efendim. Siz beni yanınıza almazsanız ben de gelir kapınızın dibine kendim bir ev yaptırırım. Siz de canınız yarenlik istediği geceler gelip yanı başıma
oturabilirsiniz.”
“Ama, Jane, mademki zenginsin... Seni el üstünde tutan dostların vardır artık. Senin kendini böyle kör gözlü bir sakata adamana izin vermezler.”
“Ben size zengin olduğum kadar bağımsız olduğumu da söyledim, efendim. Kendi başıma buyruğum ben.”
“Benimle kalacaksın, öyle mi?”
“Elbet... Yani sizin bir diyeceğiniz yoksa. Komşunuz, bakıcınız, kâhya kadınınız olacağım. Yalnızsınız. Arkadaşınız olup size kitap okuyacağım, sizinle yürüyüşe çıkacağım, konuşacağım; dört döneceğim çevrenizde. Göz olacağım, el olacağım sizin için. Şu tasalı
halinizi silkip atın, sevgili efendim, ben hayatta oldukça yalnız, neşesiz kalmayacaksınız.”
Edward Rochester buna karşılık vermedi. Ciddi bir duruşu vardı. Dalgın, içini çekti. Konuşacakmış gibi ağzını açtı, sonra gene kapadı. Şimdi benim üzerime de bir utangaçlık
gelmişti. Acaba pek mi acele etmiş, pek mi atak davranmıştım? Benim bu açıksözlülüğümü, serbestliğimi belki St. John gibi o da ayıplamıştı. Onun benimle evlenmek istediğine, bana
evlenme önereceğine inandığım için böyle konuşmuştum. Bana hemen sahip olmak isteyeceğine ilişkin bir inanç bana cüret, hız vermişti. Gel gör ki, efendim, hâlâ bu konuya
dokunmuyordu, hatta yüzü gitgide asılır gibiydi. Birden düşündüm ki belki de yanılmış, kendimi sersem yerine koymuştum. Kollarından yavaşça sıyrılmaya çalıştım, o beni gene heyecanla kendine doğru çekti. “Yok, Jane, yok gitme. Sana dokundum artık, sesini duydum. Varlığının bana verdiği tatlı
avuntuyu, huzuru tattım. Bu nimetlerden vazgeçemem artık. Kendi içim öyle tükendi ki, sana sahip olmam şart. Belki el âlem güler bu işe. Bencil bir soytarı der bana; olsun,
umurumda değil. Ruhum sana susamış durumda, Jane! Bu susuzluğu giderilmezse beni içimden yıkacak.”
“İyi ya... Yanınızda kalacağım işte. Öyle dedim ya!”
“Evet, ama yanımda kalmayı sen bir anlama alıyorsun, ben başka anlama. Sen belki de benim gözüm elim olmakla yetineceksin. İyi yürekli bir küçük hastabakıcı gibi bakacaksın
bana; çünkü sıcak, büyük bir gönlün olduğu için, acıdığın kimselere bu tür özverilerde bulunursun. Belki benim de bununla yetinmem gerekir. Belki sana karşı yalnızca bir baba
sevgisi beslemem daha yerinde olur. Sen ne dersin? Söyle bakalım.”
“Siz ne derseniz ben de onu derim, efendim. Sizce daha uygunsa yalnızca hastabakıcınız olmakla yetinirim.”
“Ama her zaman benim hastabakıcım olarak kalamazsın ki, Janet. Gençsin. Bir gün gelip evleneceksin elbet.”
“Evlenmek önemli değil benim için.”
“Önemli olmalı. Eski halim olsaydı bak ben nasıl önemsetirdim bunu sana! Şimdi kör bir kütükten ibaretim!”
O gene kara kara düşüncelere daldı. Benimse keyfim yerine gelmiş, cesaretim tazelenmişti: Onun bu son sözleri bana zorluğun nereden doğduğunu göstermişti. Suçun
bende olmadığını anlayınca deminki utangaçlığım da kalmadı. Daha canlı bir ifadeyle,
“Birisinin sizi ele alıp gene insan kılığına sokması gerek artık,” diyerek o gür, çoktan beri kesilmemiş saçlarını karıştırdım. “Çünkü, ben görmeyeli siz insanlıktan çıkıp aslan
olmuşsunuz; ya da ona benzer bir şey. Savaş alanlarındaki Nabukadnezar gibi bir haliniz var. Saçlarınız, uçuşmuş kartal tüylerini andırıyor. Belki elleriniz de kuş pençesine dönmüştür, daha görmedim.”
Efendim, “Bu kolumda ne el kaldı, ne tırnak!” diyerek sakat kolunu göğsünden çekip bana gösterdi. “Kütük gibi bir şey... İğrenç bir manzara. Öyle değil mi Jane?”
“Acı bir manzara efendim. Gözleriniz de, alnınızdaki yanık izi de öyle. İşin asıl tehlikeli yanı şu ki bütün bunlar yüzünden insanın sizi daha da çok seveceği, sizi gereğinden çok
şımartacağı geliyor.”
“Benim şu kör gözlerimle şu kütük kolumu görünce tiksineceğini sanmıştım, Jane.”
“Öyle mi? Öyle bile olsa bana söylemeyin, sonra size hakaret eder, anlayışınızın kıt olduğunu söylerim. Şimdi beni bir an bırakın da şu şöminedeki ateşi canlandırıp ortalığı
toplattırayım. Alevli yandığı zaman ateşi görebiliyor musunuz?”
“Evet. Sağ gözümle bir parıltı seçebiliyorum. Kızılımtırak bir aydınlık.”
“Mumları da görebiliyor musunuz?”
“Pek sönük olarak. Her biri ışıklı bir sis gibi.”
“Beni görebiliyor musunuz?”
“Yok meleğim. Ama seni duyabiliyorum, sana dokunabiliyorum ya... Buna bin şükür.”
“Akşam yemeğini ne zaman yiyorsunuz?”
“İkindi çayından sonra hiçbir şey yemiyorum.”
“Bu gece yiyeceksiniz. Benim karnım aç. Sizin de açtır ya, aklınıza gelmiyordur.”
Mary’yi çağırtarak ortalığa güzelce çeki düzen verdirttim, doyurucu bir yemek hazırlattım. Heyecanlıydım, keyifliydim. Yemek sırasında da, sonradan da saatler boyunca onunla neşeyle, rahatlıkla söyleştim. Onun yanındayken davranışlarımı kollayıp sözlerimi tartmak, coşkunluğumu, sevincimi baskı altında tutmak zoru yoktu. Onun yanında ben,
benim yanımda o, tam anlamıyla yaşıyorduk. Efendimin gözleri görmediği halde yüzü gülümsüyor, sevinçten parlıyor, çizgileri yumuşayıp tatlılaşıyordu.
Yemekten sonra bana bir sürü soru sormaya başladı: Nereye gitmiş, nerelerde kalmıştım;
ne iş yapmıştım; onu nereden, nasıl bulmuştum falan filan. Bunları üstünkörü karşılıklarla
geçiştirdim; çünkü saat çok geçti, her şeyi o gece anlatamazdım ona. Hem zaten, onu heyecanlandırıp duygulandırmaya, üzmeye de niyetim yoktu şimdilik. O anda tek amacım
ona neşe vermekti. Gerçekten de neşelenmişti, ama daha tam değil: Konuşma arasında bir an sessizlik olsa hemen huylanıyor, eliyle beni arayarak, “Jane?” diyordu.
“Jane, sen sahi insan türünden misin? Emin misin bundan?”
“Ben bütün varlığımla buna inanıyorum, efendim.”
“Öyleyse bu karanlık, kederli akşam saatinde, yanı başımda nasıl bitiverdin birden bire?
Bir hizmetçinin elinden su almak için elimi uzatıyorum, suyu sen veriyorsun bana. Mary’ye
bir şey soruyorum, senin sesin geliyor.”
“Mary’nin yerine tepsiyi ben getirmiştim de ondan.”
“Ya şu baş başa geçirdiğimiz saatin büyüsü? Aylardır nasıl karanlık, sıkıcı, umutsuz bir yaşam sürdüğümü kim anlayabilir? Yapacak işim yok. Beklediğim bir şey yok. Geceler
gündüzden, gündüzler geceden farksız. Yalnız ateş söndüğü zamanlar üşüyorum, yemek yemeyi unuttuğum zamanlar açlık duyuyorum. Sonra, dinmez bir acı. Jane’ime yeniden
kavuşabilmek için çılgınlığa varan bir özlem. Evet, onun yokluğu gözlerimin yokluğundan daha çok koyuyordu bana. İşte şimdi Jane yanımda... Beni sevdiğini de söylüyor... Nasıl olur
bu? Ya geldiği gibi gene apansız gidiverirse? Korkarım ki yarın bir bakacağım... Jane’imin
yerinde yeller esiyor!”
Bu durumda, onun kaygılarıyla ilişiği olmayan sıradan, gündelik, gerçekçi bir sözün iyi geleceğini düşündüm. Parmağımı kaşlarının üzerinden geçirerek, “Kaşlarınız yanmış,” dedim.
“Bir merhem süreyim de gene eskisi gibi gürleşsin.”
“Ey yardımcı ruh, bana herhangi bir yoldan hizmet etmeye ne gerek var... Aklına esince gene beni bırakıp gideceksen? Nereye, nasıl gittiğini haber vermeksizin, bir gölge gibi,
benim bir daha hiç bulamayacağım yerlere kaçacaksan?”
“Yanınızda tarak var mı, efendim?”
“Neden, Jane?”
“Şu dağınık, kapkara yeleyi biraz düzeltmek istiyorum da. Size yakından baktıkça ürküyorum adeta. Benim peri meri olduğumdan dem vuruyorsunuz, ama aslında siz orman cinlerini andırıyorsunuz, şu halinizle!”
“Pek mi çirkinim, Jane?”
“Pek çirkinsiniz, efendim. Ama, zaten oldum olası çirkinsinizdir.”
“Ehem! Nerelerde gezip dolaştığını Tanrı bilir ama eski hınzırlığından kurtulmamışsın.”
“Oysa melek gibi insanların arasındaydım... Sizden bin kat daha iyi olan, sizin aklınızdan bile geçirmediğiniz yüce düşünceleri bulunan kimseler, sizden çok daha kibar, çok daha nazik kişiler.”
“Kimin nesiymiş bunlar?”
“Öyle kıvrılıp bükülürseniz saçlarınız elimde kalacak!”
“Kimlerin yanındaydın, Jane?”
“Bu gece taş çatlasa anlatmam, efendim. Artık yarına kadar bekleyeceksiniz. Öykümü yarıda kesmek güvence sayılır bir bakıma; kahvaltı masasında görüneceğime işarettir... Dedim de aklıma geldi: Yarın sabah karşınızda yalnız bir bardak suyla belirmem doğru
olmaz. En azından bir yumurta getirmeliyim... Bir de kızarmış sucuk!”

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin