Aradan iki gün geçti. Bir yaz akşamındayız. Arabacı beni Whitcross diye bir yerde
indirdi; çünkü verdiğim paraya karşılık beni daha öteye götürmesi olanaksızdı, benim de dünya yüzünde tek bir şilinim daha yoktu. Şu sırada araba benden belki bir-bir buçuk kilometre öteye gitmiştir, bense yalnızım. Çıkınımı arabadan indirmeyi unutmuş olduğumu
şimdi anlıyorum. Varım yoğum arabada kaldığına göre artık bütün bütün hiçbir şeysiz, ele bakar durumdaydım.
Whitcross kasaba falan değil, köy bile sayılmaz. Dört yol ağzına dikilmiş, karanlıkta uzaktan daha kolay seçilsin diye olacak, beyaz badanalanmış bir dikili taştan ibaret. Taşın tepesinden dört kol fırlamış. Bu kolların gösterdiği en yakın yer on beş kilometre uzaklıkta,
en uzağı otuz kilometreden öte. Bu kasabaların, köylerin iyi bildiğim adlarına göre hangi ilde
olduğumu anlıyorum. Fundalıklarla gölgelenmiş, dağlarla çevrilmiş bir orta kuzey bölgesindeyiz; bunu biliyorum. Arkamda, her yanımda uçsuz bucaksız bozkırlar uzanıyor.
Önümdeki derin vadinin ta ötelerinde dalga dalga dağlar. Buralarda nüfus yoğunluğu az olsa gerek. Yollarda hiç kimse yok. Beyaz, geniş, ıpıssız yollar bunlar; doğuya, batıya, kuzeye, güneye doğru uzanan yollar. Hepsi de bozkırların bağrına çizilmiş; gür, başıboş fundalar, yolların ta kenarlarına kadar gelmiş... Gene de bir gelip geçen olabilir her an. Bense şu sırada kimsenin gözüne görünmek istemiyorum. Benim bu yol kavşağında böyle yapayalnız oyalandığımı görenler amaçsız,
yersiz yurtsuz olduğumu elbet anlayarak ne yaptığımı, kim olduğumu merak edebilirler.
Soru sorabilirler bana. Vereceğim karşılıkların akla uzak gelip kuşku uyandırması da doğal.
Şu anda beni insanlara bağlayan hiçbir bağ yok. Beni insan kardeşlerimin arasına çeken ne
bir umut, ne bir ses var. Beni gören hiç kimse iyi şeyler düşünüp hayırduası edemez.
Hepimizin anası olan Toprak Ana’dan başka kimsem yok. Onun göğsüne sığınıp huzur arayacağım.
Dosdoğru fundalıkların arasına daldım. Önümde uzanan derin bir hendekten gitmeye
başladım, toprağın kıvrımları boyunca diz boyu çalılar arasından yürüyerek ilerledim. Göze
çarpmayan yosunlu bir granit kaya bularak dibine oturdum. Çevremde hendeğin yüksek kenarları, başımın üzerinde kayanın kalkanı, onun üstünde de gökyüzü vardı. Bu ücra köşede bile bir süre heyecan çektim. Buralarda belki yaban boğaları geziniyordur ya da bir
avcı beni görür, diye korkuyordum. Issız fundalıkların üzerinden bir rüzgâr esse, boğa
saldırıyor, diye ödüm koparak irkiliyordum. Gece kuşlarının ıslıklarını insan sesi sanıyordum. Gece iyice bastırmaya başlayınca ortalığa derin bir sessizlik indi, korkularımın
yersiz olduğunu anlayarak yatıştım. Şimdiye dek pek düşünmemiştim; çevremi gözetleyip
dinlemek, duyduğum korkular bana yetmişti. Şimdi kafam da çalışmaya başladı.
Ne yapacaktım? Nerelere gidecektim? Ne dayanılmaz bir soru! Hiçbir şey
yapamayacağım, hiçbir yere gidemeyeceğim öyle ortadaydı ki! İnsanların oturduğu bir yere
ulaşabilmem için bile şu bitkin, titrek bacaklarımla uzun yollar aşmam gerekiyordu. Bir çatı altı bulabilmem ancak tanımadığım insanların acımasına bağlıydı. Derdimi dinletebilmek, ihtiyaçlarımdan tekini olsun giderebilmek için yalvaracak, dilenecektim; birçok kapı da
yüzüme kapanacaktı.
Fundalara dokundum. Yaz güneşinden hâlâ sıcacık, kupkuruydular. Gökyüzüne baktım:
lekesiz. Hendeğin tam kenarından içeri iyi yürekli bir yıldız gözünü dikmişti. Biraz sonra çiy
düşmeye başladı... Yumuşacık. Bir nefes rüzgâr bile yoktu. Doğa iyi ve geniş yürekliymiş gibi geldi bana; yersiz yurtsuz, kimsesiz olmama karşın beni seviyormuş gibi geldi. İnsanoğlundan ancak kuşku, aşağılama, zulüm beklediğim için, ben de Tabiat Ana’ya bir çocuk gibi sokuldum. Hiç olmazsa bu gece onun hem yavrusu, hem de konuğu olurdum; beni para pul istemeden ağırlardı elbet. Elimde bir kabuk ekmeğim kalmıştı. Fundalar arasında karakehribarlardan yapılma boncuklar gibi ışıldayan olgun yabanmersinleri gözüme ilişti. Bir avuç topladım, ekmeğime katık edip yedim. Bu sade yiyecek içimi kazıyan açlığı bütün bütün gidermediyse de biraz bastırdı. Yemeğimin sonunda akşam duamı ettim, sonra yatağımı seçtim: Fundalıklar pek yüksek, pek sıktı. Yatıp uzanınca ayaklarım dalların arasına gömüldü. Yapraklar gece havasının sızması için pek az yer bırakıyordu. Şalımı ikiye
katladım, yorgan diye üzerime örttüm. Alçak, düzgün, yosunlu bir tümsek bana yastık oldu.
Şimdilik rahattım, üşümüyordum da. Güzel bir dinlenme olabilirdi bu. Yazık ki içimin acısı uykumu dağıtıyordu. Yüreğim, kanayan yaralarından, kopan bağlarından yanıp yakınmaktaydı. Efendim için titriyor, onun başına gelebilecek felaketler için ağlıyordu; ona karşı derin, sızılı bir sevgi, dinmez bir özlemle dopdoluydu. Kanadı kırık kuşlar gibi çaresiz, sevdiği adama doğru uçabilmek için çırpınıp duruyordu.
Bu duygu, düşünce işkencesinden bitkin düşmüş, dizlerimin üzerinde doğruldum. Gece
iyiden iyiye bastırmış, yıldızlar parıl parıldı. Durgun, açık bir gece. Korkunun yoldaşlığına
yer vermeyecek kadar dingin bir gece. Tanrı’nın her yerde var olduğunu biliriz; ama O’nun
varlığını en çok, yapıtlarını gözlerimizin önünde bütün görkemiyle gördüğümüz zaman
duyarız. Gecelerin bulutsuz göklerinde. O’nun yarattığı dünyaların sessiz sedasız dönüp
savrulduklarını seyrettikçe Tanrı’nın sonsuzluğunu, sonsuz kudretini, her yerde varoluşunu en açık biçimde algılarız.
Efendim için dua etmek üzere dizlerimin üzerinde doğrulmuştum. Gözyaşlarıyla sislenen bakışlarımı göğe çevirince Samanyolu’nu gördüm. Boşluktaki bu yumuşak ışık
serpintilerinin aslında savrulup duran sayısız evrenler olduğunu düşününce Tanrı’nın
gücünü, görkemini ta içimde hissettim. O’nun kendi yarattığını mutlaka kurtaracağına
ilişkin bir güven geldi içime. O’nun tek bir ruha bile zarar getirmeyeceğine inandım. Bu kez
bir şükran duası okumaya başladım. Can veren güç aynı zamanda Kurtarıcı Güç’tü. Mr. Rochester için tehlike yoktu. Madem Tanrı yaratmıştı onu, yarattığı gibi koruyacaktı elbet.
Gene Tabiat Ana’nın göğsüne sokuldum, çok geçmeden uykuya dalarak acımı unuttum.
Ertesi sabah açlık gelip dikildi karşıma... Soğuk, çıplak. Küçük kuşlar uyanıp yuvalarından uçtuktan çok sonra, günün en tatlı saatinde arılar funda balı toplamaya
çıktıktan çok sonra, uzun sabah gölgelerinin bücürleştiği, güneşin yeri göğü doldurduğu bir
saatte yerimden kalktım, dört bir yanıma baktım.
Ne durgun, sıcak, kusursuz bir gün! Uçsuz bozkırlar nasıl da altın renkli bir çölü andırıyor! Dört bir yan güneş içinde. Hep bu güneşin altında, güneşin ışığıyla beslenerek
yaşayabilsem! Toprağın üzerinde bir kertenkelenin kaydığını gördüm. Dağmersinleri arasında çalışıp duran bir arı gördüm. O anda bir kertenkele, bir arı olmayı istedim ki şu
bozkırın bağrında kendime yiyecek ve yuva bulabileyim! Buralarda daha fazla barınamazdım. Yosun yastıklı yatağıma baktım bir an. Gelecekten o kadar umudum yoktu ki, “Keşke dün gece uyurken Tanrım benden canımı isteseydi!” diye düşündüm. “Ölüm
sayesinde kaderle savaşmaktan kurtulan şu yorgun kalıp şuracıkta sessizce eriyerek dingin
topraklara karışsaydı!”
Gel gör ki içimde hâlâ can vardı. Bütün istekleri, güçlükleri, sorumluluklarıyla, çaresiz
bu yükü çekecek, ihtiyaçlarımı giderecek, güçlüklere katlanıp sorumluluklarımı yerine
getirecektim. Yola düzüldüm.
Whitcross Kavşağı’nı gene bulunca, iyice kızgınlaşmış olan güneşe arkamı vererek
gölgelik bir yola saptım. Kendime mantıklı bir yön seçecek kadar ne iradem, ne de aklım
kalmıştı. Uzun zaman yol yürüdüm, sonunda yorgunluktan yıkılacak durumlara gelerek bir
taşın üzerine oturdum. Hem iç, hem de dış gücümü tüketen bitkinliğe yenilerek boyun eğmek üzereydim ki bir çan sesi duydum. Kilise çanları çalıyordu.
Sesin geldiği yöne döndüm. Değişim ve manzaralarına bir saat önce dikkat edememiş olduğum şiirsel görünümlü tepelerin arasında bir köyle bir çan kulesi seçtim. Sağıma düşen vadi boydan boya otlaklarla, mısır tarlalarıyla, ağaçlıklarla kaplıydı. Olgunlaşan mısırların,
koygun koruların, açık, güneşli kırların çeşit çeşit yeşilleri arasında da ışıltılı bir çay,
zikzaklar çizerek akmaktaydı. Yolun ilerisinde tekerlek gıcırtıları duyup başımı çevirdim, ağır yüklü bir öküz arabasının bin zahmetle yokuş yukarı tırmanmakta olduğunu gördüm.
Onun az ötesinde de birkaç sığırla çobanları vardı. İnsanların yaşayıp çalıştığı yerlere yaklaşmıştım. Canımı dişime takıp yoluma gitmeliydim; ben de bütün insanlar gibi alın teri
dökerek, zahmet çekerek yaşamaya çalışmalıydım.
Öğleden sonra saat iki sularında köye vardım. Köyün tek sokağının ucunda küçük bir dükkân, dükkânın penceresinde de birkaç somun ekmek vardı. İçim gitti bu ekmeklere.
“Biraz ekmek yersem belki dirilirim,” diye düşünüyordum; yoksa yoluma gitmekte çok zorluk çekecektim. İnsan içine karışır karışmaz, biraz güç bulup canlanmak isteğim de depreşmişti. Bir köy yolunun ağzında açlıktan bayılıp kalmanın utandırıcı bir şey olacağını düşünüyordum. Şu somunlardan birini almak için dükkâna para yerine verebileceğim hiçbir şey yok muydu? Düşündüm: Boynumda küçük, ipekli bir mendil vardı; eldivenlerim vardı.
Beş parasız, aç, perişan kişiler nasıl davranırlardı acaba? Mendilimle eldivenlerimi sunsam
dükkândakiler alır mıydı? Almazlardı herhalde, ama bir denemekten başka yolum yoktu ki! Dükkâna girdim. Bir kadın vardı içeride. Düzgün giyimli, efendi kılıklı bir hanımın geldiğini görünce nazik bir tavırla ilerledi, ne buyurduğumu sordu. İçimi bir utançtır bastı. Dilim bir türlü dönüp de hazırladığım lafları söyleyemiyordu. O yarı eski eldivenleri, buruşuk mendili önermek cesaretini bulamadım. Hem zaten böyle bir şey gülünç kaçacakmış gibi geliyordu şimdi. Biraz yorulduğumu söyleyerek yalnızca oturmak için izin
istedim. Müşteri olmadığımı anlayınca düş kırıklığına uğrayan kadın soğuk soğuk beni buyur
edip yer gösterdi. Kendimi oraya bırakıverdim. İçimden fena halde ağlamak geliyordu; ama
böyle bir gösterinin ne tuhaf kaçacağını bildiğim için kendimi tuttum. Sonra kadına, “Köyde
terzi ya da dikişçi kadın var mı?” diye sordum.
“Var; iki-üç tane. Onlar da köylüye yetip artıyor.”
Düşündüm. Son kerteye gelmiştim artık. Yoklukla yüz yüzeydim. Elimde ne param ne bir olanağım ne de elimden tutacak bir dost vardı. Bir şeyler yapmam şarttı, ama ne? Bir yere başvurmam gerekiyordu ama nereye? “Bu dolaylarda hizmetçi arayan var mı?” diye sordum.
“Yok, sanmıyorum,” dedi.
“Bu dolayların başlıca geçim yolu nedir? Köylünün çoğu ne yapar?” “Kimi rençperdir, kimi Mr. Oliver’ın iğne fabrikasında ya da dökümhanede çalışır.”
“Mr. Oliver kadın işçi çalıştırır mı?”
“Yok, erkek işidir o.”
“Ya kadınlar ne iş yapar?”
“Bilmem. Şunu bunu yaparlar işte; karınca kararınca, geçinip gitmek gerek.” Kadın benim sorularımdan sıkılmış gibiydi. Öyle ya, onun kafasını şişirmeye ne hakkım vardı? Bu arada birkaç köylü geldi içeri. Oturduğum sandalyeye ihtiyaç baş göstermişti. Dışarı çıktım.
Sağımdaki, solumdaki bütün evlere bakarak köy sokağı boyunca yürüdüm. Bu kapılardan herhangi birini çalmak için hiçbir özür düşünemiyor, yürek de bulamıyordum.
Belki bir saatten fazla köyün içinde, çevresinde dolandım durdum. İyice yorgun, açlıktan perişan durumda bir kır yoluna saptım, bir çitin dibine oturdum. Birkaç dakika sonra gene
ayağa kalkmış, yürümeye başlamıştım. Bir çıkar yol, bir imdat arıyordum... Bir kır yolunun yukarısında cici bir evceğiz duruyordu. Önünde de bakımlı, pırıl pırıl bir çiçek bahçesi. Orada durdum. Bu beyaz boyalı kapıya gidip ışıl ışıl parlayan tokmağı çalmaya ne hakkım vardı? Bu evde oturanlar benimle niçin ilgilensindi? Gene de, yürüdüm, kapıya vurdum. Uysal bakışlı, tertemiz giyimli bir genç kadın kapıyı açtı. İçimdeki umutsuzluğun, vücudumdaki bitkinliğin etkisiyle sönükleşip titreyen bir fısıltıyla sordum:
“Hizmetçiye ihtiyacınız var mı?”
Kadın, “Yok, hizmetçi kullanmıyoruz,” dedi
“Bana söyleyebilir misiniz, acaba nerede iş bulabilirim?” diye sordum. “Bu yerin yabancısıyım, hiçbir bildiğim yok. İş istiyorum... Ne olursa olsun.”
Beni kollamak, bana iş bulmak onun boynunun borcu değildi. Hem zaten benim varlığımı, sözlerimi, isteğimi kuşkuyla karşılayacağı da su götürmezdi. Nitekim kadın başını
iki yana sallayarak, “Kusura bakmayın, hiç bilgim yok,” dedi ve beyaz kapıyı kapadı. Evet,
yavaşça, nazikçe kapadı ama ne de olsa kapadı ya! Bir an daha beklese bir dilim ekmek dilenecektim, sanırım; çünkü artık o durumlara düşmüştüm. Evlere doğru yaklaşıyor, dönüp uzaklaşıyor, sonra gene geri geliyordum. Herhangi bir yakınlık beklemeye hakkım olmadığını düşünerek her seferinde kaçıyordum. Ben böyle yolunu şaşırmış, aç bir köpek gibi gezinirken saatler ilerlemişti. Bir tarladan geçince karşımda kilisenin çan kulesini gördüm, adımlarımı sıklaştırarak oraya doğru ilerledim.
Mezarlığın yanında, bir bahçe ortasında, küçük, sağlam bir ev duruyordu. Burası besbelli
papaz eviydi. Hiç tanıdıkları olmayan, yabancı bir yere gelen kimseler kimi zaman iş, yardım istemek için o yerin papazına başvururlar. Kendi başlarının çaresine bakmak isteyen
kimselere –hiç olmazsa öğütle– yardım etmek papazların görevidir. Bu eve başvurmaya hakkım varmış gibi geldi bana. Yüreğimi pekiştirdim, gücümün son kalıntılarını da derleyerek yoluma yürüdüm. Papaz evine vardım, mutfak kapısını çaldım. Yaşlı bir kadın açtı. Burasının papaz evi olup olmadığım sordum. “Evet,” dedi.
“Papaz efendi evde mi?”
“Hayır.”
“Yakında gelir mi?”
“Yok, başka yere gitti.”
“Uzağa mı?”
“Pek değil. Dört-beş kilometrelik bir yer. Babası aniden ölmüş de, çağırttılar. Marsh End’de şimdi. İki hafta falan kalır, sanırım.”
“Hanımı var mı?”“Yok; bir ben varım evde. Ben de, kâhyayım.”
Ondan yardım istemeye de dilim varmadı nedense. Dilenecek duruma düşmemiştim daha. Ayaklarımı sürüyerek uzaklaştım. Gene mendili çözdüm boynumdan. Dükkândaki o ekmekler gözümde tüttü gene. Ah, bir tek kabuk olsa! Şu açlığın tırmalayışını bastıracak bir lokmacık olsa! İçgüdümle, gene köye doğru döndüm yüzümü. Dükkâna vardım, içeriye daldım. Dükkâncı kadından başkaları
da vardı, ama dişimi tırnağıma takarak, “Şu mendile karşılık bir ekmek verir misiniz?” diye
sordum.
Kadın beni görünür bir kuşkuyla süzdü, “Yok, öyle alışveriş yapmak âdetim değildir,”
dedi. Kendimden geçmiş durumda yarım ekmek istedim. Kadın gene olmaz dedi. “Bu mendili
nerede bulduğunuzu ben ne bileyim!” diyordu.
“Eldivenlerimi alır mısınız?”
“Yo! İşime yaramaz ki!”
Sevgili okurum, bu olaylar üzerinde durmak hoş bir şey değil. Kimileri gerçi, “Eski acıları anmak tatlıdır,” der, ama şu anlattığım şeyleri anımsamak hâlâ içimi kaldırır benim.
Bedensel yorgunlukla karışan o ruhsal çöküntünün anısı öyle acıdır ki hiçbir zaman isteyerek anamam. Beni geri çevirenlerin hiçbirini kınamıyordum. Bunun olağan, kaçınılmaz
bir durum olduğunu düşünüyordum. Düpedüz bir dilenci bile çoğu zaman kuşkuyla karşılanır... Hele düzgün giyimli, hanım kılıklı bir dilencinin kuşkuyla karşılanması pek doğaldır. Evet, gerçi ben iş dileniyordum, ama o ücra yerde iş aramak akıl harcı mıydı? Bana iş bulmak da kimin boynunun borcuydu? Beni ömürlerinde ilk gören, bana ilişkin bilgileri olmayan yabancıların hiç değil! Mendilime karşılık bana ekmek vermeye yanaşmayan
kadına gelince, o da haklıydı; çünkü önerimi kuşkulu ya da bu alışverişi kârsız bulmuş olsa gerekti. Artık bu konuyu kısa keseyim; çünkü usandım.
Karanlık basmadan az önce bir çiftliğin önünden geçiyordum. Açık kapıda çiftçi oturmuş, peynir ekmek yiyordu. Durdum. “Ne olur, bana bir parça ekmek verir misiniz?
Karnım çok aç da!” dedim.
Adam bana şaşkınlıkla bir baktı. Sonra hiç karşılık vermeden, kalın bir dilim ekmek kesti, bana uzattı. Beni dilenci değil de kara köy ekmeğine imrenen züppe bir hanımefendi sanmış olsa gerekti. Köşeyi döner dönmez oturdum, ekmeği yedim.
Beni bir köy evine alacaklarından umudum olmadığı için, biraz önce söylediğim koruda konakladım. Çok sefil bir gece geçirdim, hiç rahat edemedim. Yerler nemli, hava serindi. Hem sonra, kaç kereler yakınımdan gelip geçenler oldu, durup durup yer değiştirmek zorunda kaldım. Kendimi güvenlikte bulmadığım için huzura kavuşamadım. Sabaha karşı
yağmur da başladı, o gün yalnız bir kez yiyecek yüzü gördü midem! Bir köy evinin avlusunda bir kız çocuğu soğuk bir tas lapayı domuzun yemek yalağına dökmek üzereydi.
“Bana versene onu,” dedim.
Kız gözlerini bana dikerek, “Anne!” diye bağırdı. “Burada bir kadın var, lapayı istiyor.”
İçeriden bir ses, “Dilenci olsa gerek... Veriver, kızım!” diye yükseldi. “Domuz lapayı pek
sevmiyor nasıl olsa!”
Kız donup kalıplaşmış olan lapayı avucuma boşalttı, ben de bunu yalayıp yuttum.
Karanlık iyice bastırırken, bir saati aşkın bir zamandır tutmuş olduğum binek yolunun orta yerinde durdum. “Gücüm bütün bütün kesilmek üzere,” dedim kendi kendime. “Yoluma pek uzun devam edemeyeceğimi sanıyorum. Bu gece gene yollarda mı kalacağım, hem de yağmur altında? Başımı soğuk, ıslak taşlara mı dayayacağım? Korkarım başka çıkar yolum yok... Öyle ya, evine kim alır beni! Ama, çok korkunç olacak... Açlık, yorgunluk, soğuk bir yandan, yağan yağmur, içimdeki ıssızlık, umutsuzluk bir yandan. Zaten, büyük bir olasılıkla,
sabaha sağ çıkmam ben. Neden boyun eğemiyorum ölüm düşüncesine? Bu boşuna ömrü sürüklemek için neden çırpınıyorum? Çünkü sevdiğim adamın yaşadığına inanıyorum da ondan. Sonra, açlıktan, soğuktan ölmek öyle bir son ki insan ruhu buna kuzu kuzu razı olamıyor. Ulu Tanrım! Biraz daha ayakta tut beni! Yol göster bana!”
Donuk, camlaşmış gözlerim çevrenin yağmurla sislenip puslanmış görüntüsü üzerinde gezindi. Köyden adamakıllı uzaklaşmış olduğumu gördüm. Evler, hatta köyün çevresindeki ekili tarlalar görünmez olmuştu, ben de gene bozkıra yaklaşmıştım. Şimdi o koygun tepelerle benim aramda, yalnızca, bozkır kadar bakımsız, çorak birkaç tarla uzanıyordu.
“İnan olsun, bir köy sokağında, bir araba yolunda ölmektense bozkırlarda öleyim, bence
yeğdir!” diye düşündüm. “Vücudum tahta bir tabut içinde, bir bakımsız mezarda çürüyeceğine, kargalara, şahinlere yem olsun varsın!”
Böylece, yokuş yukarı, bayırı tırmandım. Şimdi artık iş, güvenlikte olmasam bile, gözden gizli kalabileceğim bir hendek içi bulmaya kalmıştı. Ne var ki burada her yer dümdüz görünüyor, yalnızca, yer yer renkler değişiyordu. Bataklık kısımları yosunlu, sazlı yerleri yeşil,
diğer yerler kapkara görünüyordu. Karanlık iyice bastırmıştı, ama bunları gene de, daha çok
bir gölge ışık oyunu olarak seçebiliyordum. Gözlerim bozkırın o yabanıl görünümünde dolaşırken, bataklıkların gerisinde, çok
uzakta bir yerde birden bir ışık yandı. Hemen, “Bir deli ışık bu!” diye düşündüm, ışığın çok geçmeden sönmesini bekledim. Ama ışık hiç kımıldamadan parlamaktaydı; ne yaklaşıyor, ne uzaklaşıyordu. İçimden, “Acaba yeni başlayan bir orman yangını mı?” diyordum. “Acaba çevreye yayılacak mı?” diye baktım. Hayır. Küçülmediği gibi büyümüyordu da. “Belki bir ev
ışığıdır,” diye tahmin yürüttüm. “Öyle bile olsa, dünyada yetişemem ki! Pek uzaklarda! Zaten, ona bakarsan, şuracıkta bile olsa ne işime yarar ki? Erişebilsem de nasıl olsa kapıyı yüzüme kapayacaklardır.”
Böylece, durduğum yere çöktüm, yüzümü toprağa gömdüm. Kımıldamadan durdum bir
süre. Gece rüzgârı bayırdan doğru esip üzerimden geçti, inildeyerek ta uzaklarda can verdi.
Yağmur sıklaşmış, beni yeni baştan sırsıklam etmişti. Uyuşup ölümün tatlı uyuşukluğuna
kavuşabilsem aldırmayacaktım. Ne yapayım ki vücudumda can taşıdığım sürece yağmurun iliklerime işlediğini duyuyordum. Çok geçmeden yerimden kalktım. Işık, hâlâ yerli yerinde, yağmurun arasında parlıyordu. Yeniden yürümek için kendimi zorladım, bitkin gövdemi bu
ışığa doğru sürümeye başladım. Tepenin üzerinden çaprazlama ilerledim, geniş bir bataklıktan geçtim. Burası kışın hiç geçilmezdi herhalde. Şimdi, yazın en sıcak günlerinde bile vıcık vıcıktı, için için de kaynıyordu. İki kez düştüm, her seferinde ayağa kalktım,
kendimi toplamaya çalıştım. Bu ışık son umudumdu: Ne yapıp yapıp ulaşacaktım ona. Bataklığı geçince bozkırın üzerinde bir beyaz çizgi görüp ilerledim. Bir yoldu bu,
dosdoğru ışığa gidiyordu. Şimdi ışığın, bir küme ağaç arasındaki tepe gibi bir yerden vurduğunu görüyordum. Karanlıkta seçebildiğim kadar, bu ağaçlar çamdı, daha yaklaştıkça yıldızım görünmez oldu; aramıza bir şey girmişti. Önümde beliren karanlık kümeyi yoklamak üzere elimi uzattım: Alçak bir duvarın sert taşlarına dokundum. Duvarın üzerinde dikenli bir çit vardı. El yordamıyla ilerledim. Önümde beyazımtırak bir şey belirdi: Bir çit kapısıydı bu. Dokununca açıldı. İki yanında da birer öbek taflan yükseliyordu. İçeri girip taflanlardan geçince bir ev karaltısı ortaya çıktı: Kapkara, alçak, enikonu uzun bir yapıydı bu. Yalnız, bana yol göstermiş olan ışık görünürlerde yoktu. Her yer karanlık. Evdekiler yatmışlar mıydı acaba? “Öyle olsa gerek,” diye düşündüm, içimi bir tasa aldı. Kapıyı arayarak bir köşeyi döner dönmez o dost ışık gene göründü. Yerden ancak yarım metre yükseklikteki minicik, kafesli bir pencereden dışarı vuruyordu. Duvarı iyice sarmış olan sarmaşıkların yaprakları da bu pencereyi büsbütün küçültür gibiydi; onun için, bu daracık, gölgeli yere perde asmak gereksiz görülmüştü. Eğilip de sarmaşık dallarını araladığım zaman içerisini açıkça görebildim. Yerleri gıcır gıcır ovulmuş, tertemiz bir odaydı burası. Ceviz bir konsolun üzerine sıra sıra dizilmiş çinko tabaklar şöminede gürül gürül
yanan ateşin parıltısını yansıtıyordu. Bir duvar saati, beyaz bir çam masa, sandalyeler vardı.
Bana yol göstermiş olan şamdan masanın üzerindeydi. Bunun ışığında da, biraz kaba saba görünmesine karşın bütün oda gibi tertemiz olan yaşlı bir kadın yün örmekteydi.
Bütün bunlara şöyle bir baktım; dikkate değer şeyler değildi. Şömine etrafında, ateşin yaydığı gül renkli huzur, sıcaklık içinde oturmakta olan kişiler daha çok ilgimi çekti. Bunlar
iki genç, zarif hanımdı... Hanımefendi oldukları her bakımdan belli oluyordu. Biri alçak bir
sallanır koltuğa, öbürü de daha bile alçak bir iskemleye oturmuştu. İkisi de tepeden tırnağa yas kılığına bürünmüşlerdi; giyimlerinin kara rengi de boyunlarıyla yüzlerinin parlak sarışınlığını göz alan bir biçimde ortaya vuruyordu. Tazı cinsi kocaman, yaşlı bir köpek o
cüsseli başını kızlardan birinin dizine yaslamıştı, öbür kızın kucağıysa siyah bir kediye şilte olmuştu. Bu kibar hanımlar bu gösterişsiz mutfağa hiç yaraşmıyorlardı doğrusu. Masa
başında oturan yaşlı kadının kızları olamazlardı; çünkü kadın köylüye benziyordu; kızlarsa tepeden tırnağa incelik, kibarlık, görgü yansıtıyorlardı. Ömrümde onlarınkine benzer bir yüz
hiç görmemiştim. Gene de, baktıkça, bu yüzlerin her çizgisini iyice tanıyormuşum gibi geliyordu bana. Güzel olduklarını söyleyemem: Biraz aşırı sarı benizliydiler; ciddiydiler de. Ellerindeki kitaplara eğilmiş yüzleri sert denilebilecek kadar düşünceliydi. Aralarındaki sehpanın üzerinde bir ikinci şamdan, iki tane de kocaman kitap duruyordu. Kızlar sık sık ciltlere başvuruyor, besbelli ellerindeki küçük kitaplarla karşılaştırıyorlardı. Çeviri yaparken
sözlüğe danışan kimseler gibi. Bu görüntü pek sessizdi: İçindeki insanlar birer gölge, oda da
bir tabloydu sanırdınız. Öylesine sessizdi ki şömine ateşinin çıtırtısı, saatin tıkırtısı duyuluyordu; hatta yaşlı kadının örgü şişlerinin şıkırtısı bile kulağıma gelir gibiydi. Onun için, sonunda bu tuhaf sessizliği bozan bir ses yükselince açıkça duydum.
Kitap okuyan hanımlardan biri, “Dinle bak, Diana,” diyordu. “Franz’la ihtiyar Daniel geceleyin bir aradalar. Franz gördüğü korkulu bir düşü anlatıyor. Dinle!”
Genç kız alçak sesle bir şeyler okudu. Bunun tek sözcüğünü anlayamadım; çünkü bilmediğim bir dildeydi. Fransızca ya da Latince değildi; ama Eski Yunanca mı yoksa Almanca mı olduğunu da kestiremedim. Kız okuyup bitirince, “Güçlü bir anlatım,” dedi.
“Bayıldım!”
Dinlemek için başını kaldırmış olan öbür kız da okunan parçanın bir satırını, gözleri ateşe dikili olarak, yineledi. Daha sonradan bu dili öğrenip kitabı okudum. Onun için, o satırı şimdi buraya alacağım. Yalnız, ilk duyduğum zaman benim için hiçbir anlamı olmayan, metalik birkaç sesten başka bir şey değildi.
Genç kız, “Da trat hervor Einer, anzusehen wie die Sternen Nacht!”
82 diye mırıldandıktan
sonra, “Güzel, çok güzel!” dedi. O çukura batık, koygun gözleri parıl parıl yanıyordu. “İnsan,
karşısında, gölgeler için heybetli bir melek görmüş gibi oluyor. Bu tek satır yüz sayfalık safsataya bedel. Ich wage die Gedanken in der Schale meines Zornes und die Werke mit dem
Gewichte meines Grimms.
83 Çok beğendim doğrusu.”
Sonra iki kız gene sessizliğe gömüldüler. Yaşlı kadın başını işinden kaldırarak, “İnsanların böyle konuştuğu bir ülke var mı ki?” diye sordu.
“Günün birinde Almanca öğretmeni olmak niyetindeyiz de. O zaman şimdikinden daha çok para kazanabileceğiz.”
“Olabilir. Yalnız, bu gecelik bırakın. Çalıştığınız yetti.”
“Bence de öyle. Yoruldum artık. Ya sen, Mary?”
“Ölüyorum yorgunluktan. Ne de olsa, sözlükten başka öğretmen olmaksızın dil çalışmak çetin iş, doğrusu.”
“Hem de nasıl! Hele bu Almanca gibi şahane ama çetrefil bir dil! St. John ne zaman döner dersin?”
Genç kız, “Handiyse gelir sanırım,” dedi. Kuşağından çıkardığı küçük, altın bir saate baktı. “Saat tam on. Yağmur çok sıklaştı. Hannah, bir zahmet, salondaki ateşe bakıverir
misin?”
Kadın kalkıp bir kapı açtı. Karanlık bir koridor gördüm. İçeriden bir yerden şöminenin
karıştırıldığını belirten bir ses duydum. Sonra kadın gene mutfağa döndü.
“Ah çocuklarım, o salona girmeyi hiç içim kaldırmıyor artık,” dedi. “Öyle ıssız bir görünümü var ki köşede duran o bomboş koltukla.” Gözlerinin önlüğünün ucuna sildi.
Kızların yüzündeki ciddiliğin yerini bir üzüntü aldı. “Şu var ki babanız şimdi Cennet’te.
Burada değil diye yas tutmayalım. Zaten ölümü de öyle rahat oldu ki, dostlar başına.”
Kızlardan biri, “Bizden hiç söz etmedi diyorsun, öyle mi?” diye sordu.
“Vakti olmadı ki, kızcağızım! Göz açıp kapayana dek gidiverdi. Bir önceki gün az keyifsizdi, ama öyle üstünde durulacak gibi değil. Küçükbey ona sordu, ‘Kızları çağırtalım
mı?’ diye, ama babanız güldü, geçti. Ertesi gün sabahleyin gene, ‘Başımda bir ağırlık var,dedi. (İki hafta olmuş; günler nasıl da geçiyor!) Yattı, uyudu, bir daha da uyanmadı. Küçükbey yanına vardığında hemen hemen soğumuş buldu onu. Ah, kızlarım, eskilerden kimse kalmadı artık! Küçükbeyle sizler başkasınız, eskiler gibi değilsiniz. Anneniz de az çok
sizler gibiydi. Okumuş, kitap delisiydi ama ne de olsa eski topraktı işte. Mary, anneciğin tıpkı sana benzerdi. Diana daha çok babasına benzer.”
Ben bu iki kız kardeşi birbirine o kadar benzetiyordum ki ihtiyar emektarın onları nasıl ayırt edebildiğine şaşıyordum. İkisi de ince yapılı, sarışındılar, ikisinin de yüzlerinden zekâ, seçkinlik akıyordu. Yalnız, birinin saçları öbürününkinden biraz daha koyuydu. Sonra, saç biçimleri de ayrıydı: Mary kumral saçlarını ayırıp dümdüz tarayarak örmüştü; Diana’nın
daha koyuca olan saçlarıysa gür lüleler biçiminde ensesini örtüyordu. Saat onu vurdu. Hannah, “Karnınız acıkmıştır,” dedi. “Küçükbey de kim bilir nasıl aç gelecek!”
Yemek hazırlığına koyuldu. Hanımlar ayağa kalktılar. “Salona geçmek üzereler,” diye
düşündüm. O dakikaya kadar onları seyretmeye dalmıştım. Davranışları, konuşmaları
öylesine ilgimi çekmişti ki perişan durumumu unutmuştum. Şimdi gene anımsadım, aradaki
çelişki kendi durumumu gözüme daha acı, daha ürkünç gösterdi. Şu evde oturanların güvenini kazanmak, çatılarının altında bana yer vermelerini sağlamak öyle olanaksız gibi geliyordu ki şimdi! El yordamıyla kapıyı bulup çekinerek çalarken bu dileğimin bir hayal
olduğunu düşünüyordum.
Kapıyı Hannah açtı. Elindeki mumun ışığında beni süzerek, şaşkınlıkla, “Ne istiyorsun?”
diye sordu.
“Hanımlarınla görüşebilir miyim?”
“Önce bana söyle. Ne istiyorsun, nereden geliyorsun?”
“Buraların yabancısıyım.” “Bu saatte ne işin var burada?”
“Bu gecelik bir çatı altı istiyorum. Ahır, kümes, neresi olursa olsun yatarım. İki lokma da
ekmek istiyorum.”
En korktuğum ifade –güvensizlik– Hannah’nın yüzünde belirmişti bile. Bir an
duraladıktan sonra, “Ekmek vereyim sana,” dedi. “Ama, ne olduğu belirsiz bir kişiyi içeri
alamayız. Mümkünü yok bunun!”
“Ne olur, hanımlarınla görüşeyim!”
“Olmaz. Onların elinden ne gelir ki? Böyle havada, bu saatte dışarıda gezinmen doğru
değil. İnsan kötüye yoruyor.”
“Sen beni geri çevirirsen nereye giderim? Ne yaparım?”
“Artık nereye gideceğini, ne yapacağını sen benden iyi bilirsin. Kötü bir işe kalkışmasan
daha yerinde olur. Al sana bir peni... Hadi bas git!”
“Bir peniyle karnımı doyuramam ki! Artık yol gidecek gücüm de yok. Kapıyı kapama...
N’olur... Tanrı aşkına kapama!”
“Kapamam gerek... Yağmur içeri giriyor.”
“Hanımlara söyle. Onlarla görüşeyim.”
“Yağma yok! Hırlı bir şey olsan bunca gürültü koparmazdın. Hadi, bas git!”
“Beni kovarsan ölürüm.”
“Hiç sanmam! Gecenin bu saatinde el âlemin kapısına dayandığına göre kim bilir ne
kötü niyetin var! Senin peşinden gelmeye hazırlanan hırsız, uğursuz arkadaşların varsa koş
git, söyle onlara, evde yalnız değiliz biz. Erkeğimiz var. Tüfeklerimiz, köpeklerimiz var.”
Bu dürüst, inatçı hizmetçi kadın kapıyı yüzüme kapatarak içeriden sürmeledi. Bu artık
sondu. İçime sipsivri bir acı saplandı. Yüreğim katıksız bir kederle kabardı, paralandı.
Gerçekten bitkindim. Tek bir adım daha atamayacaktım. O ıslak kapı eşiğine çöktüm...
Sonsuz bir acıyla kıvranarak hıçkırmaya başladım. Ah, şu ölüm düşüncesi! Böyle ürkünç
koşullar altında gelip çatan son saat! Şu yapayalnızlık! Sürgün gibi insan kardeşlerimden
uzak... Umudum gibi cesaretim de yitmişti artık. Ama, yalnızca bir an için. İrademi gene
toparlamaya çalışarak, “Olup olacağı ölüm!” diye düşündüm. “Tanrı’ya inancım var benim.
Öyleyse, onun buyruğunu sakince beklemeye çalışayım.”
Bu düşünceyi yalnız içimden geçirmekle kalmayıp yüksek sesle de söyledim, bütün
acılarımı içime gömerek susturmak ve bastırmak için son bir çaba gösterdim.
Çok yakınımda bir ses, “Ölüm insanlar için,” diye karşılık verdi. “Yalnız, sen şimdi
burada açlıktan, bakımsızlıktan ölürsen pek zahmetli, pek genç gitmiş olursun ki böyle bir
ölüme gerek yok.”
Bu hiç beklenmedik ses bana dehşet verdi. Zaten artık hiçbir şeyden umut, yürek
bulabilecek halde değildim. Korkuyla, “Kim o! Kim var orada?” diye sordum.
Yanı başımda bir karaltı vardı; ama gecenin zifirî karanlığı, kendi bulutlanmış gözlerim
bunun ne karaltısı olduğunu ayırt etmemi engelliyordu. Bu karaltı kapıya tak tak vurmaya
başladı.
İçerden Hannah, “Sen misin, Mr. St. John?” diye seslendi.
“Evet, evet... Çabuk aç kapıyı!”
“Ah, Küçükbeyciğim, kim bilir nasıl ıslanıp üşümüşsündür, yağmurlarda, fırtınalarda!
Kardeşlerin seni pek merak ettiler. Galiba ortada uğursuz takımından kimseler de dolaşıyor.
Demin kapıda bir dilenci kadın vardı... Aa! Gitmemiş daha! Yatıvermiş buraya. Kalk! Utan
be! Defol, dedik sana!” “Şşş, Hannah! Benim bu hanımla konuşacak bir çift sözüm var. Sen onu kapıdan
çevirmekle üstüne düşen görevi yapmışsın. Bırak şimdi de ben kendi görevimi yaparak onu
içeri alayım. Buracıktaydım, ikinizin de konuştuklarınızı duydum. Tuhaf bir olay bu. Hiç
olmazsa bir incelemeliyim. Hanımefendi, lütfen kalkın, önüm sıra içeri girin.”
Onun dediğini zorlukla yaptım. Biraz sonra pırıl pırıl, tertemiz mutfağın içinde, ocağın
ta önündeydim. Titriyor, fenalıklar geçiriyordum. Giyim kuşamımın da son derece berbat,
dağınık olduğunun bilincindeydim. İki kız kardeş, erkek kardeşleri St. John, yaşlı Hannah,
hepsi gözlerini benim üzerime dikmişlerdi.
Birinin, “St. John, kimdir bu?” diye sorduğunu duydum.
“Ne bileyim! Kapının önünde buldum.”
Hannah, “Benzi kül gibi,” dedi.
“Ölü gibi, demek daha yerinde olur. Düşecek zavallı. Oturtun bir yere.”
Gerçekten de başım fırıl fırıl dönüyordu. Yıkılmak üzereydim ki bir koltuk çekerek beni
düşmekten kurtardılar. Kendimden geçmiş değildim ama konuşacak halim yoktu.
“Belki biraz su versek açılır. Hannah, git getir bir bardak su. Bir deri, bir kemik kalmış
zavallı. Ne cılız, ne kansız!”
“İskeleti çıkmış.”
“Acaba hasta mı, yoksa açlıktan mı böyle?”
“Bence açlıktan. Süt mü bu, Hannah? Ver bana. Bir parça da ekmek getir.”
Diana (onu yüzüme doğru sarkan lüle lüle saçlarından tanıyordum), bir lokma ekmek
koparıp süte bandı, ağzıma verdi. Yüzü yüzüme yakındı. İfadesinde acıma ve sevecenlik
buldum, sıklaşmış soluğunda anlayış okudum. Sesinden, o sade sözlerinden de aynı şifalı
duygu taşıyordu:
“Yemeye çalış.”
Mary de tatlı sesle, “Evet, gayret et,” dedi, başımdaki sırsıklam şapkayı kendi elleriyle
çıkarıp kafamı kaldırdı. Verileni önce biraz tattım, sonra iştahla yudumlamaya başladım.
Mr. St. John, “Birden pek fazla yemesini önleyin,” dedi. “Yeter bu kadarı.” Uzanıp
ekmekle sütü çekti.
“Ne olur, St. John, biraz daha. Bak gözleri nasıl yalvarıyor!”
“Şimdilik yeter, canım. Konuşturmaya çalış onu. Adını sor.”
Kendimde konuşabilecek güç bularak, “Adım Jane Elliott,” dedim. Kimliğimin ortaya
çıkmasından ödüm koptuğu için takma ad kullanmaya önceden kararlıydım.
“Nerede oturuyorsun? Kimlerdensin?” Buna karşılık vermedim. “Görüşmek istediğin
birisi var mı çağırtalım?” Başımı iki yana salladım. “Buralarda ne aradığını söyleyebilir
misin?”
Tuhaftır, şimdi bu evin eşiğini aşıp sahipleriyle yüz yüze gelmiştim ya, kendimi
kimsesiz, yersiz yurtsuz, sürgün gibi bulmuyordum artık. Cesaretim yerine gelivermişti.
Boynu büküklüğü bir yana bırakarak her zamanki halimi almaya, gene eski kişiliğimi
kazanıp kendi tanıdığım Jane Eyre olmaya başlamıştım.
Yalnız, Mr. St. John’un benden istediği hesabı veremeyecek kadar bitkindim. Bir an
durakladıktan sonra, “Beyefendi, bu gece size ayrıntılı açıklama yapamam,” dedim.
“Peki, ama bu durumda bizden ne gibi bir yardım bekliyorsun?”
“Hiç,” dedim. Gücüm sorulara ancak kısacık karşılıklar vermeye yetiyordu.
Diana söze karışarak, “Yani bizden istediğin yardım bu kadar mı?” diye sordu. “Seni bu
yağmur altında, ıssız bozkırlara salıverelim; öyle mi istiyorsun?”Ona baktım. Hem iyilik, hem de irade gücüyle dolu, son derece ilginç bir yüzü vardı.
Birden cesaret geldi içime. Onun iyilikle, acımayla dolu bakışına bir gülümseyişle karşılık
vererek, “Kendimi size emanet edeceğim,” dedim. “Sahipsiz bir aç köpek bile olsaydım beni
bu gece kırlara atmazdınız. Onun için, korkum yok. İçinizden nasıl geliyorsa öyle davranın.
Yalnız, yalvarırım, çok konuşturmayın beni. Soluğum kesiliyor, konuşurken yüreğim
sıkışıyor.”
Kardeşlerin üçü de beni süzdüler, üçü de seslerini çıkarmadılar. Sonunda Mr. St. John,
“Hannah, bırak bu hanım şimdilik burada otursun, soru falan da sorma,” dedi. “On dakika
sonra sütle ekmeğin geri kalanını yedir. Mary, Diana, gelin biz de salona gidip biraz
görüşelim.”
Üç kardeş dışarı çıktılar. Çok geçmeden kızlardan biri geri döndü; hangisi olduğunu
seçemedim. O dost evde otururken üzerime tatlı bir uyku çöküyordu. Kız alçak sesle
Hannah’ya talimat verdi. Biraz sonra emektarın yardımıyla bir merdiven tırmandım.
Sırsıklam giysilerim üzerimden çıkarıldı, çok geçmeden kendimi sıcacık, yumuşak bir yatakta
buldum. Tanrı’ya şükürler ettim; sözle anlatılamayacak yorgunluğumun arasında içimi
sevinçli bir minnet duygusu bürüdü, uykuya daldım.82.(Alm.) Sonra ortaya çıktı, yıldız lı bir gece gibi.(Ç.N.)
83.(Alm.) “Düşüncelerimi öfkemin kefesinde,hareketlerimi de gaz abımın ağırlığıyla tartıyorum.” Friedrich von Schiller’in Haydutlar (1781)
adlı kitabından alıntı.(Y.N.)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
RomanceJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...