Mr. Rochester bana yalnızca bir hafta için izin vermişti; ama ben Gateshead’den birayda ancak ayrılabildim. Cenaze töreninden sonra hemen gitmek istiyordum.
Georgiana, “Ben Londra’ya gidinceye kadar kal,” diye yalvardı. Dayısı Mr. Gibson kızkardeşinin cenazesinde bulunmak, işlerini düzene koymak için konağa geldiğinde, yeğenini,
en sonunda, Londra’ya çağırmıştı. Georgiana, Eliza’yla baş başa kalmaktan ödü koptuğunu
söylüyordu; ablasından ne anlayış ne avuntu ne de destek ve yardım buluyordu çünkü.Çaresiz, ben de onun budalaca sızlanmalarına, bencil yakınmalarına katlandım; dikişlerinindikilip bavullarının hazırlanmasında ona elimden geldiğince yardımcı oldum. Ben iş
yaparken o boş oturuyordu. İçimden, “Ah benim kuzenim, her zaman birlikte oturacakolsaydık durumumuz daha başka olurdu!” diyordum. “Böyle sessiz sedasız boyun eğmezdimsana. Yapacağın işleri sana bir bir gösterir, sonra tepene vura vura yaptırırdım. Sen
yapmazsan ben de elimi sürmezdim. Sonra, bu sonu gelmez sızlanmalarını da zorlasustururdum. Yalnızca yakında ayrılacağımız için, şu sırada ne de olsa ananı yitirmiş olduğun
içindir ki ben şimdi sana karşı böyle uysal davranıyorum.”
Sonunda, Georgiana’yı Londra’ya yolcu ettik; ama bu kez de Eliza bir hafta dahakalmam için yalvardı. Bütün günü hazırlık işleriyle geçiyormuş; çünkü çok yakında uzak biryere gitmek üzere yola çıkacakmış. Gerçekten de bütün gün, kapısı içeriden sürmelenmiş olarak odasına kapanıyor, çekmecelerini boşaltıp sandıklarını dolduruyor, birtakım kâğıtlar yakıyor, hiç kimseyle konuşmuyordu. Benden, kendi hazırlıkları bitinceye kadar eviçevirmemi, gelenlerle görüşüp başsağlığı mektuplarına karşılık vermemi rica etti. Bir sabah
da bana artık özgür olduğumu bildirdi;
“Değerli yardımların, hele sessiz sedasız davranışların için sana teşekkür ederim,” dedi.
“Senin gibi biriyle aynı evde oturmak Georgiana’yla oturmaktan bambaşkaymış meğer. Sen üzerine aldığın işi sessizce yapıyor, kimseye yük olmuyorsun... Yakında ben Avrupa’yagidiyorum. Fransa’da, Lisle dolaylarındaki bir manastıra yerleşeceğim; başımı dinleyip
huzura kavuşacağım. Bir süre, Katolik mezhebinin inançlarını inceleyeceğim. Bu mezhebin,az çok umduğum gibi, kişinin yaşantısına düzgünlük, düzenlik sağlayan bir yol olduğunugörürsem Katolik olacağım. Belki rahibe de olurum.”
Onun bu kararına şaşmadığım gibi caydırmaya falan da kalkışmadım. İçimden,
“Rahibelik tam sana göre bir şey... Hayırlı olsun!” diyordum. Ayrılacağımız zaman,
“Tanrı’ya emanet ol halamın kızı... Yolun açık olsun,” dedi. “Aklı başında bir kızsın sen.”
“Sen de aklı başında bir kızsın, dayımın kızı Eliza,” dedim. “Ama, bir yıla kalmayacak,aklın da, başın da bir Fransız manastırının duvarları arasına kapanıp kalacak... Neyse, beniilgilendiren bir iş değil bu. Canın öyle istiyor madem... Bana ne!”
Eliza, “Çok doğru söyledin,” dedi, bu sözlerle ayrıldık.
Bundan sonra Reed kardeşlerden hiçbirinin lafını açmama neden olmayacağına göreşimdiden söyleyeyim: Georgiana yaşlıca bir salon züppesiyle çıkar üzerine kurulu bir evlilikyaptı; Eliza da gerçekten rahibe oldu. Katolik mezhebini incelemek için kapandığı manastıra bütün servetini bağışladı. Bugün kendisi o manastırın başrahibesidir...
İnsanlar, uzun, kısa ayrılıklardan sonra evlerine dönerken ne gibi duygulara kapılır,bilmiyordum; başımdan hiç geçmemiş olan bir şeydi bu. Çocukken, uzun yürüyüşlerdensonra Gateshead Konağı’na dönüşlerimi anımsıyordum, yüzde yüz azar işitirdim, üşüdüğümiçin, yüzüm gülmediği için. Sonradan da pazar günleri kiliseden Lowood’a dönüşümüzüansıyordum... Sıcak bir oda, bol yiyecek özlemiyle dolu olup da hiçbirini bulamayışımızın
acısını! Kısacası, bu dönüşlerin hiçbiri tatlı şeyler, istenilen şeyler değildi. Hiçbir zamanherhangi bir yere dönmek için can atmamış, gözle görünmez bir gücün beni oraya doğruçektiğini duymamıştım. Thornfield’e dönüş yepyeni bir deneyim olacaktı.Yolculuk uzun, sıkıcı geldi bana, pek bunaltıcı. İlk gün yetmiş kilometre kadar yol
giderek bir handa geceledim; ertesi gün de bir o kadar yol gittim. İlk on iki saat boyunca hepyengemin son demlerini düşünüyordum; o çarpılmış, morarmış yüzünü, boğuklaşmış sesini,cenaze törenini, tabut, araba, karalar giymiş yaslılar şeridi (çoğu ölen kadının kiracısı,
uşaklarıydı; akrabalarından pek azı vardı), o karanlık mahzen, kilisenin sessizliği, okunandualar. Sonra Eliza’yla Georgiana’yı düşünüyor, birini bir manastır hücresinde, öbürünü debir baloda görür gibi oluyor, kişiliklerindeki zıtlıkları irdeliyordum. Geceleyin arabanın
büyük ... şehrine varmasıyla bu düşünceler dağıldı, sonra bambaşka bir yola girdi. Hanodasındaki yatağıma yatınca geçmişi bir yana bıraktım, gelecekle uğraşmaya başladım.
Thornfield’e dönüyordum ama orada ne kadar kalabilecektim? Çok değil... Bunaemindim. Bir süre önce Mrs. Fairfax’ten mektup almıştım: Konaktaki konukların dağıldığını,
efendimizin üç hafta önce Londra’ya gittiğini, iki hafta sonra da döneceğini yazıyordu: Onuntahminine göre efendimiz düğün hazırlığı yapmak üzere gitmiş Londra’ya, yeni bir faytonalmak niyetindeymiş. Mrs. Fairfax onun Blanche Ingram’la evlenmesi düşüncesini hâlâ
yadırgadığını, ama herkesin söylediğine, kendisinin de izlenimlerine göre, düğünün çok
geçmeden yapılacağına artık inanmaya başladığını söylüyordu. Ben de bunu okuyunca,
“Artık inanmazsan pek tuhaf kaçar!” diye düşünmüştüm, “çünkü benim hiç kuşkum yok.” Budüşünceleri hep aynı soru izliyordu: “Peki, ben nereye gideceğim?” Her gece sabahlara kadarBlanche Ingram rüyalarıma giriyordu. Bir gece sabaha karşı gördüğüm çok canlı bir rüyada o,
Thornfield’in bahçe kapılarını yüzüme karşı kapadı, eliyle başka bir yola gitmemi işaret etti.
Mr. Rochester da kollarını kavuşturmuş, yüzünde alaycı, buruk bir gülüşle, bizleriseyrediyordu...
Dönüş gününü Mrs. Fairfax’e tam olarak bildirmemiştim; çünkü beni karşılamak içinMillcote’a araba göndermelerini istemiyordum. Niyetim, habersizce, yürüyerek dönmekti.Nitekim bavulumu, George Hanı’nın seyisine emanet ettikten sonra sessiz sedasız yola
düzüldüm, o haziran akşamının saat altısında, Thornfield’e giden eski yola saptım. Bu,büyük bölümü tarlaların arasından geçen, şimdi artık pek kullanılmayan bir yoldu. Parlak ya
da şahane bir haziran akşamı sayılmazdı ama hava açık, yumuşaktı. Yol boyunca bütüntarlalarda harman savrulmaktaydı. Gökyüzü bulutsuz değilse de gelecek için güzel günlerumduruyordu: Maviliği tatlı, duru, bulutları yüksekte, ince inceydi. Günbatısı bir yangınyeriydi. Mermer damarlarını andıran bulut aralıklarından dışarıya altınla karışık bir kızılparıltı vurmuştu. Önümüzdeki yol kısaldıkça sevinmeye başlamıştım. O kadar seviniyordum ki bir aradurdum da bu sevincin ne anlama geldiğini sordum kendi kendime; gittiğim yerin kendi evim, hatta sürekli olarak kalabileceğim bir barınak bile olmadığını kendime anımsattım.
Yolumu gözleyen, gelişimi iple çeken yakınlarım yoktu gittiğim yerde. “Mrs. Fairfax sana,sakin bir gülümseyişle, hoş geldin, diyecek; küçük Adela da seni görünce el çırpıpsıçrayacak,” diye düşündüm. “Ama bal gibi biliyorsun ki senin aklın onlarda değil, başkabirinde... O ise seni hiç düşünmüyor.” Gelgelelim şu dünyada gençlik kadar dik kafalı olan nevardır ki; toyluk kadar da kör? Gençlik, toyluk bana, “Onunla bir arada olmak ayrıcalığının
sana vereceği mutluluk yeter de artar bile! O seni ister düşünsün, ister düşünmesin!”diyordu. Sonra, “Çabuk ol! Acele et!” diye ekliyordu. “Elinde fırsat varken birlikte ol onunla.Birkaç gün, bilemedin, birkaç hafta sonra ondan ömür boyu ayrılacaksın!” Bunu düşününce
yepyeni bir işkenceyle boğulacak gibi oldum; koşmaya başladım.
Thornfield topraklarındaki tarlalarda da saman savuruyorlardı. Daha doğrusu,köylülerin tam işlerini bırakıp tırmıklarını omuzlarına vurarak evlerine döndükleri saatti bu.Önümde topu topu birkaç tarla uzanıyordu şimdi. Sonra yolun karşısına geçip bahçe
kapısına ulaşacağım. Çitlerdeki yaban gülleri nasıl da bol. Ama gül sevecek zamanım yokşimdi benim. Bir an önce eve varmak istiyorum. Çiçekli dallarını yolun üzerine doğru
uzatmış bir çalının önünden geçiyorum. Önündeki taş basamaklarla çit kapısını görüyorum,sonra da... Efendimin orada oturmakta olduğunu görüyorum... Kalem-kâğıt var elinde, birşeyler yazıyor. Hayalet görmüş değilim gerçi, gene de bütün sinirlerim boşanıveriyor. Bir an
kendimi tutamıyorum. Ne anlama geliyor bu? Onu yeniden görünce böyle titreyeceğimi,onun karşısında böyle dilimi yutup taş kesileceğimi sanmamıştım. Dizlerim gene tutup dayürüyebilecek duruma geldiğim zaman hemen yüz geri edip kaçacağım. Kendimi ona karşı
böyle rezil etmenin gereği yok. Başka bir yoldan giderim eve... Ama, hepsi boş... Çünkü obeni gördü bile.
“Hey, merhaba!” diyerek elindeki kalem kâğıdı sallıyordu. “Hoş geldin! Yaklaş beriyelütfen!” Yaklaşıyorum besbelli... Ancak ne yaptığımın pek farkında değilim. Tek düşüncem
serinkanlı, doğal görünmek, özellikle de yüzümün kaslarına söz geçirerek duygularımıyansıtmalarını önlemek; çünkü benim gizlemeye çalıştığım şeyleri onlar ille ortayavurmakta direniyorlar. Neyse ki şapkamın tülü var yüzümün önünde. Birkaç dakika
durumumu idare ederek kendimi toparlayabilirim. “Gerçekten Jane Eyre mi bu?Millcote’tan mı geliyorsun... Hem de yaya olarak? Evet, evet, tam senden umulacak bir
maymunluk bu! Araba çağırtarak, doğru yoldan, insan gibi döneceğin yerde, alacakaranlıkta,kır yollarından habersizce süzülmek, evine doğru... Bir düş gibi, hayalet gibi... Ee, buncazamandır buradan uzaklarda ne haltlar karıştırdın bakalım?”
“Ölen yengemle birlikteydim, efendim.”
“Vay canına! Tam Jane Eyre’lik bir söz bu! İyilik melekleri, siz beni koruyun! Öbürdünyadan... Ölmüşlerin dünyasından geliyor bu kız! Alacakaranlıkta, yapayalnızken karşımaçıkarak bunu açıkça da söylüyor bana. Cesaretim olsa dokunurdum sana... Bakalım etten,
kemikten misin, yoksa gölgeden misin... Seni ecinni! Ama, bataklıklarda tüten mavi ignis
fatuus66ışığına dokunurum da, sana dokunamam!” Bir an durakladı, sonra, “Ah seni vefasız,seni hayırsız!” diye söylendi. “Bir ay uzak kaldın benden. Beni unutup gitmişsindir... Kalıbımıbasarım!”
Efendime kavuşmanın sevinçli olacağını biliyordum. Onun yakında bendenuzaklaşacağını, onun gözünde benim bir hiç olduğumu bildiğim halde, mutluluk duyacağımıbiliyordum bu karşılaşmadan; çünkü, ondaki çevresine mutluluk dağıtma gücü öyle büyüktüki benim gibi yuvasız kuşlara saçtığı kırıntıları gagalamak bile dört başı mamur bir şölende karın doyurmak gibiydi. Son söylediği sözler ayrılığın bütün zehrini alan şifalı birpanzehirdi. Benim onu unutup unutmayışıma önem verdiğini ima ediyordu sanki. Ah, keşkeböyle olsaydı. Mr. Rochester çit kapısından ayrılmıyordu; ben de yürüyüp geçemiyordum.
Londra’ya gidip gitmediğini sordum.
“Gidip döndüm,” dedi. “Bunu nerden bildin? Malum oldu, besbelli.”
“Mrs. Fairfax mektubunda yazdı.”
“Ne için gittiğimi de yazdı mı sana?”
“Elbet, efendim. Herkesin bildiği bir şey bu.”
“Yeni aldığım arabayı gör bakalım, Jane. Tam Mrs. Rochester’a layık bulmazsan banasöyle. O mor yastıklara yaslandığı zamanlar Amazonlar Kraliçesi’ne benzeyecek! Ah, Jane,tip bakımından ona biraz daha denk olabilmeyi isterdim. Sen mademki İyi-Saatte-Olsunlar’ın kızısın, söyle bana; beni yakışıklı yapabilecek bir büyü, bir şerbet, muska falanyok mu?”
Gülerek, “O derece etkili büyü dünyada bulunamaz, efendim,” dedim. İçimden de,
“Gereken tek büyü sana bakan gözlerin sevda dolu olmasıdır,” diyordum, “çünkü sevengözler için sen yeter derecede yakışıklısın. Daha doğrusu, senin sert çizgilerinde güzellikleriüstün bir çekicilik var.”
Kimi zaman benim içimden geçen düşünceleri, aklımın ermediği bir ustalıkla okumasınıbilirdi. Şimdi de benim kabalığa kaçan sözlerime hiç aldırış etmedi. Sessizce söylediklerimiduymuş gibi kendine özgü, okunmaz bir ifadeyle gülümsedi bana. Her zaman bu biçimgülümsemezdi: Sıradan şeyler için harcamaya kıyamazmış gibi çok seyrek kullanırdı bugülümseyişi. Bu, tam güneş gibi bir gülüştü. İşte, şimdi, efendim benim üzerime bu güneşinışıklarını serpmişti!..
Benim çit kapısından geçebilmem için yol açarak, “Geç, Janet!” dedi. “Evine dön; o minik,yorgun ayaklarını bir dost çatısının altında dinlendir.”
Şimdi benim yapacağım tek şey hiç ses çıkarmadan onun dediğini yerine getirmekti. Birdaha ağzımı açmama gerek yoktu. Çit kapısından geçtim. Niyetim soğukkanlılıkla oradan
uzaklaşmaktı, ama birden bir şey dürttü sanki; görünmez bir güç geri çevirdi beni...
Ben, daha doğrusu, içimden bir şey bana karşın konuşarak, “Eksik olmayın, Mr.Rochester, çok iyisiniz,” dedim. “Sizin yanınıza döndüğüm için tuhaf bir mutluluk içindeyim.
Benim evim sizin yanınızdır. Bundan başka yuvam olmadı benim!”
Sonra öyle bir hızla yolumda yürüdüm ki o istese bile, bana yetişemezdi! Küçük Adela
beni görünce sevinçten adeta deli gibi oldu.
Mrs. Fairfax de her zamanki yapmacıksız sevecenliğiyle karşıladı beni. Leahgülümsüyordu. Sophie bile sevinçle, “Bon soir,”67 dedi. Çok tatlıydı bu! İnsanınçevresindekilerce sevilmesi, aranılan bir kimse olduğunu sezmesi kadar büyük bir mutlulukolamaz!
O gece gözlerimi bile bile geleceğe yumdum; kulağıma durmadan ayrılık, üzgünlüksözleri fısıldayan o sesi duymazlıktan geldim. Çay sona ermiş, Mrs. Fairfax eline örgüsünü
almıştı. Ben onun yakınında bir iskemleye oturdum, Adela da yanı başıma, halının üzerineoturup bana sokuldu. Karşılıklı bir sevgi havası bizi altın bir halka gibi sarmıştı sanki.İçimden sessiz bir dua koptu: “Tanrım, bizi birbirimizden pek çabuk ayırma; pek deuzaklara atma!” Sonra, biz böyle otururken efendim, hiç habersiz içeri girdi, bizimyarattığımız bu sevgi tablosunu zevkle seyrederek, “Mrs. Fairfax manevi kızına kavuştu ya,
artık keyfi yerinde!” dedi. Sonra da, Adela’nın “prete à croquer sa petite maman Anglaise”68 olduğunu söyledi. Onun böyle konuştuğunu duyunca ben de umutlanmak cüretini buldum:Belki efendimiz evlendikten sonra da bizi birbirimizden, kendi varlığının güneşinden bütün
bütün ayırmaz, hepimizi bir arada bir yerde, gene kendi kanadının altında barındırırdı.Thornfield’e dönüşümün üzerinden görünüşte dingin iki hafta geçti. Efendimin
evlenmesine ilişkin ortada ne bir laf vardı, ne de hazırlık. Hemen her gün, kesin bir şeyduydu mu, diye Mrs. Fairfax’e soruyordum. O da hep “hayır” diyordu; hatta anlattığına göre,bir keresinde bu soruyu efendisine doğrudan doğruya sormuş, “Gelin hanım ne zaman
gelecek?” diye. O sudan bir şakayla, o garip ifadelerinden biriyle karşılık vermiş. Mrs. Fairfaxbunu neye yoracağını bilememiş!
Beni özellikle şaşırtan bir şey vardı ki o da şuydu: Ingram Park’la Thornfield arasındahiçbir geliş gidiş olmuyordu. Evet, gerçi Ingram Park otuz kilometre kadar ötede, başka birilin sınırındaydı, ama ateşli bir âşık için bu uzaklık nedir ki... Hele Mr. Rochester gibi usta,yorulmaz bir binici için birkaç saatlik bir at gezintisi sayılırdı. Günler geçtikçe hiç hakkımolmayan birtakım umutlar beslemeye başladım. Belki de düğünden vazgeçilmişti;
söylentilerin aslı astarı yoktu belki; ikisinden biri ya da her ikisi caymış olabilirdi. Bakalımüzgün mü, diye efendimin yüzüne bakıyordum her görüşümde. Ama, onun yüzünü bu kadaruzun zaman, sürekli olarak bulutsuz, rahat gördüğümü hiç bilmiyordum. Öğrencimle
birlikte onun yanında bulunduğumuz sıralarda ben arada elimde olmayarak keyifsizleşir,tasalı bir hal alırsam, efendim sanki tersine, neşeleniyordu. Beni hiç bu kadar sık yanına
çağırdığı ve yanındayken böyle tatlı davrandığı olmamıştı... Ben de, ne yazık ki, onu hiçböylesine sevmemiştim.66.(Lat.) Deli ateş.Bu deyim, geceleri bataklıklar üzerinde görülen,metan gaz ının yanmasından ileri gelen parıltılar için kullanılır.(Y.N.)
67.(Fr.) İyi akşamlar.(Y.N.)
68.(Fr.) İngiliz annesini çiğ çiğ yemeye haz ır.(Y.N.)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
RomanceJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...