17.1

12 1 0
                                    

“Karnın acıkmadı mı, Adela?”
“Mais oui, mademoiselle. Voilà cinq ou six heueres que nous n’avons pas mangé.”49
“Şimdi herkes odasındayken ben bir koşu aşağıya inip yiyecek bir şeyler alabilirim.”
Sığınağımdan sakına sakına dışarı çıktım, dosdoğru mutfağa inen bir arka merdiven seçtim. Mutfak dünyasında her şey ateşten, telaştan oluşmaydı. Çorbayla balık hemen
hemen hazır durumdaydı; tencerelerinin başında dört dönen aşçı kadın da ha patladı, ha
patlayacak gibiydi! Hizmetçilerin odasındaki ocağın başında iki arabacıyla üç uşak vardı.
Oda hizmetçileri yukarıda hanımların yanında olsalar gerekti. Millcote’tan tutulmuş olan yeni hizmetçiler de, çevrede dört dönüyorlardı. Bu karmaşanın arasında kendime bir yol açarak sonunda kilere vardım. Buradan bir söğüş piliç, bir francala, birkaç pasta, tabak, çatal, bıçak aldım. Bu ganimetlerle çarçabuk geri döndüm. Tam yukarıdaki balkonlu koridora varmış, arka merdivenin kapısını kapamak üzereydim ki gitgide yükselen bir mırıltı bana
hanım konukların odalarından çıktıklarını bildirdi. Dersliğe ulaşabilmem için mutlaka onların kapılarının önünden geçip, elimde yiyeceklerle yakalanmam kaçınılmazdı. Bu yüzden, merdiven başında duraladım. Penceresiz olduğu için loştu burası... Hele güneş
battığı, alacakaranlık basmaya başladığı için adamakıllı loştu. Şimdi odalar, içlerindeki güzel varlıkları birer birer dışarı vermeye başlamışlardı. Hepsi de alacakaranlıkta ışıl ışıl yanıp
sönen elbiseleriyle uçar gibi, şen şakrak dışarı çıktılar. Bir an neşeli, tatlı, alçak seslerle konuşarak koridorun başında, hep bir arada durdular. Sonra, hemen hemen bir dağ yamacından aşağı kayan pırıltılı bir sis kadar sessiz, merdivenden indiler. Onları böyle hep bir arada görünce, ömrümde ilk kez gözümün önünde, soyluluk, zariflik dünyasına bakan bir pencere açılmış gibi oldu.
Adela’yı aralık bıraktığı derslik kapısından dışarısını gözetlerken buldum. İngilizce olarak, “Ne güzel hanımlar!” diye bağırdı. “Ah, onların yanma gidebilsem! Acaba Mr.
Rochester yemekten sonra bizi çağırtır mı dersiniz?”
“Çağırtacağını hiç sanmıyorum. Mr. Rochester’ın şimdi bizi düşünecek zamanı yok. Bu gece konuk hanımları unut sen artık. Belki yarın görebilirsin. Şimdi yemeğini ye.”
Karnı çok acıkmıştı. Piliçle pastalar bir süre onun dikkatini kendi üzerlerine topladılar. İyi ki mutfağa inip bu yağmayı yapmışım, yoksa Adela da, ben de, yemeğimizi paylaşan Sophie de aç kalacakmışız; çünkü aşağıdakiler o kadar meşguldüler ki bizi unutmuşlardı! Beylerle hanımların tatlılarına ancak saat dokuzdan sonra sıra geldi. Saat onda bile uşaklar hâlâ tepsilerle, kahve fincanlarıyla koşuşup duruyorlardı. Adela’nın her zamandan daha geç saate kadar oturmasına izin verdim; çünkü aşağıda kapılar açılıp kapanır, koşuşmalar, girip çıkmalar olurken gözüne uyku girmeyeceğini söylüyordu. Hem sonra, tam o soyunmuşken Mr. Rochester’dan çağrı gelmesi olasılığını da unutmuyor, “Et alors quel donimage!”50 diyordu.
Sabrı tükeninceye kadar masal anlattım ona. Sonra, bir değişiklik olsun diye, koridora çıkardım. Sofadaki avize yakılmıştı, tırabzandan aşağı sarkarak uşakların gelip geçmesini seyretmek onu pek eğlendiriyordu. Geç saatte salondan müzik sesi taşmaya başladı.
(Piyanomuz salona götürülmüştü.) Şarkıları dinlemek için merdivenin en üst basamağına oturduk. Biraz sonra çalgının zengin notalarına bir şarkı sesi karıştı. Şarkıyı söyleyen bir hanımdı, sesi de pek güzeldi. Bu solodan sonra bir düet başladı; sonra da salondakiler hep bir ağızdan neşeli bir şarkı söylediler. Şarkıların arasını gülüşlü konuşmalar dolduruyordu.
Uzun zaman dinledim bu şarkıları, sonra birden algıladım ki aklım, fikrim salondan taşan sesleri incelemekte, bu karmakarışık ezgilerin arasından Mr. Rochester’ın sesini seçip çıkarmaktaydı. Bunu başardığım zaman da, uzaktan uzağa, onun söylediği heceleri birbirine
ekleyerek sözlerini anlamaya çalışıyordum. Saat on biri vurdu. Başını omzuma dayamış oturan Adela’ya baktım: Gözkapakları ağırlaşmıştı. Bunun üzerine, onu kucağıma aldım, götürüp yatırdım... Konuklar yatak odalarına çekildikleri zaman saat bire geliyordu.
Ertesi gün de hava güzeldi; konuklar o dolaylardaki güzel manzaralı bir yere gezmeye gittiler. Kimi atla, kimi arabayla, öğleden hemen sonra yola çıktılar. Onların hem gidişini,
hem dönüşünü seyrettim. Blanche Ingram gene at binmiş tek kadındı; Mr. Rochester da atını gene onun yanında sürüyordu. Bu ikisi ötekilerden biraz ayrı gidiyorlardı. Bu durumu, benimle birlikte pencereden bakmakta olan Mrs. Fairfax’e gösterdim.
“Mr. Rochester’ın onunla evlenmeyi düşünmediğini söylemiştiniz,” dedim. “Ama görüyorsunuz ya, onu öteki hanımlardan ayırdığı gün gibi ortada.”
“Öyle olsa gerek. Blanche’ı çok beğendiği kuşku götürmez.”
“O da onu beğeniyor besbelli,” dedim. “Bakın, nasıl başını ona yaklaştırıyor, gizli gizli bir şeyler konuşur gibi. Ah, bir de yüzünü görebilseydim! Görmek nasip olmadı daha.”
Mrs. Fairfax, “Bu gece görebileceksin,” dedi. “Adela’ nın hanımlarla tanıştırılmayı ne
kadar dilediğini Mr. Rochester’a, laf arasında söylemiştim. ‘Yemekten sonra salona gelsin öyleyse; Jane Eyre de onun yanında bulunsun,’ dedi.”
“Nezaket olsun, diye söylemiştir. Benim gitmeme gerek yok sanırım.”
“Ben senin kalabalığa pek alışık olmadığını, bir sürü yabancı içine çıkmayı belki de istemeyeceğini belirttim, ama o, her zamanki kesinliğiyle, hemen, ‘Saçma! İtiraz ederse benim bunu özellikle istediğimi söylersiniz. Daha da direnirse benim gelip onu zorla
getireceğimi bildirin!’ dedi.”
“Onu bu derece zahmete sokmam,” diye gülümsedim. “Başka çare yoksa giderim ama hiç canım istemiyor. Siz orada bulunacak mısınız, Mrs. Fairfax?”
“Yok, ben gelmeyeyim diye rica ettim: Beyefendi de ricamı kabul etti. Bence bu işin en tatsız yönü o kadar insanın gözü önünde içeriye girmektir; ben sana bundan nasıl kaçınabileceğini öğreteyim. Salona daha boşken, konuklar masadayken girersin. Şöyle
ayakaltı olmayan, kuytu bir köşe seçersin kendine. Beyler şaraplarını bitirip hanımların yanına geldikten sonra pek kalmasan da olur... Canın istemiyorsa. Mr. Rochester senin orada olduğunu görsün, sonra usulca kaçar gidersin. Kimsecikler farkına varmaz.”
“Bu insanlar burada uzun zaman kalacaklar mı dersiniz?”
“Bilemedin iki-üç hafta. Daha uzun kalmazlar. Sir George Lynn geçenlerde Millcote’ta milletvekili seçildi. Paskalya tatilinden sonra parlamentoya gidecek. Mr. Rochester da onunla gider, sanırım. Zaten bu kez böylesi uzun kalışına şaşıyorum.”
Öğrencimle birlikte salona gideceğimiz saat yaklaştıkça biraz heyecana kapılmaktan kendimi alamıyordum. O akşam konuk hanımlarla tanışacağını öğrendikten sonra Adela bütün gün sevincinden uçmuştu; ancak giyinme töreni başlayınca duruldu. Bu işin önemi onu hemen ağırlaştırdı. Lüleleri yapılıp pembe saten elbisesinin kuşağı bağlandığı, parmaksız dantel eldivenleri eline geçirildiği zaman artık küçükhanımın ciddilikten yanına varılmıyordu. Ona, “Elbiseni bozma!” diye uyarıda bulunmaya gerek mi var? Hazırlanma
bitince, eteği buruşmasın diye elbisesini kaldırarak sandalyesinin üzerine dikkatle tünedi, ben hazırlanıncaya değin de yerinden kımıldamayacağını bildirdi. Benim hazırlanmam da işten bile değildi! Miss Temple’ın düğünü için yapmış olduğum, sonra hiç giymediğim lame elbisemi sırtıma geçirerek tek süs eşyam olan inci iğnemi takmak çok kısa sürdü. Sonra aşağı indik.
Neyse ki salona giden tek yol yemek odasından geçmiyordu; yan kapıdan girdik. Salonu bomboş bulduk. Mermerli şöminede alevli bir ateş sessiz sessiz yanmakta, masaları süsleyen nefis çiçeklerin yanı sıra şamdanlar yapayalnız bir görkemle parlamaktaydı. Kemerin
perdeleri indirilmişti. Gerçi bu incecik bir duvar oluşturuyordu, gene de masa başındakiler öyle usul seslerle konuşuyorlardı ki sözleri ayırt edilemiyor, ancak huzur verici bir mırıltı kulağa çarpıyordu. Hâlâ ciddiliğinden hiçbir şey yitirmemiş olan Adela, gösterdiğim iskemleye hiç ses çıkarmadan oturdu. Ben de masalardan birinin üzerinden bir kitap alarak pencerenin içine gidip oturdum. Kitabı okumaya çalıştım. Adela iskemlesini alıp geldi, ayağımın dibine oturdu. Çok geçmeden dizimi dürttüğünü duydum.
“Ne var, Adela?”
“Est-ce que je ne puis pas prendre une seule de ces fleurs magnifiques mademoiselle? Seulement
pour compléter ma toilette.”51
“Adela, tuvaletini pek fazla önemsiyorsun sen. Ama bu seferlik izin var. Bir çiçek alabilirsin.”
Vazoların birinden kendi elimle bir gül alarak kuşağına iliştirdim. Küçük kız sonsuz bir mutlulukla içini çekti. Sanki en büyük muradına ermişti artık! Gülümsemekten kendimi
alamadım, bunu ona göstermemek için de başımı çevirdim. Bu küçük Parislinin giyim kuşama karşı doğuştan gelen derin düşkünlüğünde hem gülünç, hem de iç sızlatıcı bir şey vardı. O sırada kulağımıza birtakım yumuşak hışırtılar, patırtılar geldi. Kemerin perdeleri sıyrıldı, yemek salonu göründü. Billur avize uzun yemek masasının üzerindeki şahane tatlı takımının gümüşleriyle billurları üzerine ışığını serpmekteydi. Hanımlar kafilesi kemere doğru ilerleyip salona geçti. Perde onların arkasından kapandı. Topu topu sekiz kişiydiler ama topluca içeri girerlerken nedense sayıları daha çokmuş gibi geldi. Kimileri iyice boyluydu; çoğu beyazlar giymişti, hepsinin de sırtındakiler öyle bol, uzun, kat kattı ki onları daha boylu poslu gösteriyordu. Sisler arasından bakılınca ayın daha büyük görünmesi gibi. Ayağa kalkıp diz kırarak selamladım onları. Birkaçı başlarını eğerek karşılık verdiler, ötekiler
yalnızca yüzüme baktılar. Salonun dört bir köşesine dağılıverdiler. Hareketlerindeki uçucu hafiflikle, uyumu görünce aklıma uzun tüylü beyaz kuşlar geldi. Kimi kanepelerin, pufların üzerine yarı uzanırcasına bıraktılar kendilerini; kimi masaların üzerine eğilerek çiçekleri, kitapları
gözden geçirmeye başladılar. Birkaçı şöminenin etrafında toplandı. Hepsi de duru, açık ama alçak seslerle konuşuyorlardı ki bu onların huyu gibiydi. Adlarını sonradan öğrendim; ama sizlere onların hepsini birden ilk baştan tanıştırmam daha iyi olur.
Önce Mrs. Eshton’la iki kızı... Mrs. Esthon besbelli bir zamanlar pek güzel bir kadınmış. Yaşına göre hâlâ da güzeldi. Kızlarının büyüğü Amy ufarakçaydı. Gerek yüz, gerek davranış yönünden saf, çocuksu bir hali, şipşirin bir yapısı vardı. Beyaz gece elbisesiyle mavi kuşağı doğrusu pek yakışmıştı. Kardeşi Louisa daha uzun, daha zarif yapılıydı. Fransızların minois- chiffonné52 dedikleri türden pek güzel bir yüzü vardı. Kardeşlerin ikisi de zambak gibi beyaz tenli, sarışındılar.
Lady Lynn kırk yaşlarında, irikıyım, tıknaz bir hatun kişiydi. Sopa yutmuş gibi dimdik, iyice kibirli duruyordu; yanardöner atlastan çok şatafatlı bir gece elbisesi giymişti. Değerli
taşlarla, mavi tüylerle süslü bir tacın altında siyah saçları parıl parıldı. Albay Dent’in hanımı daha az gösterişliydi, ama daha kibar buldum onu. Dal gibi bir yapısı, renksiz, tatlı bir yüzü, sarı saçları vardı. Siyah atlas esvabıyla şahane dantel şalı, inci süsleri benim zevkimi Lady
Hazretleri’nin gökkuşağını andırır şatafatından daha çok okşadı. Ama aralarında en çok göze çarpan üçü (belki de en uzun boylu oldukları için), Anne Lady Ingram’la kızları –Blanche ve Mary– idi. Üçü de kadın için pek uzun sayılacak oranda boyluydular. Anne kırk-elli yaş
arasında gösteriyordu. Endamı hâlâ kıvrak, saçları (hiç olmazsa mum ışığında) hâlâ siyahtı. Dişlerinin de hâlâ çok düzgün olduğu görülüyordu. Yaşına göre şahane bir kadın olduğu su götürmezdi... Yani görünüş bakımından; ama tavırlarından ve yüzünden, dayanılmaz bir kibir ve küstahlık akıyordu. Eski Romalıları andıran yüz çizgileri, sütun gibi uzun, düzgün bir boynu vardı. Yalnız, bana öyle geldi ki ifadesindeki kendini beğenmişlik yüzünün çizgilerini bile bozmuş, rengini karartmış, çirkinleştirmişti. Bu aşırı kibir yüzünden çenesi de hep havada, boynu dimdikti. Gözleri keskin, sert bakıyordu: Mrs. Reed’in gözlerini anımsattı bana. Konuşurken ağzını, dudaklarını iddialı bir şekilde ezip büzüyordu. Sesi kalın, konuşması pek tumturaklı, pek ukalacaydı. Kısacası, çekilmez bir kadın! Kızıl kadife bir elbise giymiş, başına da altın sırma işlemeli bir Hint kumaşından türban sarınca, gerçek bir kraliçe debdebesine büründüğüne inanmıştı besbelli!
Blanche’la Mary aynı boydaydılar... Servi gibi uzun, kıvrak. Mary boyuna göre zayıftı, ama Blanche’ın yapısı Diana heykellerini andırıyordu. Onu özel bir ilgiyle süzdüğümü
kestirebilirsiniz. Önce görünüşünün Mrs. Fairfax’in tanımına uyup uymadığını, sonra da benim yaptığım minyatüre benzeyip benzemediğini görmek istiyordum. Üçüncü olarak da – söylemeden edemeyeceğim– onun Mr. Rochester’ın gönlüne uygun bir kadın olup olmadığını çıkartmaya çalışıyordum. Dış görünüş bakımından hem benim çizdiğim resme, hem de Mrs. Fairfax’in tanımına tıpatıp uyuyordu. O şahane göğüs, o yuvarlak omuzlar, o kuğu boyun, o kara gözlerle kapkara, lüle lüle saçlar yerindeydi. Ama yüzü? Yüzü annesininkine benziyordu; onun daha genç, daha çizgisiz bir kopyası: aynı daracık alın, aynı
çekme burun, aynı kibirli ifade. Yalnız, annesininki kadar azametli, donuk bir kibir değildi bu. Blanche durmadan gülüyordu. Gülüşü alaycıydı; o dolgun, kıvrımlı, küstah dudaklarının bükülüşü de öyle!
Aşırı zekâlı kimselerin kendilerini beğenmiş olduğunu söylerler. Blance Ingram aşırı zekâlı mıydı bilmem, ama kendini beğenmişti, hem de son derece, orası yüzde yüz. Yumuşak
başlı Mrs. Dent’le bitkiler üzerinde tartışmaya tutuştu bir ara. Mrs. Dent bu konuyu incelememiş; ancak çiçekleri, “hele kır çiçeklerini” çok sevdiğini söylüyordu. Blanche’ın ise
bitkiler konusunda geniş bilgisi varmış. Çiçeklerin, bitkilerin bilimsel adlarını fiyakalı bir tutumla sayıp dökmeye başladı. Çok geçmeden (amiyane deyimle) Mrs. Dent’i “işlettiğini”, yani onun bilgisizliğini alaya aldığını ayrımsadım. Belki bu “işletme”yi pek zekice yapıyordu,
ama bunun bir nezaket, iyi huy belirtisi olmadığı ortadaydı. Sonra Blanche Ingram piyano çaldı; çalışı şahaneydi. Şarkı söyledi; sesi enfesti. Annesiyle Fransızca konuştu; düzgün bir şiveyle doğru, akıcı olarak konuşuyordu. Mary’nin ifadesi ablasınınkinden daha dingin, daha
açıktı. Çizgileri de daha yumuşak, teninin rengi daha beyazdı. (Blanche bir İspanyol kadar esmerdi). Ama Mary ablası kadar canlı değildi. Yüz ifadelerinde değişkenlik, gözlerinde bir parlaklık yoktu. Ağzını açıp bir şey söylemiyordu. Bir kez bir yer bulup oturdu mu rafa konmuş heykel gibi kalıyordu. Ingram kardeşlerin ikisi de lekesiz beyazlar giymişlerdi. Ee, Blance Ingram’ın Mr. Rochester’ın seçebileceği tipte bir kız olduğuna inanç getirmiş miydim? Henüz karar veremiyordum: Efendimizin kadın güzelliği konusundaki zevkini
bilmiyordum ki! Azametli, şahane tipleri seviyorsa Blanche tam ona göreydi; ayrıca iyi yetişmiş, hünerli ve yaşam doluydu da. Hemen hemen her erkeğin ona hayran olabileceğini
düşünüyordum. Efendimin de ona hayran olduğuna hemen hemen emindim. En son kuşku
kalıntılarını da ortadan kaldırmak için onların ikisini bir arada görmek gerekiyordu.
Sevgili okuyucularım, bu arada Adela’nın uslu uslu ayaklarımın dibinde oturup durduğunu sanmayın ha! Ne münasebet! Hanımlar içeriye girdiği zaman o da hemen kalkıp
onları karşılamış, son derece resmi bir reverans yapmış, büyük bir ciddilikle, “Bonjour, mesdames,”53 demişti.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin