“Mükemmel, beyefendi. Öyleyse bu çocuğun öğrenci olarak Lowood’a alınacağına, orada kendi sınıfına, maddi durumuna uygun bir biçimde yetiştirileceğine kesin gözüyle bakabilir miyim?”
“Bakabilirsiniz, hanımefendi. Onu o seçkin çiçekler bahçesine yerleştireceğiz. Kendisine gösterdiğimiz bu büyük lütuftan ötürü bize minnettar kalır, umarım.”
“Öyleyse kendisini ilk fırsatta gönderirim, Mr. Brocklehurst; çünkü, ne yalan söyleyeyim, çekemez hale geldiğim bu sorumluluktan bir an önce kurtulabilmeyi çok istiyorum.”
“Kuşkusuz, hanımefendi, kuşkusuz. Şimdi artık izninizi isteyeceğim. Ben Brocklehurst Konağı’na ancak bir-iki hafta sonra döneceğim; çünkü sevgili dostum Başdiyakoz daha önce dünyada bırakmıyor beni. Ama, bu arada Miss Temple’a, ‘Yeni öğrenci geliyor,’ diye haber salarım ki bu kız gittiği zaman bir güçlük çekmesin. Hoşça kalın efendim.”
“Güle güle, Mr. Brocklehurst. Hanımınıza, kızlarınız Augusta ile Theodora’ya ve Broughton Brocklehurst Beyefendi’ye çok selam söyleyin benden.”
“Baş üstüne efendim... Sana gelince, küçük kız, al sana ‘Çocuk Rehberi’ diye bir kitap. Dualar ederek oku bunu. Hele ‘Yalancılık huyuna dadanmış olan Martha G.nin müthiş ani ölümü’ diye bir bölümü var, bunu özellikle oku.” Böyle diyerek Mr. Brocklehurst elime, kabı elde dikilmiş incecik bir kitap tutuşturdu, sonra koşar adımlarla arabasına binerek gitti. Mrs. Reed’le baş başa kalmıştık. Sessizlik içinde birkaç dakika geçti. O dikiş dikiyor, ben de onu seyrediyordum. Bu sırada yengem otuz altı-otuz yedi yaşlarında olsa gerekti. Uzun boylu değildi ama, sağlam yapılı, geniş omuzlu,güçlüydü. Tıknazdı ama şişman değil. Büyükçe bir yüzü vardı. Elmacıkkemikleri çıkık, alnı biraz dar, çenesi de geniş, sivrice. Ağzı, burnu düzgün sayılırdı. Teni donuk esmer, saçıysa lepiskaya yakın sarıydı. Demir gibi sağlam
bir bünyesi vardı, hastalık onun semtine hiç uğramazdı. Titiz, akıllı bir ev hanımıydı. Evinin, mülkünün yönetimini iyice eline almıştı. Ancak kendi çocukları zaman zaman onun
otoritesine meydan okur, onu alaya alıp küçük düşürürlerdi. Mrs. Reed iyi giyinirdi; güzel giyimini gösterecek havası da vardı. Onun koltuğundan beş-on adam ötede, alçak bir taburenin üzerinde oturduğum yerden yapısını süzüyor, yüz çizgilerini inceliyordum. Elimde Yalancının ani ölümünü anlatan
kitapçık vardı. Bunu bir ders, gözdağı olsun diye okumamı salık vermişlerdi.Biraz önce olup
bitenler, Mrs. Reed’in benim için Mr. Brocklehurst’e söyledikleri,aralarında geçen konuşmanın özü ve biçemi kafamda henüz, bütün acılığıyla capcanlıydı. Söylenilen her söz
kulaklarıma nasıl çarpmışsa duygularımı da öyle etkilemişti, şu anda da içimde ateşli bir kin,bir öfke mayalanıp kabarmaktaydı.Mrs. Reed gözlerini işinden kaldırdı, göz göze geldik; parmaklarının çevik devinimleri durdu.
“Dışarı çık, çocuk odasına dön!” diye buyurdu. Ya bakışlarım ya da başka bir şey sinirine dokunmuştu anlaşılan; çünkü baskı altında tutulmakla birlikte şiddetini belli eden bir can sıkıntısıyla konuşmuştu. Ayağa kalktım, kapıya doğru yürüdüm. Sonra gene dönüp gelerek
odayı geçtim, yengemin yakınında durdum. Konuşmadan edemeyecektim. İyice ezmişlerdi beni. Mutlaka bir karşılık vermeliydim...
Ama, nasıl? Hasmıma karşılıkta bulunabilecek ne cirmim vardı ki? Yine de bütün gücümü topladım, doğrudan doğruya saldırıya geçtim:
“Yalancı değilim ben. Olsam sizi sevdiğimi söylerdim, ama sevmiyorum işte. Dünyada ensevmediğim sizsiniz, bir de oğlunuz John Reed. Şu yalancılık kitabına gelince, kızınız Georgiana Reed’e verseniz daha iyi olur; çünkü yalan söyleyen odur, ben değilim.”
Mrs. Reed’in elleri işinin üzerinde kıpırtısız duruyor, o buz gibi gözleri, kanımı dondururcasına, benim gözlerimin içine bakıyordu. Sonunda bir çocukla değil de, yetişkin bir hanımla konuşuyormuş gibi, “Başka bir diyeceğin var mı?” diye sordu.
O gözler, o ses içimdeki olanca kini ayağa kaldırmıştı. Baştan ayağa titreyerek, tutamadığım bir heyecanla ürpererek konuştum:
“İyi ki siz benim soyumdan gelme akraba değilsiniz. Ölünceye kadar yenge demeyeceğim size. Büyüdüğüm zaman da gelip görmeyeceğim sizi. Sizi sevip sevmediğimi soran olursa, bana nasıl davrandığınızı sorarlarsa anlatacağım. Sizin adınızı bile anmak
istemediğimi söyleyeceğim. Bana etmediği taş yüreklilik kalmadı, diyeceğim.”
“Böyle bir şeyi söylemeye nasıl cüret edebilirsin sen, Jane Eyre?”
“Nasıl mı cüret edebilecekmişim... Nasıl, ha? İşin doğrusu bu da ondan, Mrs. Reed! Siz sanıyorsunuz ki ben duygusuzum; hiç sevgisiz, güler yüzsüz yaşayabilirim sanıyorsunuz.
Ama, yaşayamam. Sizde acımak diye bir şey de yok. Beni kırmızı odaya nasıl ittiniz... Nasıl hoyratça, kabaca ittiniz, beni oraya nasıl kapadınız! Dehşet içinde kıvrandığım halde,
boğulacak gibi olarak, ‘Acı bana, acı bana, yenge!’ diye yalvardığım halde kilitlediniz beni... Bunu ölünceye kadar unutmayacağım. Hem de bu cezayı bana neden verdiniz? Çünkü o hain oğlunuz beni dövmüştü... Hiç yoktan. Bana soranlara olup bitenleri olduğu gibi anlatacağım. Herkes sizi iyi bir kadın sanıyor ama, kötü yüreklisiniz siz, taş yürekli. Asıl yalancı sizsiniz!”
Daha sözlerimi bitirmeden içim genişlemiş, o zamana değin bilmediğim bir tuhaf özgürlük, zafer duygusuyla hafifleyip coşmaya başlamıştı. Gözle görünmez bir zincir
kopmuştu sanki, çırpınmalarımın sonucu olarak ummadığım bir özgürlüğe kavuşmuştum.Bu duygum yersiz de sayılmazdı; Mrs. Reed ürkmüş gibi görünüyordu. Dikişi dizinden aşağı kaymış, ellerini havaya kaldırmış, oturduğu yerde öne, arkaya sallanıyordu; hatta yüzü
ağlamaklı bir ifadeyle buruşmuştu.
“Jane... Yanlışın var. Ne oldu sana böyle? Neden öyle zangır zangır titriyorsun? Biraz su içmek ister misin?”
“Hayır, istemem, Mrs. Reed.”
“Başka bir şey istemez misiniz, Jane? İnan bana... Ben senin iyiliğini istiyorum.”
“Siz mi? Ne münasebet! Mr. Brocklehurst’e benim kötü yaradılışlı, yalancı olduğumu söylediniz. Ben de gittiğim yerde sizin nasıl bir insan olduğunuzu, bana neler yaptığınızı
söyleyeceğim.”
“Jane... Sen anlamazsın böyle şeyleri. Çocukların kusurlarını düzeltmek gerek.”
Ben tiz, yabanıl bir sesle, “Ama ben yalancı değilim!” diye haykırdım.
“Ama, haşarısın, Jane... Bunu sen de kabul edersin. Hadi bakalım, şimdi odana git de cici kızlar gibi yat, dinlen biraz.”
“Ben sizin cici kızınız falan değilim. Yatmak da istemiyorum. Çok rica ederim, Mrs. Reed, beni hemen okula gönderin; çünkü bu evden artık tiksiniyorum.”
“Hemen göndereceğim okula,” diye mırıldandı, sonra dikişini toplayarak çabucak dışarı çıktı. Yalnız kalmıştım şimdi... Zafer bendeydi. Şimdiye kadar yapmış olduğum en çetin savaştı bu... Kazandığım da ilk zafer. Halının üzerinde, demin Mr.Brocklehurst’ün durmuş olduğu yerde bir süre durdum, fatihlere yaraşan şu yalnızlığımın tadını çıkardım. İlk öncelerikendi kendime gülümsüyor, sevinçten uçuyordum. Ama, bu ateşli kıvancın yürek vuruşlarımı hızlandırmasıyla sönmesi bir oldu. Bir çocuk büyükleriyle benim kavga ettiğim gibi kavga etsin, öfkesinin gemi azıya almasına izin versin de sonradan vicdan azabına, korkuya kapılmasın, olanaksız! Mrs. Reed’e karşı geldiğim sırada kapıldığım duyguları bir orman yangınına benzetebiliriz. Alevli, canlı, kavurup yutucu bir yangın. Ormanın yangından sonraki kapkara,mahvolmuş hali de benim kavgadan sonraki duygularıma
benzer. Yarım saatlik bir sessizlik ve düşünme bana, yaptığım işin çılgınlığını, nefret edip nefret bulduğum bu evdeki durumumun acıklı tablosunu göstermeye yaramıştı. Ömrümde ilk olarak öç almanın tadını duyuyordum. Bu, ilk içildiği zaman kanı kaynatıp başı döndüren kokulu bir şaraba benziyordu. Sonradan ağzımda bıraktığı paslı, madenî, buruk lezzet bana zehirlenmişim gibi bir duygu verdi. Şimdi gidip Mrs. Reed’den seve seve özür dileyebilirdim. Ama, yarı deneyimlerim sayesinde, yarı içgüdülerimle biliyordum ki bu
onun benden iki kat nefretle yüz çevirmesine yol açacak, böylece benim yaradılışımdaki bütün ateşli duygular da yeniden alevlenecekti.
Bağırıp çağırmaktan daha iyi bir iş yapmaya, üzgünlükten, öfkeden daha az kötü duygular duymaya ihtiyacım vardı. Bir kitap aldım elime. Birtakım Arap masalları. Oturdum, okumaya çalıştım ama okuduğumdan hiçbir şey anlayamıyordum ki! Her zaman severek okuduğum sayfalarla gözlerimin arasına şimdi düşüncelerim giriyordu. Kahvaltı odasının camlı kapısını açtım. Fidanlık pek kıpırtısızdı; eritecek ne güneş ne de rüzgâr olmadığı için o
müthiş don hâlâ bahçeye egemendi. Elbisemin eteğini başıma, kollarıma örterek koruluğun kuytu yerlerinde şöyle bir yürüyüşe çıktım. Ama sessiz ağaçlar, yerlere dökülmüş kuru çam
kozalakları, rüzgârlar zevk vermedi bana. Bir çit kapısına yaslanarak üzerinde artık koyunların gezinmediği, otları sararmış, kavrulmuş bomboş tarlalara baktım. Kurşun renkli bir gündü. Kar yağacağını belli eden puslu bir gök her şeyin üzerine tente gibi gerilmişti; durup durup kar serpeliyordu. Donmuş toprağın, bembeyaz kırağı kaplı çayırların üzerine konan kar taneleri erimeden kalıyordu. Ben de, kıyasıya dertli bir çocuk, orada durmuş, kendi kendime, “Ne yapacağım ben şimdi? Ne yapacağım?” diye fısıldıyordum.
Ansızın dupduru bir sesin, “Jane, nerelerdesin? Yemeğe gelsene,” diye çağırdığını duydum. Bessie’ydi bu. İyi biliyordum ama, yerimden kımıldamadım. Dadının çevik ayak sesleri koru yolunda hafifçe koşarak yaklaştı. “Seni yaramaz seni! İnsan çağırılınca gelmez mi?”
Gerçi Bessie çoğu zaman olduğu gibi gene bana biraz kızgındı ama, benim aklıma sardırmış olduğum düşüncelerin yanında onun varlığı ne de olsa sevindirici kalıyordu. Daha
doğrusu Mrs. Reed’le aramda geçen çatışmada kazandığım zaferden sonra, onun gelip geçici kızgınlığına aldırış edecek halim yoktu. İçimden onun gençliğiyle, neşesiyle avunmak
geliyordu. Gidip boynuna sarıldım.
“Kuzum, Bessie’ciğim, n’olur azarlama beni!” dedim.
Bu onun şimdiye kadar benden hiç görmemiş olduğu bir korkusuzluk, açık yüreklilikti. Nedense hoşuna gitti. Yüzüme bakarak, “Sen tuhaf bir çocuksun, Jane,” dedi. “Kimselere
benzemeyen, yalnız bir yaratık. Nasıl, okula gidiyorsun değil mi?”
“Evet,” gibilerden başımı eğdim.
“Zavallı Bessie’yi bırakıp giderken ağlamayacak mısın?”
“Bessie beni sevmiyor ki! Hep paylıyor beni.”
“Acayip, ürkek, utangaç bir şeysin de ondan. Daha yürekli, daha atılgan ol.”
“Ya! Daha çok dayak yemek için, değil mi?”
“Ne münasebet! Gerçi biraz gadre uğramıyor da değilsin ya! Annem geçen hafta beni görmeye geldiğinde söyledi. ‘Bu kızın yerinde benim çocuklarımdan biri olsaydı
dayanamazdım,’ diye. Ama, hadi artık, gel içeri. Hem sana iyi bir haberim var.”
“Hiç sanmıyorum, Bessie.”
“Amma çocuk ha! O da ne demek? Neden öyle tasalı gözlerle bakıyorsun sen bana? Sahiden iyi haberim var işte. Hanımla çocukları bugün akşam çayına bir yere çağrılılar. Seninle ben baş başa çay içeceğiz. Aşçıya rica edeceğim, küçük bir pasta yapsın sana. Sonra birlikte senin çekmecelerini gözden geçireceğiz; çünkü senin bavullarını ben hazırlayacağım. Hanım senin birkaç güne kadar gitmeni kararlaştırmış. Hangi oyuncakları almak istiyorsan
onları da seçersin.”
“Bessie, söz ver. Ben gidinceye kadar azarlamaca yok!”
“Peki, söz veriyorum. Ama, sen de uslu duracaksın, benden de korkmayacaksın. Azıcık sert konuştum diye hemen ürkme. İnsanın tepesi atıyor.”
“Senden bir daha hiç korkacağımı sanmıyorum Bessie; çünkü sana çok alıştım. Şimdi artık yeni gittiğim yerdeki insanlardan korkacağım.”
“Onlardan korkarsan sevmezler seni.”
“Senin beni sevmediğin gibi, öyle mi, Bessie?”
“Ben seni sevmiyor değilim ki, Jane! Seni ötekilerin hepsinden çok severim belki de.”
“Seviyorsan bile hiç göstermiyorsun.”
“Ah, seni şeytan! Bugün senin konuşman bile değişmiş. Nerden geldi bu cüret, bu açıklık sana?”
“Nasıl olsa yakında ayrılıyorum senden. Hem zaten...”
Mrs. Reed’le aramda geçenlerden söz edecektim ama, düşününce bir şey söylememeyi daha doğru buldum.
“Demek benden ayrılacağına bu kadar seviniyorsun?”
“Hiç de sevinmiyorum, Bessie. Hele şu sırada basbayağı üzülüyorum.”
“Şu sıradaymış! Basbayağıymış! Küçükhanımcığım ne de serinkanlı konuşuyor! Şu sırada senden bir öpücük istesem vermezsin bana! ‘Şu sırada olmaz!’ dersin besbelli.”
“Hem de seve seve öperim seni. Eğsene başını.” Bessie eğildi.Kucaklaşıp öpüştük. Sonra içim yatışmış olarak onun peşinden eve gittim. Öğleden sonrayı huzur içinde geçirdik. Akşam da Bessie bana en güzel masallarını anlattı, en tatlı şarkılarını söyledi.
Benim hayatımda bile, böyle, güneşin parladığı zamanlar oluyordu.4.Brontë kardeşlerden dördünün gönderildiği Cowan Bridge Okulu model alınarak betimlenmiştir.Charlotte Brontë’nin Maria ve Eliz abeth
adlarındaki iki kardeşi o okulda hastalanmış ve eve döndükten sonra ölmüşlerdir.(Y.N.)
![](https://img.wattpad.com/cover/204428888-288-k291855.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
RomanceJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...