34.2

11 3 0
                                    

Diana eve döndüğü zaman kendi öğrencisinin bu arada St. John’un öğrencisi olup çıktığını gördü, güldü. O da, Mary de, kendileri olsa Hintçe öğrenmeye dünyada razı olmayacaklarını söylediler. St. John, serinkanlılıkla, “Biliyorum,” dedi.
Onun öğretmenlikte pek sabırlı ve dayanıklı, bir o kadar da titiz olduğunu çok geçmeden öğrendim. Benden çok şey bekliyordu. Beklediğini verdiğim zaman da hoşnutluğunu kendince belirtiyordu. Zamanla üzerimde öyle bir etki sahibi olup çıktı ki düşünce özgürlüğüm kalmadı, diyebilirim. Onun ilgisi, hatta övgüsü, ilgisizliğinden çok daha tedirgin ediciydi. Artık o yanımızdayken serbestçe konuşup gülemez olmuştum; çünkü
içimden kısılası bir ses durmadan bana onun gülüp söylemekten hoşlanmadığını yineliyordu. Onun yalnız ciddilikten hoşlandığını hiç kafamdan silemediğim için yanında
uçarı, şakacı olmak, ciddi olmayan bir şey yapmaya çalışmak boşunaydı. Dondurucu bir büyünün etkisi altında kalmış gibiydim. St. John, “Git,” deyince gidiyor, “Gel,” deyince geliyor, “Yap,” deyince yapıyordum. Hiç de hoşnut değildim bu kölelikten. Her seferinde, “Keşke bana karşı eski ilgisizliğinde kalsaydı,” diye içimden geçiriyordum. Bir gece, yatmadan önce, kız kardeşleriyle ben ona iyi geceler diliyorduk, âdeti olduğu üzere kardeşlerini öptü, gene âdeti olduğu üzere bana elini verdi. Diana’nın da şakacılığı üzerindeydi o gece (Diana, St. John’un iradesinin kölesi değildi; çünkü kendi iradesi, kendine göre, ağabeysininki kadar etkindi).
“St. John, sözde Jane senin üçüncü kardeşin olacaktı ama hiç kardeş gibi davranmıyorsun ona karşı,” diye takıldı. “Onu da öpsene!”
Beni St. John’a doğru itti. Ben Diana’nın bu yaptığına biraz kızdım, tuhaf bir sıkılganlığa kapıldım. Ben böyle düşünceler, duygular içinde bocalarken St. John başını eğdi.
Yüzünün o Grek heykellerini andıran profili benim yüzümle bir hizaya gelmişti. Gözleri soru sorarcasına gözlerimi deldi geçti... Sonra St. John beni öptü. “Mermerden ya da buzdan bir öpücük” diye bir şey olsa onun öpüşünün bu sınıfa gireceğini söyleyebilirdim. Belki de
“deneme öpüşü” diye bir şey olsa gerek; çünkü St. John’un öpüşü tam bir deneme öpüşüydü; hatta öptükten sonra bıraktığı etkiyi anlamak için beni şöyle bir süzdü. Ne var ki çok çarpıcı olmamıştı bu etki. Kızarıp pembeleştiğimi hiç sanmıyorum; belki de biraz solgunlaşmışımdır bile; çünkü bu öpüş yüzüme vurulan bir damga gibi gelmişti bana. St. John o geceden sonra bu küçük töreni hiç aksatmadı. Benim bu sıradaki sessizliğimde, ciddiliğimde çekici bir yön bulur gibiydi. Bana gelince, onu hoşnut etmek isteğim her gün artıyordu. Yalnız, bunun için yaradılışımın yarısını yadsımak, kişiliğimin yarısını baskı altında tutmak, eğilimlerimi gerçek kalıplarından söküp çıkararak kendimi yaradılışıma uygun olmayan kalıplara sokmak gerektiğini her gün biraz daha açıkça hissediyordum. St. John beni hiç ulaşamayacağım bir düzeye yükseltmeye çalışıyordu. Onun
saptadığı bu yere erişebilmek için her an çabalamak beni harap ediyordu. Olmayacak bir şeydi bu... Benim düzensiz yüz çizgilerimi onun o duru, klasik yüz kalıbına sokmak, benim
ışığa göre değişen yeşil gözlerime onun o deniz mavisi gözlerinin değişmez rengini vermek
kadar olanaksız... Şu var ki o sırada benim bir tutsak gibi elimi kolumu bağlayan yalnızca St. John’un etkisi değildi: Son zamanlarda bir boynu büküklük gelmişti üzerime. İçin için kemiren bir dert yüreğime girmiş, mutluluğumu daha doğarken emip boğuyordu: merak, kaygı. Sevgili okurum, bütün bu değişikler arasında Edward Rochester’ı unutmuş olduğumu sanıyorsunuz belki de. Bir an bile unutmamıştım. O hep aklımdaydı; çünkü ona olan sevgim gün ışığında dağılıverecek bir sis ya da yağmur yağınca yıkılıverecek bir kumdan kale değil, mermer üzerine yontulmuş bir yazıydı ki mermer var olduğu sürece silinmezdi. Efendimin
başına neler geldiğini öğrenmek isteği hiçbir zaman yakamı bırakmıyordu. Morton’dayken evime her girişte hemen bunu düşünmeye başlardım. Şimdi de Kır Evi’nde her gece yatak odama çekilir çekilmez bu düşünceyle yüz yüze geliyordum. Avukat Briggs’le miras sorunu üstüne mektuplaşırken, Mr. Rochester’ın nerede, nasıl olduğu konusunda bilgi sormuştum. Yalnız, St. John’un tahmin ettiği gibi, Mr. Brigss’in, Mr. Rochester konusunda hiçbir bildiği yokmuş. Bunun üzerine, Mrs. Fairfax’a mektup yazarak efendimize ilişkin bilgi istemiştim. Bunun sorunu çözümleyeceğine inanıyordum; çünkü mektubuma hemen karşılık alacağımı sanıyordum. İki hafta geçip de bir ses çıkmayınca şaşkınlık içinde kaldım. Hele aradan iki ay geçtiği halde postadan hâlâ bir şey çıkmadığını gördükçe müthiş bir merak, kaygı beni pençesinin içine almaya başladı. Bir mektup daha yazdım. Öyle ya, belki ilk mektup kaybolmuştu. Bu yeni atılımlardan sonra yeni bir umut başladı. Bu kezki umudum da öncekiler gibi birkaç hafta parladı, sonra soldu, sönükleşti: Ne bir mektup gelmişti, ne bir haber. Bir yılın yarısı boşuna bir bekleyişle geçtikten sonra umudum bütün bütün söndü, ruhum gerçek bir karanlığa gömüldü.
Bahar bütün güzelliğiyle çevremde pırıl pırıldı; ama ben bunun tadına varamıyordum ki! Yaz yaklaşıyordu. Diana beni avutabilmek çabasıyla, “Hasta bir halin var, seni deniz kıyısında bir yere götüreyim,” diyordu. St. John buna razı olmuyor, benim eğlence, tembellik değil, çalışmak ihtiyacında olduğumu söylüyordu. Şimdiki yaşayışım pek amaçsızmış, bir erek, bir amaç gerekmiş bana! Bu eksildiği gidermek için olacak, bana verdiği Hintçe derslerini daha da uzattı, ağırlaştırdı. Beni daha çok çalışmaya zorluyor, ben de, budalalar gibi, ona karşı gelmeyi hiç düşünmüyordum. Elimde değildi ona karşı gelmek.
Bir gün dersimize her zamankinden daha durgun, daha tasalı olarak gelmiştim. Bu, pek üzücü bir düş kırıklığından ileri geliyordu. Hannah o sabah bana bir mektup geldiğini söylemişti. Ne zamandır beklediğim haberin en sonunda geldiğini sanarak aşağıya koştuğumda yalnızca Mr. Briggs’den, önemsiz bir iş pusulası bulmuştum. Çok acı gelmişti bu bana, biraz da ağlamıştım. Şimdi, bir Hintli yazmanın elinden çıkmış olan eğri büğrü şekillerin üzerine eğildikçe, gözlerim gene yaşlarla dolmaya başladı.
St. John beni yanına çağırtarak bir şeyler okuttu. Okurken sesim birden titredi, kelimeler hıçkırıklarımın arasında boğuldu. Büyük odada ikimiz yalnızdık. Diana piyano
çalıyor, Mary de bahçeyle uğraşıyordu. Nefis bir mayıs günüydü... Açık, güneşli, esintili. St.
John benim ağlamam karşısında hiçbir şaşkınlık göstermedi. Neden ağladığımı da sormayarak yalnızca, “Biraz bekleyelim de kendini toparla,” dedi. Ben hıçkırıklarımı bastırmaya çalışırken o hiç istifini bozmadan, sabırla bekledi. Yazı masasına yaslanmış otururken, hastasının hastalık gereği olan, olağan karşılanan bir krizini bilim gözüyle izleyen, sona ermesini bekleyen bir hekime benziyordu. Hıçkırıklarımı susturup gözlerimi kuruladım, bu sabah biraz rahatsız olduğuma ilişkin bir şeyler geveledikten sonra gene dersimi okumaya başladım, bitirmeyi de başardım. St. John kitaplarımızı kaldırdı, masasının gözüne kilitledi.
“Şimdi de benimle yürüyüşe çıkıyorsun, Jane,” dedi.
“Diana’yla Mary’yi de çağırayım,” dedim.
“Yok, bu sabah bir tek arkadaş istiyorum kendime; o da sen olacaksın. Hadi, giyin de
mutfak kapısından çık. Vadi yoluna sap... Ben şimdi geliyorum.”
Kesin, buyurgan, sert karakterli kimselere karşı davranışım, oldum olası, ya bütün boyun eğmek ya da azimle başkaldırmak olmuştur. Her zaman da, önceleri karşımdakinin iradesine boyun eğmişimdir, bardağı taşıran damlaya kadar; sonra, bir anda, kimi zaman bir yanardağ şiddetiyle patlayarak, başkaldırmışımdır. O anda ise başkaldırmak için bir neden olmadığı gibi benim gücüm de yoktu. Onun için St. John’un dediklerini harfi harfine yerine getirdim. On dakika sonra, küçük vadinin içinden geçen bir kır yolunda, onunla yan yana yürümekteydim. Rüzgâr batıdan esiyordu, tepelerin üzerinden, bozkır fundalarının tatlı kokusuyla yüklü olarak. Gök lekesiz mavilikteydi, bahar yağmurlarından kabarmış olan dere de coşkun ve dupduru, güneşin altın ışınlarıyla gökyüzünün maviliğini yansıtıyordu. Dere boyunca ilerledikçe keçiyolu sona erdi, çimenlerin üzerinden yürümeye başladık. Yosun gibi yumuşak, zümrüt gibi yeşil olan bu çimenlerin arasına minicik beyaz çiçekler, yıldız gibi sarı papatyalar serpiştirilmişti. Tepeler çevremizi olduğu gibi kuşatmıştı sanki; bu küçük vadi dağların ta arasına sokulmuştu. Sıra sıra kayaların ilk öncülerine ulaştığımızda St. John, “Şurada dinlenelim biraz,” dedi.
Bu kayalar bir boğazın ağzında nöbetçi gibi dikilmişlerdi. Boğazın ardında dere bir çağlayan olup aşağı dökülüyor, tepeler çimenlerle çiçekleri üzerlerinden silkip atarak
dağlaşıyordu. Bu dağların tek giyimi bozkır fundası, tek süsü yalçın kayalardı artık. Vadinin tenhalığı burada ıssız bir yaban halini alıyor, doğa, tazelikten uzaklaşarak yalın bir görkeme bürünüyordu. Yalnızlığın son sığınağı, sessizliğin son kalesiydi sanki burası. Yere oturdum. St John yakınımda, ayakta duruyordu. Bir dağlara baktı, bir de vadiye. Bakışları derenin kıvrımlarına takıldı gitti. Bu bakışlar sonra döndü, sulara renk veren bulutsuz gökte boylu boyunca dolaştı. St. John şapkasını çıkararak alnını, saçlarını rüzgârın okşamasına bıraktı. Dağların ruhuyla konuşuyormuş gibiydi; gözlerinde de bir şeylerle vedalaşırmış gibi bir bakış belirmişti.
“Gene göreceğim buraları, düşlerimde,” diye mırıldandı.
“Ganj Irmağı’nın kıyısında uyurken... Daha sonra, daha karanlık bir ırmağın başında, daha derin bir uykuya teslim olurken...”
Garip bir sevgiyi belirten acayip sözlerdi bunlar. Yurtsever bir adamın, bırakıp gitmek üzere olduğu yurduna karşı beslediği ateşli bağlılık! St. John yanıma oturdu. Uzun zaman sessiz durduk. Ne o bana bir şey dedi, ne de ben ona. Sonra St. John, “Altı haftaya kadar yolcuyum, Jane,” dedi.
“Yirmi haziranda Hint Okyanusu’na doğru yola çıkacak bir gemide
kamaramı ayırttım.”
“Tanrı seni korur elbet; çünkü sen kendini ona adadın.”
“Evet,” dedi. “Zaten bana sevinç ve övünç veren de bu. Yanılmaz bir efendinin işçisiyim ben. İnsan kılavuzluğunda çıkmıyorum yola. Hepsi de benim gibi cılız bir solucandan ibaret olan insanların kusurlu kurallarına, yanılabilen denetimlerine bağlanmış olmayacağım. Benim önderim, yasam, yol gösterenim yanılmaz ve kusursuzdur. Bütün çevremdekilerin de aynı bayrak altında, aynı amaç uğrunda toplanmayışları bana çok tuhaf geliyor.”
“Hepimizde senin gücün, yeteneğin yok ki! Zayıf olanların güçlülere ayak uydurmaya çalışması da aptallık olur.”
“Zayıfları demek istemiyorum ben; aklıma bile getirmiyorum onları. Ben yalnızca bu göreve layık olanlara, bu görevi başarabilecek olanlara sesleniyorum.”
“Bunların sayıları az, bulunmaları da zor olsa gerek.”
“Doğru söylüyorsun. Yalnız, bir kez de bulduk mu bu gibi kimseleri heveslendirmek, atılım yapmaya özendirmek şarttır. Onlara kendi yetilerini öğretmek, Tanrı’nın bunları niçin bağışladıklarını anlatmak, kulaklarına Tanrı çağrısını fısıldamak, kısacası onlara Tanrı’nın
seçkin kulları arasında bir yer göstermek boynumuzun borcudur.”

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin