34.3

14 3 0
                                    

“Bu kimseler gerçekten bu işin adamıysalar zaten kendi yürekleri bu çağrıyı onlara iletmez mi?” dedim. Çevremin müthiş bir büyüyle sarılmaya başladığını hissediyor gibiydim. Bu büyüyü hem ortaya vuracak; hem de pekleştirecek, geri alınmaz bir sözün söylenivereceğinden ödüm kopuyordu. St. John,
“Ya senin yüreğin ne diyor, bakalım?” diye sordu. İçimden vurulmuşçasına ürpererek, “Yüreğim susuyor benim,” dedim. “Susuyor.”
O derin, amansız ses, “Öyleyse onun yerine ben konuşmak zorundayım,” dedi. “Jane, benimle Hindistan’a gel. Yardımcım, ülkü arkadaşım olarak gel.”
Vadi de, gökyüzü de fıldır fıldır döndü; dağlar, tepeler yerinden oynayıp dalgalandı. Gaipten bir çağrı duymuştum sanki. Gökten inen bir haberci, “Buraya gel, bize yardım et!” diye seslenmiş gibiydi. Yalnız, ben havari değildim ki! Haberciyi göremiyordum, çağrısına
karşılık veremiyordum.
“St. John! Acı biraz bana!” diye adeta inledim. Boynuna borç bildiği bir şeyde, ne acıma ne de pişmanlık tanımayan birisi vardı
karşımda.
“Tanrı da, doğa da seni bir misyonerin eşi olmak üzere yaratmış,” dedi.
“Sana bedensel güzellikten çok ruhsal cevher bağışlamışlar. Aşk için değil, çalışmak için yaratılmışsın. Bir
misyoner karısı olmalısın sen... Olacaksın mutlaka. Benim olacaksın... Sahip çıkıyorum sana. Zevkim için değil, önderimin hizmetinde kullanmak için.”
“Bana göre değil bu,” dedim. “İçimden gelmiyor ki! Tanrı’nın beni çağırdığını hissetmiyorum.”
Benim ilkin böyle söyleyeceğimi hesaba katmıştı; onun için, sinirlenmedi, hatta sırtını
arkasındaki kayaya dayayıp da kollarını göğsünde kavuşturduğu zaman onun uzun, çetin bir
direnmeye kendini hazırlamış, bu direnmenin sonuna kadar yetecek bir sabır yığınağı sağlamış olduğunu anladım. Bu direnmenin kendisi için fetihle sonuçlanacağına da karar
vermiş bulunuyordu.
“Jane, alçakgönüllülük, bir Hıristiyan için gerekli olan erdemlerin temel taşıdır,” dedi.
“Bu iş bana göre değil demekte haklısın. Kime göre olabilir ki? İçinden bu çağrıyı duyanlardan acaba hangisi kendini bu yüce göreve layık görmüştür? Ben, örneğin, bir toz, bir kül yığınından ibaret olduğumu biliyorum. Havari Paulus gibi ben de günahkârların en
birincisi olduğumu itiraf ediyorum, ama alçak ve kirli oluşumdan yılarak yolumdan dönmek aklıma gelmiyor. Önderimi biliyorum çünkü: O kudretli olduğu kadar da adildir. Büyük bir görevin yapılması için cılız bir araç seçmişse de kendi yüceliğinin, bilgisinin sonsuzluğu
sayesinde bizim yetersizliğimizi kapatmanın yolunu bulacaktır. Sen de benim gibi düşün, Jane... Benim gibi Tanrı’ya güven. Senden istediğim, sırtını Sonsuzlukların Kayası’na
yaslamandır. Bizim insanca zayıflıklarımızın yükünü bu Kaya’nın kolaylıkla çekeceğinden hiç kuşkun olmasın.”
“Misyonerlik hayatını anlamıyorum ben. Misyonerlerin çalışmaları üstüne hiçbir inceleme yapmış değilim.”
“Bu konuda ben, bütün yetersizliğime karşın, sana gereken yardımda bulunabilirim. Yapacağın işleri saati saatine kararlaştırır, hep sana destek olur, dakikası dakikasına yardım
edebilirim. Başlangıçta yaparım bunu. Çok geçmeden senin de benim kadar güçlü, becerikli olup çıkacağına inanıyorum; çünkü senin ne kadar cevherli olduğunu biliyorum. Ondan sonra da artık benim yardımıma ihtiyacın kalmaz.”
“Bu yeteneklerim, cevherim, neymiş, neredeymiş? Ben bilincinde değilim bunların. Sen konuştukça içimden bir şeylerin kaynayıp coştuğunu duymuyorum; bir kıvılcımın
parladığını, bir hevesin kıpırdadığını, sevinçli bir sesin yükseldiğini duymuyorum. Ah! Şu anda içimin nasıl ışıksız bir zindana benzediğini elimde olsa da sana gösterebilsem! Bu zindanın en dip köşesinde tek bir zavallı korku zincire vurulmuş bekliyor: Senin etkine kapılarak altından kalkamayacağım bir işe atılmak korkusu!”
“Sana vereceğim karşılık hazır, Jane. Dinle beni. İlk tanıştığımızdan beri gözüm hep senin üzerinde. Tam on aydır seni kendim için bir inceleme konusu yaptım. Bu arada çok
çeşitli denemelerle senin değerini kendi kendime kanıtladım. Köy okulunda senin alışkın olmadığın, yaradılışına da pek uymayan bir işi titizlikle, gayret ve dürüstlükle, çok iyi başardığını gördüm. İşini hem nezaketle, hem de söz geçirerek yaptığını gördüm:
Öğrencilerine sözünü geçirebildiğin kadar kendini sevdirmesini de biliyordun. Birden servete konmuş olduğunu öğrenince gösterdiğin sakinlik bana sende Demas’ın91
günahından arınmış bir ruh bulunduğunu gösterdi... Para hırsı sende yoktu. Servetini ille
dörde bölmek istedin, bu istekte de direndin. Paranın ancak dörtte birini kendine ayırarak dörtte üçünden, salt hakseverlik uğruna vazgeçtin. Bu da bana senin ruhunun, özveri
heyecanından, ateşinden zevk duyduğunu gösterdi. İlgi duyduğun bir çalışmadan, benim isteğim üzerine vazgeçerek benim ilgilendiğim bir çalışmaya başlamakta gösterdiğin uysallık, o gün bugündür bu çalışmada gösterdiğin yorulmak bilmez çaba, karşılaştığın
güçlükler karşısında gösterdiğin sarsılmaz direnç, serinkanlılık... Bütün bunlar benim aradığım yetilerdir Jane; sen uysal, çalışkan, vefalı, özverili, kararlı, yürekli bir insansın. Duygulusun, incesin, kahramansın. Kendine güvensizlik duymaktan vazgeç artık. Ben sana
gözüm kapalı güveniyorum. Hindistan’da okul işletmek, Hint aydınlarına yol göstermek gibi
işlerde sen bana paha biçilmez yardımlarda bulunacaksın.”
Beni saran demirden bir kefen gitgide sıkıyordu sanki. Aklımın yavaş yavaş, kesinlikle çelinmeye başladığını seziyordum. Gözlerimi istediğim kadar yumayım, St. John’un bu son
sözleri o âna kadar kapalı gibi duran bir yolu az çok aralamıştı. Şimdiye kadar bana amaçsız, yönsüz gibi gelen çalışmalarım, onun eliyle yoğrulmuş, belirli bir biçim almıştı.
St. John benden bir karşılık bekliyordu. Düşünüp taşınabilmek için bir çeyrek saat zaman istedim.
“Hay hay!” dedi, ayağa kalkarak boğaza doğru ilerledi. Orada kendini bir yamaç üzerine attı, uzanıp yattı.
“Onun benden istediklerini yapabilirim; bunu olduğu gibi görmek, kabul etmek zorundayım,” diye düşünmeye başladım. “Ömrümün yettiği kadar elbette. Yalnız, gücümün Hint güneşine pek uzun dayanabileceğini sanmıyorum. Peki, ya o zaman? St. John, işin
orasına aldırmıyor. Ecelim gelince, o içi huzurla, inançla dolu olarak beni Tanrı’ya teslim edecektir. Durum açık. İngiltere’den ayrılırsam sevilen ama bomboş bir anayurttan ayrılmış
olacağım. Edward Rochester İngiltere’de yok artık... Olsa bile bana ne? Şimdi bana düşen, onsuz yaşayabilmektir. Beni ona kavuşturabilecek bir mucize bekler gibi günden güne sürüklenerek oyalanmak dünyanın en gülünç, en iradesiz tutumu olur. St. John’un bir
zamanlar dediği gibi, hayatımın yiten amacının yerine bir yenisini koymam şart. Onun şimdi bana sunduğu amaç da dünyanın en yüce, en şanlı amacı değil mi? Kökünden sökülen
sevdaların, yerle bir olan umutların bıraktığı boşluğu doldurmak için bundan daha güzel amaç mı olur? ‘Evet’ demem gerekiyor galiba ama gene de içim titriyor. Yazık! St. John’la gidersem benliğimin yarısını geride bırakmış olacağım. Ya buradan Hindistan’a, oradan da mezara gidinceye kadarki zaman nasıl geçecek? Bal gibi biliyorum. Bu da gün gibi ortada olan bir şey. St. John’u hoşnut etmek için saçımı süpürge etmekle geçireceğim ömrümü; onu hoşnut da edeceğim, benden istediğinin en özünü, en âlâsını vererek. Onunla gidersem,
ısrarla istediği bu fedakârlığı yaparsam tam yapacağım: Bedensel, ruhsal her şeyimi ateşe atacağım ki kendimi tam kurban etmiş olayım. St. John beni hiçbir zaman sevemez, ama beğenecektir. Ona ruhumda, şimdiye kadar hiç görmediği güçler, hiç bilmediği zenginlikler
bulunduğunu göstereceğim. Evet, ben de onun kadar canla başla, onun kadar gık demeden, alın terimi hak ederek çalışabilirim.
Demek ki onun istediği yapılabilir. Yalnız tek bir nokta –ürkünç bir nokta– olmasa... Bana evlenme önermese! Karısı olmamı istiyor ama şu karşı uçurumdaki yalçın dev kayalar kadar bile sevgi beslemiyor bana karşı. Bir askerin iyi bir silaha vereceği değeri veriyor bana.
Bu da bana vız gelir, onunla evli olmamak koşuluyla. Ama, onun bu hesap kitaplarla, böyle soğukkanlılıkla tasarılarını uygulamasına, işi benimle evlenmeye vardırmasına nasıl izin
verebilirim? Onun beni sevmediğini bile bile yüzüğünü nasıl taşıyabilirim? Bana göstermekte kusur etmeyeceği yakınlıklara, kalıptan ibaret olduklarını bile bile nasıl dayanabilirim? Gösterdiği her sevgi belirtisinin, davası uğruna katlanılan bir mihnet
olduğunu her an bilmeye dayanabilir miyim? Yok, yok... Böyle bir acıya katlanmak korkunç bir şey olur. Dayanamam buna! Onunla kız kardeşi olarak gidebilirim, karısı olarak değil. Söyleyeyim bunu.”
Yamaca doğru baktım: St. John orada, yere serilmiş bir sütun gibi, kıpırtısız yatıyordu. Yüzü bana doğru dönüktü; gözleri dikkat dolu, keskin, gülümser. Hemen yerinden fırlayarak yanıma geldi.
“Hindistan’a gitmeye razıyım,” dedim.
“Özgür olarak gidebilmek koşuluyla.”
“Sorduğuma verdiğin bu karşılık açık değil, Jane. Ne demek istiyorsun... Açıkla biraz.”
“Şimdiye kadar sen benim manevi ağabeyimdin, ben de senin manevi kardeşin. Bunu böyle götürelim. Birbirimizle evlenmemiz doğru olmaz.”
Başını “hayır” gibilerden sarstı: “Bu durumda manevi kardeşlik sökmez. Gerçekten kız kardeşim olsaydın işler değişirdi, seni yanıma alır giderdim, evlenmeye gerek görmezdim.
Ama, bu durumda beraberliğimizin nikâhla perçinlenip kutsanması zorunlu, yoksa beraber olamayız. Önümüze bir sürü engel çıkar. Bunu sen göremiyor musun, Jane? Düşün biraz. Çok aklı başında bir insansın. Anlayacaksın.”
Düşündüm, ama ne denli aklı başında bir kız olursam olayım ancak şu sonucu çıkarabiliyordum: St. John’ la ben birbirimizi karıkoca olacak gibi sevmiyorduk; onun için
de, evlenmemiz doğru olmazdı. Bunu ona söyledim.
“St. John,” dedim, “ben seni bir ağabey gibi seviyorum, sen de beni kız kardeşin gibi seviyorsun. Bunu böyle yürütelim.”
Sert, kesin bir ifadeyle, kısaca, “Olmaz... Olamaz!” dedi. “Yürümez öyle. Benimle Hindistan’a geleceksin ama unutma. Söz verdin.”
“Koşullu olarak.”
“Koşulu moşulu karıştırma şimdi. İşin can alıcı yönüne, benimle Hindistan’a gidip orada benim yardımcım olmaya bir diyeceğin yok ya! Bana elini vermiş sayılırsın, geri çekemeyecek kadar da dürüstsün. Şimdi düşünmen gereken tek bir sorun var: Atıldığın işi en iyi biçimde başarmanın yolu. İç içe girmiş, çapraşık olan ilişkilerini, duygularını, düşüncelerini, isteklerini yalınlaştır, hepsini tek bir amaca bağla: Büyük Efendi’nin hizmetinde canla başla, başarılı olarak çalışmak! Bunun için de, bir yoldaşa ihtiyacın var... Kardeş olamaz bu. Ne de olsa gevşektir kardeşlik bağı. Kocan olması gerek. Ben de kız kardeş istemiyorum. Kız kardeşimi her an elimden alabilirler. Bir eş istiyorum. Hayatta yeter derecede söz geçirebileceğim, ölüme kadar da kesin olarak elimde bulundurabileceğim tek yardımcı ancak karım olabilir.”

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin