10.1

14 3 0
                                    

Ondan sonraki hafta pek uzun geldi bana, gene de bütün dünyevi şeyler gibi bu da sona erdi. Tatlı bir güz gününün sonunda kendimi, yaya olarak, gene Lowton yolunda buldum. Sırası gelmişken söyleyeyim: Pek güzel bir yoldu bu; dere kıyısından, vadinin en tatlı kıvrımlarını izliyordu. Ama o gün ben manzaranın güzelliğinden çok gitmekte olduğum küçük köyde belki de beni beklemekte olan mektupları düşünüyordum. Gerçekten var mıydı acaba bana mektup? Bu kez köye inmek için bulduğum bahane bir çift ayakkabı ısmarlamaktı. Onun için önce bu işi yapıp bitirdim. Sonra da o sakin, tertemiz sokakçığı geçerek postaneye yürüdüm. Postaneyi, gözünde bağa çerçeveli gözlük, ellerinde siyah eldiven, yaşlı bir hatun kişi işletirdi.
“J.E. adına gelmiş mektup var mı?” diye sordum Kadın gözlüğünün üzerinden beni süzdü, sonra bir çekmece açarak içini karıştırmaya
başladı. Öylesine uzun uzun karıştırdı ki benim de umutlarım sönmeye başladı. Sonunda, bir zarf bulup çıkardı, gözlüğüyle belki beş dakika inceledikten sonra tezgâhın üzerinden bana uzattı. Bu arada benden yana gene meraklı, kuşkulu bir bakış fırlatmaktan geri
kalmadı. Zarfın üzeri “J.E.ye” diye yazılıydı.
“Yalnızca bir tane mi var?” diye sordum.
Hatun kişi, “Başka yok,” dedi.
Mektubu cebime atarak okulun yolunu tuttum. Hemen açıp okumamın olanağı yoktu; çünkü saat sekize kadar okula dönmüş olmam gerekiyordu, şimdiyse saat yedi buçuktu. Okulda da bir sürü iş beni beklemekteydi: Çalışma saatinde kızların başında nöbetçiydim. Ondan sonra dua okumak, yatmalarına bakmak da bana düşüyordu. Kızları
yatırdıktan sonra öğretmenlerle bir arada yemeğe oturdum. Sıra bizim yatmamıza geldiği zaman bile Miss Gryce’tan kurtulmama olanak yoktu. Şamdanımızda azıcık bir mum
kalmıştı; kadın bu mum eriyip sönünceye kadar konuşacak diye ödüm kopuyordu. Neyse ki biraz önce yemiş olduğu okkalı yemek ona uyku ilacı gibi geldi de daha ben soyunmamı bitirmeden o horultuya başladı. Daha iki-üç santimlik mum vardı. Mektubumu çıkardım.
Üzerine F harfi basılmış olan balmumu damgayı söküp açtım. Mektup kısaydı. Geçen perşembe günü Herald gazetesine ilan veren J.E.söylediği deneyime gerçekten sahipse karakteriyle yeterliliği üstüne de tatmin edici referanslar gönderebilirse kendisine on yaşından küçük bir kız çocuğunun mürebbiyeliği, buna karşılık da yılda otuz sterlin verilebilir. J.E.nin referanslarını, adını, adresini, daha
başka bilgileri aşağıdaki adrese göndermesi rica olunur: Mrs. Fairfax, Thornfield, ... ilinde, Millcote dolaylarında.Mektubu uzun uzun gözden geçirdim: Yazı biraz eski stil, biraz da titrekçeydi... Yaşlı bir hanımın yazısı gibi. Bu sevindirdi beni; çünkü böyle, kimseye danışmadan bir işe atılmakla başımı derde sokabileceğimi düşünmüş, gizliden gizliye korkup durmuştum. Her şeyden önce bu, şöyle dürüst bir atılım için kötü bir başlangıç sayılmazdı. Mrs. Fairfax’ı gözümün
önünde canlandırır gibi oluyordum: Başında dul bayanların giydiği bir büzgülü başlık,sırtında uzun siyah elbise; belki soğuk bir hanım ama, kaba hiç değil. İngiliz kibarlığının
orta yaşlı bir örneği. Thornfield! Bu ad Mrs. Fairfax’in köşkünün adıydı besbelli! Gerçi aklımdan köşkün tam planını çizmenin yolu yoktu ama, derli toplu, pırıl pırıl bir yer
olduğuna kalıbımı basabilirdim.
Millcote Kasabası’na gelince... İngiltere haritasını gözümde canlandırınca buldum. Burası
Londra’ya, şimdi içinde bulunduğum ücra taşra köşesinden çok daha yakındı ki bu da hoşuma gitti. Hayat, hareket dolu bir yerlere gitmek için can atıyordum. Millcote büyükçe
bir ırmağın kıyısında,dokumacılığıyla ün salmış, geniş bir kasabaydı. Civcivli bir yer olsa gerekti. Olsun, daha iyi! Hiç değilse tam bir değişiklik olurdu benim için. Uzun fabrika bacalarını, duman bulutlarını düşündükçe pek öyle kendimden geçmiyordum ama,
“Thornfield, kasabadan hayli uzakta olsa gerek,” diye avunuyordum.
Mumun son damlası da eridi... Fitil söndü. Şimdi artık bundan sonraki adımları atmak gerekiyordu. Tasarılarımı artık yalnız kendime saklayamazdım; uygulayıp başarıya ulaştırabilmek için çevremdekilere açmam gerekiyordu. Öğle tatilinde müdürün karşısına çıktım; şimdi elime geçenin iki katı ücretle
(Lowood’daki gelirim yılda on beş sterlindi) yeni bir iş önerisi aldığımı söyleyerek bu konuyu bir toplantı sırasında Mr. Brocklehurst’e açmasını, bana referans verip
vermeyeceğini öğrenivermesini rica ettim. Müdür benim aracılığımı üzerine almak iyiliğini gösterdi. Ertesi gün durumu Mr. Brocklehurst’e açmış. O da, velim olması dolayısıyla, Mrs.Reed’e konuyu bildirmek gerektiğini söylemiş. Böylece yengeme bir mektup yazıldı. O da, “Jane Eyre dilediği gibi yapsın, ben onun işlerine karışmaktan yıllar önce vazgeçtim,” diye karşılık gönderdi.
Bu mektup bütün kurul üyelerini dolaştı, bana son derece bunaltıcı gelen bir gecikmeden sonra, dilediğim işe girebilmem için resmen izin verildi. Ayrıca, Lowood’da hem
öğrenci hem de öğretmen olarak her zaman iyi tanındığım için okul yöneticilerinin hem karakterimin dürüstlüğüne, hem de öğretmen olarak yeteneğime tanıklık eden bir tavsiye mektubu hazırlayacakları da bildirildi. Tavsiye mektubunu hemen hemen bir ay sonra aldım, bir kopyasını hemen Mrs.Fairfax’e postaladım. Kadın da, buna karşılık gönderdiği mektupta, beni işe aldığını, Thornfield’deki mürebbiyelik görevime on beş gün sonra başlayabileceğimi bildirdi.
Artık hazırlıklara dalmıştım. Bu on beş gün çarçabuk geçti. Giyip çıkaracaklarım(ihtiyacımı karşılamakla birlikte) pek çok olmadığı için sandığımı (sekiz yıl önce Gateshead’den getirmiş olduğum sandık),son gün hazırladım.Sandığım bağlanmış, adım yazılı kart başucuna çivilenmişti. Yarım saat sonra gelip
Lowton’a götüreceklerdi. Ben de ertesi sabah erken bir saatte posta arabasına binmek üzere köye gidecektim. Siyah yünlü yol esvabımla, şapkamı, eldivenimi, manşonumu fırçalayıp hazırlamış, unutulan bir şey olmasın diye çekmecelerimi baştan aşağı gözden geçirmiştim. Sonra, yapacak başka iş kalmayınca oturdum, dinlenmeye çalıştım. Ama, bütün gün ayakta
kalmış olduğum halde, dinlenmek olası mıydı ki! Heyecanım çok aşırıydı. Bu gece ömrümün
bir sayfası kapanıyor, yarın bir yenisi açılıyordu. Bu arada uyumak da olası değildi. Bir sayfadan öbürüne geçildiğini yanan gözlerimle izlemeliydim!
Ben, daha mezarında rahat edememiş bir hayalet gibi ortalarda dolaşıp dururken bir hizmetçi yanıma yaklaşarak, “Aşağıda sizi görmek isteyen biri var, efendim,” dedi.
“Hamal olsa gerek,” diye düşündüm. “Kim?” diye sormaksızın, hemen aşağı koştum.Öğretmenlerin oturma odası ya da arka salon denilen odanın önünden geçiyordum ki yarı
aralık duran kapıdan dışarı biri fırladı.
“A! İşte o! Gerçekten ta kendisi!” diye bağırarak yolumu kesti, ellerime sarıldı. Baktım: İyi bir yerin hizmetçisi gibi giyinmiş, genç bir kadın. Kara kaşları, kara gözleri,
pembe yanaklarıyla pek de güzeldi. Bana bir yerden tanıdık olan bir sesle, gene tanıdık bir gülümseyişle, “E,kimim ben?” diye sordu. “Yoksa beni tanımadın mı, Miss Jane?”
O zaman, boynuna atıldım, deli gibi bir sevinçle onu öpmeye başladım. Yalnızca, “Bessie! Bessie! Bessie!” diyebiliyordum.
O da, hem ağlıyor, hem gülüyordu. İkimiz birlikte salona girdik. Şöminenin başında kareli gömlekle pantolon giymiş, üç yaşlarında bir oğlan çocuk durmaktaydı. Bessie hemen,
“Benim oğlan,” dedi.
“Demek evlendin, Bessie?”
“Evet... Handiyse beş yıl oluyor. Arabacı Robert Leaven’la evlendim; Bobby’den başka bir de kızım var; adını Jane koydum.”
“Gateshead’de değil misin artık?”
“Kapıcı evinde oturuyoruz. Eski kapıcı gitti de.”
“Ee! Nasıllar bakalım? Uzun uzun anlat bana; ama, otur önce. Bobby, sen de gelip dizime oturmaz mısın?”
Bobby yan yan gelip anasına sokulmayı yeğledi.
Bessie, “Pek uzun boylu olmamışsın, iri de değilsin, Miss Jane,” dedi. “Burada iyi beslenmiyorsunuz, besbelli. Eliza senden bir baş daha uzun; Georgiana’ya gelince senin iki
katın eder, doğrusu!”
“Georgiana çok güzel olmuştur değil mi, Bessie?”
“Bir içim su! Geçen kış annesiyle Londra’ya gitmişti, herkes bayılmış. Genç bir lord da âşık olmuş ona ama, ailesi bizim küçükhanımla evlenmesine razı gelmemişler. Bunun üzerine, ne olsa beğenirsin? Lordla Georgiana kaçmaya karar vermezler mi? Ama, iş
anlaşılınca kaçamadılar. Onları Eliza ele verdi. Kız kardeşini kıskandı besbelli. Şimdi ikisi evin içinde kedi köpek gibi, her an hır gür ediyorlar.”
“Ee! Peki John Reed ne âlemde?”
“Doğrusu, o pek öyle annesinin dilediği gibi çıkmadı. Liseye gitti ama... Nasıl diyorlar ona... Hani... Belge aldı. Sonra hukuk çalışıp dava vekili olsun istediler. Gelgelelim, öyle
haylaz, öyle başıboş bir genç ki bana kalırsa pek adam edemeyecekler onu.”
“Görünüş bakımından nasıl?”
“İyice uzun boylu. Kimileri onu çok yakışıklı buluyorlar ama, dudakları köfte gibi.”
“Ya Mrs. Reed?”
“Hanımefendi dıştan bakılınca iyi görünüyor, endamı da yerinde ama, bence, rahatı huzuru yok, John’un tutumlarına üzülüyor... Küçükbey su gibi para harcıyor.”
“Seni buraya yengem mi gönderdi, Bessie?”
“Yok, canım, ne münasebet! Ne zamandır seni görmek istiyordum. Senden de haber geldi; uzak yerlere gidiyormuşsun, dediler. Ben de, bari ulaşamayacağımız yerlere gitmeden
gidip bir göreyim, dedim.”
Ben gülerek, “Ama, galiba seni düş kırıklığına uğrattım, Bessie,” dedim; çünkü onun bakışlarında saygı vardı ama, hayranlık bulunmadığını ayrımsayabiliyordum. “Yok, canım, hiç de değil! Pek kibarsın, neme gerek, hanımefendiler gibisin. Ben de zaten daha fazlasını ummamıştım ki... Çocukken de öyle ahım şahım güzel değildin.”
Bessie’nin bu sözlerindeki açıklık karşısında gülümsemekten kendimi alamadım ama,üzülmedim dersem yalan. On sekiz yaşındayken herkes hoşa gitmek ister; hoşa gidecek bir
görünüşü olmadığını düşünmek de insanı pek sevindirmez, sanırım.
Bessie avuntu niyetine, “Senin şimdi on parmağında on hüner vardır, Miss Jane,” dedi.
“Neler öğrendin bakalım? Piyano çalıyor musun?”
Salonda bir piyano vardı. Bessie gidip kapağını açtı, sonra benden oturup bir şeyler çalmamı istedi. Birkaç vals çaldım. Hayran kaldı. Coşarak, “Mrs. Reed’in kızları bunun yarısı kadar çalamıyorlar!” dedi. “Ben hep derdim zaten, sen onlardan daha akıllı, daha bilgili olacaksın, diye. Resim de yapıyor musun?”
“Ocağın üzerinde asılı resmi ben yaptım işte, Bessie.”
Suluboya bir manzara resmiydi bu. İşe girmemde yardım ettiği için, şükranımı belirtmek üzere müdüre armağan etmiştim; o da bunu çerçeveletip asmıştı.
“Gerçekten pek güzel, Miss Jane! Bizim küçükhanımların çizdiği resimler bunun yanına bile yaklaşamaz. Onların resim hocasının yaptığı resimler kadar güzel bu. Fransızca da öğrendin mi?”
“Öğrendim ya, Bessie... Okuyup yazmasını da, konuşmasını da.”
“Nakış dikiş?”
“Elbette.”
“Tam bir hanımefendi olup çıkmışsın, Miss Jane! Biliyordum ben zaten! Akrabaların sana yardım etseler de, etmeseler de hayatta ilerlersin sen. Ha, sana bir şey soracaktım.
Babanın akrabalarından, yani Eyre’lerden hiç haber aldın mı?”
“Hiçbir haber almadım ömrümde.”
“Hani, biliyor musun, bizim hanım hep onların çok yoksul, ayaktakımı kişiler olduklarını söylerdi. Yoksul olmasına yoksuldurlar belki ama, kibarlıkta bence Reed’lerden geri kalır yanları yok. Bundan yedi yıl kadar önceydi, konağa Mr. Eyre diye biri gelip seni sordu. Hanım da burada olmadığını söyleyince adam pek üzüldü; çünkü seni arayacak vakti yokmuş; yabancı bir ülkeye gidiyormuş, gemisi de bir-iki güne kadar kalkacakmış. Pek kibar bir hali vardı. Babanın kardeşiymiş, galiba.”
“Hangi memlekete gidiyordu,Bessie?”
“Binlerce kilometre uzakta bir adaymış. Şarap yapıyorlarmış orada. Başuşak adını söylediydi ama...”
“Maderia olmasın?”
“Tamam, o işte. Ta kendisi.”
“Gitti, demek?”
“Evet, birkaç dakika ya durdu, ya durmadı. Bizim hanım pek soğuk davrandı ona.
Sonradan da, ‘esnaf takımı’ falan dedi. Benim Robert’e göre amcan şarap tüccarıymış.”
“Olabilir ya da bir şarap tüccarının yanında çalışıyordur.”
Bessie’yle ben belki bir saat daha oturup eski günleri andık. Sonra Bessie gitti. Onu ertesi sabah Lowton’da, ben arabayı beklerken gene gördüm birkaç dakika için. Sonra ayrıldık, her birimiz kendi yolumuza gittik: O, kendisini Gateshead’e götürecek olan arabaya
yetişmek için vadiye doğru yürüdü, ben de beni Millcote dolaylarındaki yeni işime, yeni yaşantıma götürecek olan posta arabasına bindim.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin