29

16 2 0
                                    

Ondan sonraki birkaç günün, gecenin anısı kafamda pek silik.Birtakım duygularımı anımsıyorum; ama ne düşünüyor, ne de herhangi bir harekette bulunuyordum.Küçük bir
oda içinde, dar bir karyolada olduğumu biliyordum. Gövdem yatağa kaynamıştı sanki; taş
gibi kımıldamadan yatıp duruyordum.Beni bu yataktan kalkmaya zorlamak öldürmekle bir
olurdu.Zamanın geçişiyle, günlerin başlayıp bitişiyle ilgilenmiyordum. Odama girip çıkanları algılıyordum, ama kim olduklarını tanımıyordum. Yakınımdaysalar, konuştuklarını
da anlıyordum; yalnız, sorulanlara karşılık veremiyordum. Dudaklarımı kıpırdatmak da kollarımı, bacaklarımı kımıldatmak kadar olanaksız geliyordu.
Odama en çok gelen, hizmetçi kadın Hannah idi. Onun gelişi beni tedirgin ediyordu. Benim orada oluşumdan hoşnut olmadığını, benden kuşkulandığını sezer gibiydim. Mary ile Diana da günde bir-iki kez odama geliyorlar, başucumda fısıldaşıyorlardı.
“İyi ki almışız onu içeri.”
“Evet, bütün gece dışarıda kalsaydı sabaha onu kapımızın önünde ölü bulurduk. Başına neler geldi acaba?”
“Olağanüstü bir şeyler olsa gerek, zavallı, evsiz barksız, kimsesiz çocuk!”
“Konuşmasına bakılırsa cahil bir kız değil. Hem sözleri, hem de konuşması pek kibardı. Sırtından çıkan giysiler de, çamurlu, ıslak olmasına karşın, az giyilmiş, iyi şeyler.”
“Tuhaf bir yüzü var. Şu erimiş, kemik kalmış haliyle bile hoşuma gidiyor. Sağlığı, canlılığı yerine geldiği zaman pek şirin, hoş olur besbelli.”
İki kız kardeşin konuşmalarında, bana gösterdikleri konukseverlikten pişman olduklarını gösteren bir tek söz ya da bana karşı bir kuşku, güvensizlik ifadesi duymadım.
Bu içimi rahatlatıyordu. Mr.St. John odama ancak bir kez geldi. Bana baktı, bu bitkinliğimin uzun süren büyük bir yorgunluğa karşı bir tepki olduğunu, doktor çağırmaya gerek olmadığını, kendi haline bırakılırsa doğanın gerekli şifayı sağlayacağını söyledi. Benim bütün sinirlerimin, bünyemin bir şeyden ötürü müthiş bir gerginlik geçirmiş olduğunu tahmin ediyor, bir süre için bedensel ve duygusal yönden uyuşuk kalmam gerektiğini ileri sürüyordu. Hastalık
görmüyordu bende. Bir kez ayağa kalktım mı sağlığımın çarçabuk yerine geleceği kanısındaydı. Bunları yavaş, sakin bir sesle, kısaca anlattı. Bir duralamadan sonra da
duygularını, düşüncelerini pek açmaya alışık olmadığını belli eden bir ifadeyle, “Değişik, sık
rastlanmayan bir yüz,” dedi. “Kabalıkla, bayağılıkla hiçbir ilişiği yok.”
Diana, “Tam tersi,” dedi. “St. John, ne yalan söyleyeyim, bu zavallı küçüğe kanım kaynadı benim. Keşke onu sürekli olarak kanadımızın altına alabilsek.”
St. John, “Bu pek olası değil,” dedi. “Bak göreceksin, bu kız ana babasıyla kavga edip bir öfke ânında evden kaçan bir küçükhanım falandır. Biz belki onu ailesine geri vermeyi
başarırız, küçükhanım inat etmezse. Yalnız, yüz çizgilerinde güçlü bir kişilik okunuyor; onun için, pek söz dinleyeceğini de ummuyorum.” Genç adam durduğu yerden uzun uzun beni süzdü. “İnce, tatlı ama zerrece güzel değil!” diye hüküm verdi. “Ama, St. John, öyle bitkin ki!”
“Ne olursa olsun, güzel değil. Güzellik için zorunlu olan uyum yok yüzünün
çizgilerinde.”
Üçüncü gün iyileşmeye başladım. Dördüncü gün artık konuşabiliyor, yatakta doğrulup dönebiliyordum. Hannah bana, galiba öğle sırasında, biraz lapayla kızarmış kuru ekmek
getirmişti. Şimdiye kadar zorlukla yuttuğum her lokma bana zehir gibi gelirken bu kez yediğimin lezzetini aldım. Şimdi kendimi daha canlı, dinç buluyordum. Çok geçmeden,
hareketsizliğin verdiği bir hareket isteği beni dürttü. Canım kalkmak istedi, ama sırtıma ne
giyecektim? Yerlerde yatıp bataklıklarda sürünürken sırtımda olan giyeceklerimden başka
bir şeyim yoktu. Bana iyilik etmiş olan ev sahiplerinin karşısına bu kılıkta çıkmaya utanırdım doğrusu. Kaygım yersizmiş meğer: Yatağımın yanındaki bir koltuğun üzerinde
bütün giyeceklerim, tertemiz, kupkuru duruyordu. Siyah ipekli elbisem askıda asılıydı.
Temizlenip ütülenmişti; hatta pabuçlarım, çoraplarım bile temizlenmişti. Odada leğen, ibrik,
tarak ve fırça da vardı. Birkaç dakikada bir dinlenerek, sonunda yıkanıp giyinmeyi başardım.
Elbiselerim üstümden sarkıyordu; çünkü iğne ipliğe dönmüştüm. Omzuma bir şal sarınca
bu kusurlar da gizlendi. Oldum olası pasaklılıktan, pislikten nefret etmiş, bunların insanı alçalttığına inanmışımdır. Şimdi artık gene eski temiz, mum gibi düzgün kılığıma bürünmüş olarak, taş merdivenin tırabzanına tutuna tutuna aşağı indim. Basık tavanlı, dar bir
koridordan geçerek sonunda mutfağı buldum. Burası mis gibi yeni pişmiş ekmek kokusuyla, gür ateşin tatlı sıcağıyla dopdoluydu.
Hannah fırında bir şeyler pişirmekteydi. Cahil kişilerin ruhu gübrelenmemiş, sürülmemiş
topraklar gibi katıdır. Önyargılar bu ruhlara, kaya diplerinde biten otlar gibi sımsıkı yapışır, inatla büyürler. Bunları söküp atmak, kökünü kurutmak zor mu zordur; bunu biliyordum. Hannah başlangıçta bana karşı pek soğuk, gergin davranmıştı. Yalnız, son zamanlarda biraz yumuşamaya başlar gibiydi. Hele şimdi benim giyimli, derli toplu olarak içeri girdiğimi
görünce, açıkça gülümsedi:
“Ne! Kalktın demek! Daha iyisin, anlaşılan. İstersen şu şöminenin yanındaki yere otur.” Sallanan koltuğu gösteriyordu. Oturdum. Hannah mutfakta çalışarak dönüp dolandıkça yan gözle bana da bakıyordu. Bir ara, fırından birkaç ekmek çıkardıktan sonra bana dönerek dobra dobra sordu: “Buraya gelmeden önce de dilendiğin oldu mu?”
Bir an tepem attı ama öfkelenmeye hakkım olmadığını, onun karşısına gerçekten bir dilenci olarak çıktığımı aklıma getirerek sakin, gene de kesin bir dille, “Yanlışın var,” dedim.
“Sen beni dilenci sandın ama değilim. Seninle hanımların kadar dürüst bir insanım.”
Bir sessizlikten sonra Hannah, “Neyse, bu işe benim aklım ermedi,” dedi. “Evin barkın, paran pulun yok ama öyle değil mi?”
“Evsiz barksız, parasız pulsuz olmak, insanı ille de senin düşündüğün gibi yapmaz.”
Gene bir duralama oldu. Sonra Hannah, “Okumuş musun sen?” diye sordu.
“Evet; hem de iyice.”
“Ama, yatılı okula gitmişliğin yoktur sanırım?”
“Sekiz yıl yatılı okulda okudum ben.”
Kadın gözlerini iri iri açtı: “Öyleyse neden çalışıp kazanmıyorsun ekmek paranı?”
“Çalışıyordum. Bundan sonra da çalışıp ekmeğimi çıkaracağım elbet... Şu frenküzümlerini ne yapacaksın?”
“Meyveli turta pişireceğim.”
“Ver de ben ayıklayayım.”
“Yok, sana iş gördürmem ben.”
“Ama, ben bir şeyler yapmak istiyorum. Ver sen onları bana.”
Hannah razı olup tası bana verdi; üstümü başımı berbat etmeyeyim diye, kucağıma, sermek üzere temiz bir havlu bile uzattı. Sonra, “Ev işi yapmadığın ellerinden belli,” diye
fikir yürüttü. “Yoksa terzilik mi yapıyordun?”
“Yok, terzi değildim. Yalnız, sen bana aldırma. Kafanı benim için yorma da burasının neresi olduğunu söyle.”
“Kimi Bataklık Bitimi der, kimi Kır Evi.”
“Burada oturan beyin adı da St. John; öyle mi?”
“Yok, o burada oturmaz, şimdilik geldi. Onun evi Morton’da.”
“Birkaç kilometre ötedeki köy mü?”
“Evet.”
“Ne iş yapar?”
“Papazdır.”
O köyde papazı aradığım zaman kâhya kadının söyledikleri aklıma geldi. “Burası onun babasının evi oluyor öyleyse?” diye sordum.
“Doğru. İhtiyar Mr. Rivers’in eviydi burası. Onun babası, dedesi, dedesinin dedesi de
burada oturmuşlardı.”
“Demek bu beyin tam adı St. John Rivers, öyle mi?”
“Evet St. John öz adıdır.”
“Kardeşlerinin adları da Diana’yla Mary Rivers, öyle mi?”
“Öyle.”
“Babaları öldü demek?”
“Üç hafta oluyor... İnme gelip öldü.”
“Anneleri yok mu?”
“Hanımcığım öleli yıllar var.”
“Sen çoktandır bu ailenin yanında mısın?”
“Otuz yıldır yanlarındayım. Çocukların üçünü de ben büyüttüm.”
“Demek ki dürüst, sadık bir yardımcısın. Sen bana dilenci demek saygısızlığını gösterdin
ama ben sana hakkını vereceğim.”
Kadın gene şaşkınlıkla yüzüme baktı, “Senin hepten günahını almışım, besbelli,” dedi.
“Ama, ortalarda öyle çok hırsız uğursuz var ki! Kusura bakma artık.”
Ben enikonu sertlikle, “Beni kapı dışarı ettin sen!” dedim. “O geceki gibi bir gecede kapıya köpek gelse atılmazdı!”
“Doğru, belki katı yüreklilik ettim biraz ama ne yapsaydım? Ben kendimden çok
çocukları düşünüyorum. Benden başka koruyacak kimseleri yok ki! Bu yüzden çoğu kez sert
davranıyorum.” Ben bir süre kaşlarımı çatarak sessiz durdum. Hannah gene, “Sen benim
kusuruma bakma,” dedi.
“Nasıl bakmam! Bak söyleyeyim: Asıl gücüme giden beni kapıdan çevirip dilenci yerine koymandan çok, demin söylediğin şeyler... Hani evim, param yok, diye beni hor görmen.
Dünya tarihinin en iyi insanlarından bir çoğu benim gibi parasız, evsiz yaşamışlardır. Sen dini bütün bir Hıristiyan’san yoksulluğu suç saymaman gerekir.”
“Pek doğru. Küçükbey de bana öyle der. İyi etmedim sana yüz çevirmekle. Ama şimdi seni büsbütün başka görüyorum, doğrusu. Temiz pak, hanım hanımcık bir kızcağıza benzersin.”
“Öyleyse, tamam. Seni bağışlıyorum. Ver elini.”
Hannah o katı, unlu elini uzattı; yüzünü deminkinden daha candan bir gülüş aydınlattı.
Ondan sonra dost olduk. Kadının konuşmayı sevdiği belliydi. Ben meyveleri ayıklar, o da
hamur kararken ölmüş efendisiyle hanımı, “çocuklar” üstüne rastgele bilgi vermeye başladı.
Anlattığına göre, ihtiyar Mr. Rivers sade, kendi halinde bir adam olmakla birlikte son derece eski bir soydan gelme, tam bir beyefendiymiş. Kır Evi kuruldu kurulalı orada hep Rivers’lar oturmuşlar. Ufak, gösterişsiz bir yere benziyormuş, ama iki yüz yaşında varmış. Belki Morton
Vadisi’ndeki Oliver’ların şatafatlı konağının yanında sönük kalırmış, ama Bill Oliver’ın babasının gezgin satıcılık yaptığı günleri Hannah biliyormuş, Rivers’lar ise oldum olası eşraftan sayılırlarmış... Ölen Mr. Rivers, bütün kibarlığına karşın, herkes gibi bir beyefendiymiş. Av avlasın, çift çubuk çekip çevirsin... Bunları bilirmiş. Öyle olağanüstü bir
yanı yokmuş. Gelgelelim, hanımı bambaşkaymış. Okumak sevdalısıymış da, başını kitaptan
kaldırmaz gibi bir şeymiş. Çocuklar da ona çekmişler. Bu dolaylarda eşleri benzerleri yokmuş. Üçü de, daha konuşmaya başladıkları yaştan okumaya merak sarmışlar.
Küçüklüklerinden beri kimselere benzemeyen, bambaşka yaratılışta kişilermiş. Küçükbey
büyüyünce yüksek okula gidip papaz olmaya karar vermiş. Kızlar da yatılı okulu bitirir bitirmez mürebbiye olmayı eskiden beri kurarlarmış; çünkü babaları çok güvendiği bir
dostun iflas etmesi yüzünden yoksul düşmüş olduğu için, onlara miras bırakacak durumda değilmiş; gençler kendi başlarının çaresine bakmak zorundaymışlar... Böylece, üçü de
çoktandır yuvadan uzaklarda çalışmaktaymışlar. Şimdi babalarının ölümü üzerine birkaç hafta kalmak için burada toplanmışlar. Oysa, burasını, Morton köyünü, o dolaylardaki bozkırlarla tepeleri öyle severlermiş ki! Londra’da, daha birçok debdebeli şehirlerde
bulunmuşlar, ama doğdukları yeri her yerden çok severlermiş. Sonra, birbirleriyle de öyle güzel geçinirlermiş ki! Hiç anlaşmazlık, hır gür çıkmazmış aralarında. Hannah birbirine bundan daha bağlı bir aile hiç görmemiş... Elimdeki işi bitirmiştim. Kardeşlerin şimdi nerede olduklarını sordum.
“Morton’a kadar yürüyüşe çıktılar. Yarım saate kalmaz, çay içmeye gelirler.”
Gerçekten de üç kardeş Hannah’nın dediği saatte döndüler, mutfak kapısından içeri girdiler. Mr. St. John beni görünce yalnızca eğilerek selamladı, koridora geçti. Kızlarsa
durdular. Mary sakin, sevecen bir ifadeyle, benim aşağıya inebilecek kadar iyileştiğim için duyduğu sevinci belirtti. Diana da elimi tuttu, başını sallayarak, “Benim iznim olmadan inmeyecektin aşağı!” diye beni payladı. “Hâlâ rengin soluk. Pek de zayıfsın. Vah zavallı
çocuk!”
Diana’nın öyle bir sesi vardı ki kumru ötüşü gibi kulağımı okşuyordu. Bakışlarındaki anlam içimi açıyordu. Yüzünün her ifadesine bayılıyordum. Mary’nin yüzü de Diana’nınki
kadar zeki, biçimli, sevimliydi, ama ifadesi daha kapanık, davranışları, sevecen ve kibar olmakla birlikte daha uzaktı. Diana’nın daha kesin bir tutumu vardı. Etkileyici bir irade
sahibi olduğu belliydi. Böyle güçlü bir iradeye, onurumu ve özsaygımı yitirmemek şartıyla boyun eğmek de oldum olası bana zevk verirdi.
Diana, “Zaten burada ne işin var senin?” diye beni gene payladı. “Senin yerin burada değil. Mary ile ben bazen mutfakta otururuz; çünkü kendi evimizde serbest, hatta sere serpe yaşamak hoşumuza gider. Ama, sen konuk olduğuna göre, salona yaraşırsın.”
“Yok, iyiyim burada.”
“Hiç de değil. Hannah durmadan ayaklarına dolaşıp senin her yanını una buluyor!”
Mary, “Zaten çok da sıcak burası; sana belki dokunur,” diye araya karıştı.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin