27.1

10 3 0
                                    

Kollarını bağlasam da iplerin arasına sevgim dolanır. Senden asla tiksinip kaçınmam... Ondan tiksindiğim gibi. Sakin zamanlarında, başında bakıcı olarak ben otururum. Sen bana
hiç güler yüz göstermesen bile yorulmak bilmez bir şefkatle üzerine titrerim; sen beni tanımasan da senin gözlerinin içine bakmaktan bıkmam, usanmam... Ama, lafı ne diye
uzatıyorum! Seni Thornfield’den uzaklaştırmaktı konumuz. Hemen yola çıkmak için her şey hazır, biliyorsun. Bu çatının altında tek bir gece daha geçirmeye katlan, Jane, senden dileğim yalnızca bu. Ondan sonra buranın felaketleriyle korkularına temelli elveda! Uzakta bir evim var... Korkunç anılardan, istenmedik konuklardan, yalandan, dedikodudan uzak bir yer.”
“Adela’yı da yanınıza alın, efendim,” dedim. “Can yoldaşı olur size.”
“Ne demek istiyorsun, Jane? Adela’yı yatıla okula göndereceğim, dedim ya sana! Zaten çocuktan can yoldaşını ne yapayım ben! Kendi çocuğum bile değil... Bir Fransız dansçının
piçi! Neden onu yıkmak istiyorsun başıma? Niçin onu can yoldaşı seçiyorsun bana? “
“Uzak bir yere çekilmekten söz ettiniz de, efendim. Dünyadan el etek çekip yalnız oturmak sıkıcı olur; size göre değildir.”
Sinirlenerek, “Yalnızlık! Yalnızlık!” diye söylendi. “Besbelli düşüncemi daha açık anlatmam gerekiyor. Yüzünde belirmekte olan şu sfenkse benzer ifadeyi anlayamıyorum.
Sen paylaşacaksın benim yalnızlığımı. Şimdi kafana dank etti mi?”
Başımı iki yana salladım. Onun şu heyecanlı durumunda böyle sessiz bir karşı çıkış bile oldukça yürek isteyen bir işti. Deminden beri odanın içinde dolaşıp durmaktaydı. Birden,
yerine çakılmış gibi durdu. Kaşlarını çatarak uzun uzun baktı bana. Gözlerimi ondan kaçırarak ateşe diktim, sakin, soğukkanlı bir tutum takınmaya çalıştım. Sonunda bakışlarından ummadığım kadar sakin bir sesle, “İşte Jane’imin püf noktası!” dedi. “İbrişim çilesi şuraya kadar hiç pürüzsüz çıktı ama bir yerde takılıp düğümlenecekti
elbet... İşin başından beri biliyordum bunu. Nitekim, işte korktuğum çıktı: Şimdi artık çöz bu düğümü çözebilirsen! Başımıza iş açıldı. Vay canına be! Samson gibi güç gösterip bu düğümü bir vuruşta koparıp atmak geliyor içimden!”
Gene salonda bir aşağı, bir yukarı dolaşmaya başladı, ama çok geçmeden yeniden durdu,
hem bu kez tam önümde. Eğilip dudaklarını kulağıma yaklaştırarak, “Jane, aklını başına alacak mısın sen? Yoksa emin ol şiddete başvuracağım!” diye söylendi. Sesi boğuk çıkıyordu; bakışlarında da, dayanılmaz bir zinciri kırarak vahşi bir özgürlüğe
atılmak üzere olan bir adamın ifadesi vardı. Bir an sonra onun çılgınca kendinden geçeceğini, artık benim elimden de hiçbir şey gelmeyeceğini anladım. Onu idare edip çılgınlıktan alıkoymak için an bu andı; yoksa iş işten geçerdi. En ufak bir dikleşme, bir korku belirtisi gösterirsem kendimi de, onu da mahva sürüklemiş olurdum. Ama zerrece
korkmuyordum. İçimde bir kuvvet, bir etkileme gücü duyuyordum ki bu bana yürek veriyordu. Durum son derece tehlikeli ama bir o kadar da heyecanlıydı. Hafif teknesiyle
çağlayanlardan aşağı akan bir kızılderili de böyle bir heyecan duyar herhalde... Efendimin sıkılmış duran yumruğunu alıp o kasılmış parmaklarını çözdüm, yatıştırıcı bir sesle,
“Oturun,” dedim. “İstediğiniz kadar konuşalım. İster akla yakın olsun, ister olmasın, ne anlatacaksınız anlatın, ben dinlerim.”
Oturdu ama hemen konuşmaya başlama fırsatı bulamadı. Ne zamandır ağlamamak için çabalıyordum; ama onun üzüleceğini bildiğim için gözyaşlarımı bastırmaya çok çalışmıştım. Şimdi gözyaşlarımı başıboş bırakmanın daha yerinde olacağına karar verdim. Bu yaşlar onu sinirlendirirse... Daha iyi ya! Böylece, kendimi koyuverdim, kana kana ağlamaya başladım. Çok geçmeden onun kendimi toparlamam için bana yalvardığını duydum.“Siz böyle ateş püskürürken ben nasıl kendimi toparlayabilirim?”
“Ateş püskürmüyorum, Jane. Ama seni öyle seviyorum ki... Çok, pek çok. Sen de minnacık beyaz yüzüne öyle donuk, öyle çelik gibi kararlı bir ifade vermiştin ki dayanamadım. Haydi, sus artık da sil gözlerini.”
Yumuşayan sesi onun ateşinin yatışmış olduğunu gösteriyordu, ben de yavaş yavaş duruldum. Bu kez başını benim omzuma yaslamaya kalktı, bırakmadım. Beni çekmek
istedi... Hayır! Öyle acı bir hüzünle, “Jane! Jane!” dedi ki sesi sinirlerimi baştan ayağa ürpertti. “Beni
sevmiyor musun yani? Salt benim mevkime, rütbeme mi özenmiştin yoksa? Şimdi benim sana koca olamayacağıma inanç getirince nefretle kaçınıyorsun benden... Pis bir kurbağa ya da çirkin bir maymunmuşum gibi.”
Bu sözler ciğerimi deldi sanki. Ama ne diyebilirdim? Ne yapabilirdim? Belki hiçbir şey dememem, hiçbir şey yapmamam daha uygun kaçardı, ama onun kalbini kırdım diye öyle
bir vicdan azabı duydum ki açtığım yaralara merhem sürmek isteğini önleyemedim.
“Seviyorum sizi, hem de her zamankinden çok,” dedim. “Yalnız, sevgimi göstermek bana artık yasak. Bu lafı size son olarak açıyorum.”
“Son olarak mı, Jane? Nasıl? Benimle bir çatı altında yaşayıp beni her gün gördüğün halde, beni hâlâ seve seve, bana karşı soğuk, yabancı durabilir misin sen?”
“Yok, efendim, bunu yapamayacağımı kesinlikle biliyorum. Bundan dolayı da, tek bir çıkar yol görüyorum... Söylersem gürleyeceksiniz.”
“Söyle, söyle! Ben gürlersem sen de yağarsın!”
“Efendim, sizden ayrılmam kaçınılmaz oldu.”
“Kaç zaman için, Jane? Yüzünü yıkamak, saçını başını düzeltmek için mi? Çünkü yüzün biraz kızarmış, saçların da dağınık.”
“Adela’dan da, Thornfield’den de ayrılmam gerek. Sizden ömür boyu ayrılmam gerek. Yabancı yerlerde, yabancı kişiler arasında kendime yeni bir yaşam kurmam gerek.”
“Elbet... Ben dedim ya böyle olacak diye. Benden ayrılmak düşüncesi bir çılgınlık. Üzerinde durmuyorum. Benim benliğimin bir parçası olmaya değiniyorsun, sanırım. Yeni bir
yaşam kurmaya gelince, elbet öyle olacak. Sen benim karım olacaksın. Evli değilim ben. Mrs. Rochester sen olacaksın. Yaşadığımız sürece seninle ben, her anlamda bir arada, bir tek
varlık olacağız. Fransa’nın güneyinde bir yerim var, oraya götüreceğim seni... Akdeniz kıyısında, beyaz badanalı bir köşk. Orada her türlü kötülükten uzak, mutlu, tertemiz bir
ömür süreceksin. Korkma, seni yanlış yola sürüklemek, metresim haline getirmek istemiyorum. Karım olacaksın. Neden sallıyorsun başını öyle iki yana? Jane mantıklı ol,
yoksa inan olsun kanım tepeme çıkacak gene!”
Sesi de, elleri de titremeye başlamış, burnunun o geniş delikleri büsbütün açılmıştı. Gözleri şimşek çakıyordu. Ben gene de konuşmak cüretini gösterdim:
“Efendim, sizin karınız yaşıyor. Bu gerçeği daha bu sabah siz de kabul ettiniz. Şimdi ben
sizin dilediğiniz gibi sizinle yaşarsam metresiniz olurum. Olmazsın, demek yalan olur.”
“Jane... Uysal bir erkek değilim ben, bunu unutuyorsun galiba. Yumuşak başlı, soğukkanlı, sakin bir adam değilim. Bana da, kendine de acıyorsan parmağını şu nabzıma
bastır, nasıl attığını gör de ona göre ayağını denk al.”
Bileğini açıp bana doğru uzattı. Yüzünden de kan çekilmiş, yanakları, dudakları kül gibi olmuştu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Onun sevmediği şey kendisine karşı gelinmesiydi. Böyle bir direnmeyle onu öfkelendirip üzmekten korkuyordum, ama ona boyun eğmek de olanaksızdı. Sonunda, insanların büsbütün umarsız kaldıkları zaman yaptıkları şeyi yaptım: İnsandan daha yüce bir varlığa sığındım. Elimde olmadan, “Tanrım! Bana yardım et!” sözleri dudaklarımdan döküldü.
Birden, “Ne aptalım ben!” diye bağırdı. “Evli değilim, deyip duruyorum da bunun açıklamasını yapamıyorum ona. Yukarıdaki kadının kişiliği, aramızda kıyılan cehennem nikâhı konusunda hiçbir fikri, bilgisi olmadığını unutuyorum... Benim bütün bildiklerimi
öğrenince Jane de bana hak verecektir. Eminim buna. Ver elini elime, Janet. Yakınımda
olduğunu hem görmek, hem de hissetmek istiyorum. Şimdi sana işin iç yüzünü birkaç kelimeyle anlatacağım. Beni dinleyecek misin?”
“Elbet, efendim. İsterseniz saatlerce.”
“Ben yalnızca dakikalarını rica ediyorum, Jane. Sen benim, babamın büyük oğlu olmadığımı hiç duydun mu? Bir ağabeyim vardı benim... Bunu biliyor musun?”
“Bir keresinde Mrs. Fairfax öyle bir şey söylemişti, efendim.”
“Babamın paragöz, pinti bir adam olduğunu da duymuş muydun?”
“Kulağıma bu yollu bir şeyler çalınmıştı, efendim.”
“İşte Jane, bu durumda babam mülkünü bir bütün olarak tutmak hırsı güdüyordu. Mirasını bölüp bana hakça bir pay ayırmak düşüncesi onu deli ediyordu. Her şeyinin ağabeyim Rowland’a kalmasına karar vermişti. Öte yandan, küçük oğlunun parasız
gezmesine de dayanamıyordu. Öyleyse ben de paralı bir evlilik yapmalıydım. Böylece, babam bana bir zengin kızı arayıp duruyordu. Jamaikalı bir çiftlik sahibi, aynı zamanda tüccar olan Mr. Mason, onun eskiden dostuydu. Babam Mason’ın bir kızıyla bir oğlu
olduğunu, kızına otuz bin sterlin vereceğini haber almış. Bu ona yetti de arttı bile. Liseyi bitirdiğimde beni oraya gönderdiler. Babam onun zenginliğinden hiç söz etmedi. Yalnız, Mason’ların kızının güzellik yönünden Spanish Town’un kraliçesi olduğunu söyledi ki bu da
yalan değildi. Bertha, Blanche Ingram tipinde, olağanüstü güzel bir kızdı. Uzun boylu, esmer; şahane. Köklü bir soydan geldiğim için ailesi bana dört elle sarıldı. O da beni elde etmek
istiyordu. Onu bana, nefis giysiler içinde, balolarda, şölenlerde gösteriyorlardı. Baş başa kaldığımız, karşılıklı konuştuğumuz hemen hiç olmadı. Bertha beni pohpohluyor, bütün güzelliğini, bütün hünerlerini gözümün önüne seriyordu. Çevresindeki bütün erkekler sanki
ona hayrandılar da beni kıskanıyorlardı. Gözlerim kamaşmış, kanım tutuşmuştu... Toy,
deneyimsiz, ham bir delikanlı olduğum için ben de onu sevdiğimi sandım! Hısım akrabası beni körüklüyordu; onun peşindeki hayranlar beni büsbütün kışkırtıyordu; güzelliği beni
büyülüyordu. Daha ne olduğunu anlayamadan, nikâh kıyılmıştı bile!
Ah, Jane, bu yaptığımı düşündüğüm zaman kendi kendime saygım kalmıyor, bir utanç azabı içinde kıvranıyorum. Onu hiçbir zaman sevmedim, saymadım... Hatta tanımadım bile!
İyi bir insan mı, değil mi, farkında bile değildim. Erdem, iyilik, açık yüreklilik, incelik, zekâ gibi şeylerin varlığını görmemiştim onda... Aramamıştım ki! Ahmaklar gibi, salaklar gibi gözüm kapalı evlenmiştim onunla. Oysa hiç evlenmeden de... Ama, kimin karşısında konuştuğumu unutuyorum. Evlendiğim kızın annesini hiç görmemiştim. Onu ölmüş biliyordum. Balayımızın
sonunda yanlışımı anladım: Kayınvalidem ölmüş falan değil, zırdeliymiş; bir tımarhanede
kapalıymış. Bertha’nın bir de erkek kardeşi vardı ki iyice ahmağın, budalanın biriydi. Ağabeyine gelince, onu sen de gördün. Gerçi Mason’ların bütün soyundan tiksinirim ama
Richard’dan bütün bütün nefret edemiyorum; çünkü yarım akıllı da olsa, şefkatli bir insandır, onun zavallı kız kardeşiyle sürekli olarak ilgilenmesinden de belli olur bu. Sonra bana karşı da oldum olası bir köpeğin sahibine gösterdiği bağlılığı göstermiştir. Ama, yazık ki bir gün gelecek o da kız kardeşinin durumuna düşecek... Babamla ağabeyimin bütün bunlardan haberleri varmış da otuz bin sterlini düşünerek, el ele verip bana bu tuzağı kurmuşlar!

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin