Media Jane Eyre😊
Ateşten, yıldırımdan, yani parlak olmakla birlikte cana yakın olmayan şeylerden kaçar gibi kaçınırdım.Hatta bu yolcu bana güler yüzle, tatlı dille karşılık vermiş olsa, yardım önerimi süslü teşekkürlerle geri çevirmiş olsa, gene yoluma gider, önerilerimi yinelemek gereğini duymazdım, ama onun asık suratlı, kabalığa kaçan tutumları bana rahatlık veriyordu. Elini sallayarak gitmemi işaret ettiği zaman bile hiç yerimden kımıldamadım.
“Bu geç saatte, bu ıssız yerde sizi bırakıp gitmem olası değil, efendim. Atınıza binebilecek durumda olduğunuzu görmek istiyorum.”
O zaman adam bana baktı. Ondan önce doğru dürüst bakmamıştı bile.
“Bana kalırsa sizin de evinizde olmanız gerekir bu saatte, buralarda bir yerde oturuyorsanız,” dedi. “Nerede sizin eviniz?”
“Aşağıdaki vadide, uzak değil. Zaten ay ışığında gece geç vakit yalnız dolaşmaktan korkmam ben.Gerekirse size yardım çağırmak için seve seve koşarım Hay köyüne. Zaten oraya gidiyorum, postaneye mektup vereceğim.”
“Aşağıdaki vadide mi oturuyorsunuz? Yani şu kuleli, mazgallı evde mi?”
Adam, Thornfield’i gösteriyordu. Ay şimdi konağın üzerine bembeyaz, buzlu bir aydınlık serpmekteydi. Batı ufkunun kızıllığı yanında, koca bir gölgeler yığınını andıran koruluğun önünde konak, solgun, apaçık göze çarpıyordu.
“Evet, efendim,” dedim.
“Kimin evi bu?”
“Mr. Rochester’ın.”
“Mr. Rochester’ı tanıyor musunuz siz?”
“Hayır, kendisini hiç görmedim.”
“Burada oturmuyor demek?”
“Oturmuyor.”
“Nerede olduğundan haberiniz var mı?”
“Yok.”
“Konakta hizmetçi falan değilsiniz, elbet. Olsa olsa...” Adam duralayarak bakışlarını giysilerimde dolaştırdı. Her zamanki gibi sade giyinmiştim: Siyah yün pelerin, siyah kürk şapka. Adam benim ne olabileceğimi bilemez gibiydi.
Yardımına koşarak, “Mürebbiyeyim,” dedim.
“Ha, mürebbiye! Tüh be, unutmuşum! Mürebbiye demek!” Adam kılık kıyafetimi gene şöyle bir süzdü. Bir-iki dakika sonra da çitten kalktı; ama ayağının üstüne bastığı zaman yüzü can acısıyla buruştu.
“Sizi yardım istemeye gönderemem; ama zahmet olmazsa siz kendiniz bana bir yardımda bulunabilirsiniz,” dedi.
“Elbette, efendim.”
“Baston gibi kullanılabilecek bir şemsiyeniz falan yok, değil mi?”
“Yok.”
“Öyleyse, lütfen atımın yularından tutup buraya getirmeye çalışın. Korkmazsınız ya?”
Tek başıma olsam bir atın yanına sokulmaktan korkardım; ama bana söylenen şeyleri yapmayı da severdim. Manşonumu çitin üzerine bırakarak koca küheylana yaklaştım.
Yularını tutmaya çalıştım. Huysuz bir hayvandı, yaklaştırmadı beni. Durmadan girişimler yapıyordum, ama boşuna! Hayvanın yeri eşeleyen ön ayaklarından da ödüm kopuyordu.
Yolcu bir süre durup bizi seyretti, sonra güldü:
“Görüyorum, dağ Muhammed’e gitmeyecek,” dedi.
“Onun için, tek yapabileceğimiz şey
Muhammed’in dağa gitmesine yardım etmek. Buraya gelmenizi rica edeceğim.”
Gittim.
“Kusuruma bakmayın,” dedi.
“İhtiyaç yüzünden, sizden yararlanmak zorundayım.” Elini,
bütün ağırlığıyla omzuma koydu, bana adamakıllı dayanarak, topallaya topallaya atına doğru yürüdü. Yuları tutar tutmaz hayvana egemen oldu, sıçrayarak eyere çıktı. Bu arada yükünü burkulan ayağına vermek zorunda kaldığı için yüzü acıdan buruşmuş, dişleri alt dudağına
geçmişti. Eyere oturunca,
“Şimdi de bana kırbacımı veriverin, lütfen,” dedi. “Orada, çalıların altında duruyor.”
Kırbacı arayıp buldum.
“Teşekkürler. Şimdi artık koşup o mektubu postalayın, sonra da elinizden geldiğince çabuk, evinize dönün.”
Üzengisiyle şöyle bir dokununca at irkilip geriledi, sonra dörtnala ileri atıldı. Köpek de onun peşinden koştu, üçü birden gözden kayboldular...
Yabanda esen çılgın yellerde Savruluşu gibi fundaların...20
Manşonumu bıraktığım yerden alarak kendi yoluma gittim.
Ufak bir olay geçmiş, sonra da kapanıp sona ermişti. Ne önemli, ne romantik, ne de ilginç olmayan bir olaydı bu. Gene de, tekdüze geçen hayatımın tek bir saatine değişiklik getirmişti. Biri benim yardımımı
gereksinmiş, yardımımı istemişti; ben de yardım etmiştim ona. Bir işe yarayabildiğim için seviniyordum. Yaptığım iş her ne kadar ufak, geçici de olsa bir hareket, “canlı” bir işti; ben ise “cansız” yaşamaktan bunalmış durumdaydım. Gördüğüm yeni yüz de anılarımın galerisine asılmış yeni bir tablo gibiydi; orada asılı olan öteki tabloların hepsinden başkaydı: Bir kez, tam bir erkek yüzü olduğu için; ikincisi, esmer, güçlü ve sert olduğu için. Hay köyüne gidip de mektubu postaya atarken bu yüzü görür gibiydim. Dönüşte, yokuş
aşağı eve doğru hızlı hızlı yürürken yolcunun yüzü hep gözlerimin önündeydi. O çit kapısına gelince bir an durdum, dört bir yanıma bakınarak, kulak kabarttım: Olur a, belki gene yolun taşları bir atın nal sesleriyle çınlar, pelerine bürünmüş bir yolcuyla Gytrash’ı andıran bir köpek, gene önüme çıkardı. Ama bu kez yalnızca çalılarla çitleri, aya doğru dümdüz, kıpırtısız yükselen söğüt ağaçlarını görebiliyordum. Thornfield’in çevresindeki korulukta durup durup dolaşan rüzgârın hışırtısı hafiften hafife kulağıma geliyordu. Konaktan yana bakınca ön pencerelerin birinde ışık gördüm. Bu, geç kaldığımı ansıttı bana; aceleyle yürüdüm.
Yeniden içeri girmeyi hiç canım istemedi. Konağın eşiğinden girmek demek durgun yaşantıma dönmek demekti. O sessiz taşlıktan geçmek, loş merdiveni tırmanıp yalnız odama çıkmak, sonra da o sakin, serinkanlı Mrs. Fairfax’in yanına gitmek, onunla, yalnızca onunla baş başa kalmak demek, yürüyüş sırasında kapıldığım hafif heyecanı bütün bütün söndürmek demekti. Yaşam alanı arayan duygularımın, zekâmın üzerine, hiç değişmeyen, durağan bir yaşayışın zincirlerini vurmak demekti. Bu öyle bir yaşayıştı ki aslında bir ayrıcalık olan rahatının, güvenliğinin bile değerini bilemez olmaya başlamıştım; çünkü canım sıkılıyordu. Tam o sırada beni alsalar da yarını belirsiz, zor bir yaşamın içine atıverseler yeriydi, doğrusu. O anda bana batan rahat, çetin savaşımlar arasında, kim bilir
nasıl burnumda tüterdi! Evet! Çok rahat bir koltukta oturmaktan usanmış bir adamın çıkıp kötü havada çok uzun yol yürümesi kadar zararlı bir şey olurdu bu. Ama o durumda o adamın yerinden kalkıp hareket etmek istemesi ne kadar doğalsa benim bir değişiklik özlemem de aynı derece doğaldı.
Sokak kapısında oyalandım, çimenlikte oyalandım, evin önündeki taşlıkta bir aşağı, bir yukarı dolaştım biraz. Camlı kapıların kapakları örtülmüştü, içerisini göremiyordum.
Gözlerim bu karanlık, sıkıcı evden kaçarak önümde uçsuz bucaksız uzanan gökyüzüne doğru çevrildi. Üzerinde bir bulut lekesi bile bulunmayan uçsuz bucaksız bir koyu mavilik... Tepelerin üstünde yükselen ay sanki aşağısını seyrediyor, sonra gökyüzünün doruğunu hedef alıyordu... Sonsuz derinliklerin, ölçülmez uzaklıkların kapkaranlığıyla ışıldayan bir doruk...
Ayın çevresinde titreşen yıldızlara gelince, benim yüreğim de titriyordu onlarla birlikte. Onlara baktıkça damarlarımdaki kan ateş kesiliyordu. En ufak şeyler düşlerimizi dağıtmaya yarar. İçerideki sofada saatin vurması bana yetti. Ayın, yıldızların yanından dönerek yan kapılardan birini açtım, içeri girdim. Sofa karanlıktı, ama merdivenlerin dibine doğru pespembe bir aydınlık vurmuştu ki bu, o kocaman yemek salonunun açık duran çift kanatlı kapısından taşmaktaydı. Şöminede gür bir ateş yanıyor, mermerlerle pirinç korkuluklara, mor perdelerle cilalı eşyalara son derece tatlı bir aydınlık serpiyordu. Bu aydınlıkta ateşin başında birkaç kişinin oturduğu da görülmekteydi. Yalnız bunların kim olduğunu seçemedim. Neşeyle birbirlerine karışan sesler geldi kulağıma. Bunların arasında Adela’nın sesini ayırt eder gibi oldum yalnızca. Sonra kapı kapandı.
Hemen Mrs. Fairfax’in odasına koştum. Orada da ateş yanıyordu, ama ortalıkta ne bir şamdan vardı, ne de Mrs. Fairfax. Odadaki tek varlık, halının üzerinde dimdik oturmuş, ciddi ciddi şöminedeki ateşi seyreden uzun tüylü, kocaman, siyah beyaz bir köpekti. Tıpkı kır yolundaki Gytrash’a benziyordu. Öylesine bir benzeyiş ki, “Kılavuz!” diyerek ona doğru yaklaştım. Bu yaratık yerinden kalkıp geldi, beni şöyle bir kokladı. Başını okşadım. O da kocaman kuyruğunu salladı. Ama ne de olsa, onunla yalnız kalmak biraz ürkütüyordu beni.
Buraya nasıl olup da geldiğini bilemiyordum. Çıngırağı çaldım. Bir şamdan istemek, bu ziyaretçi konusunda hesap sormak istiyordum. Leah içeri girdi.
“Kimin köpeği bu?” diye sordum.
“Beyefendi’yle birlikte geldi.”
“Kiminle?”
“Beyefendi’yle. Yani Mr. Rochester. Biraz önce geldi de.”
“Öyle mi? Mrs. Fairfax onun yanında demek?”
“Evet. Adela da orada. Yemek odasındalar. John da hekim çağırmaya gitti. Bey kaza geçirmiş. Atı düşünce kendisinin de ayak bileği incinmiş.”
“Hay yolunda mı düşmüş atı?”
“Evet. Yokuş aşağı gelirken buzda ayağı kaymış.”
“Öyle mi? Bana bir mum getirir misin, Leah?”
Leah, mumu getirdi. Onun arkasından Mrs. Fairfax de içeri girdi, haberi yineledi. Dr.Carter’ın da geldiğini, şimdi Mr. Rochester’ın yanında olduğunu söyledi. Sonra, çay
hazırlanmasını söylemek için telaşla gene dışarı çıktı. Ben de soyunmak üzere kendi odama gittim.18.(Fr.) Çabuk gelin,sevgili dostum Matmazel Jeannette.(Y.N.)
19.Kuzey İngiltere folklorunda hayvan kılığındaki hayalet.(Y.N.)
20.Thomas Moore’un Sacred Songs (Kutsal Şarkılar) eserinden alıntı.(Y.N.)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
Любовные романыJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...