11

13 1 0
                                    

Bir romanın yeni bölümü, bir sahne oyununun yeni bir perdesine benzer. Sevgili okurum, bu kez perdeyi açtığım zaman kendinizi Millcote’taki George Hanı’nın bir odasında varsayacaksınız. Duvarlar, çoğu han duvarları gibi, iri iri çiçekli kâğıtlarla kaplı. Yerdeki halı, eşyalar, şöminenin rafındaki süsler, duvarlardaki resimler (örneğin Kral III.George ile Galler Prensi’nin portreleri, Wolfe’un ölümünü yansıtan bir tablo) hep, çoğu han
odalarında görülen türden. Bütün bunları tavandan sarkan bir gaz lambası, şöminede harıl harıl yanan ateş aydınlatıyor. Ben de, ateşin başında, sırtımda pelerinim, başımda şapkam, oturmaktayım. Manşonumla şemsiyem masanın üzerinde duruyor, ben de tam on altı saat,bir kasım gününün ayazını yemiş olmak yüzünden iliklerime işleyen soğuğun acısını çıkarmaya, uyuşan ellerimi, ayaklarımı yeniden canlandırmaya çalışıyorum. Lowton’dan
sabaha karşı saat dörtte ayrılmıştım. Millcote kasabasındaki alanın saati şu sırada akşamın sekizini vurmakta.
Değerli okurum, şu sırada gerçi rahatıma diyecek yok, ama içim hiç rahat değil. Posta arabası burada durduğu zaman, beni karşılamaya çıkmış birisini bulacağımı ummuştum.
Uşağın benim için getirip kapıya dayadığı tahta merdivenden aşağı inerken kaygıyla dört bir
yanıma bakınıyor, birisinin benim adımı çağırmasını, beni Thornfield’e götürecek bir araç görebilmeyi bekliyordum. Yoktu görünürlerde böyle bir şey. Bir garsona, “Jane Eyre’i arayan oldu mu?” diye sorduğum zaman da, “Hayır,” dedi. Beni özel bir bekleme odasına götürmesini rica etmekten başka çare bulamadım. İşte şimdi de burada, kafamı karıştıran bir sürü kuşku, korku içinde bekliyordum.
Genç, gözü açılmadık biri için, dünyada her türlü bağlarını koparmış olarak yapayalnız kalmak; gideceği yere ulaşıp ulaşamayacağından emin olmadığı gibi, geldiği yere dönmesini engelleyen birçok koşullar bulunduğunu bilmek... Son derece garip bir duygu. Serüven olasılığı bu duyguyu tatlılaştırır, gurur ateşi de ısıtır, ama sonunda korku ürpertisi tedirgin eder. Aradan yarım saat geçip de hâlâ bir arayan, soran çıkmayınca benim içimdeki korku da öteki duyguları bastırdı. Sonunda, çıngırağı çalmaya karar verdim.
Gelen garsona, “Bu yakınlarda Thornfield diye bir yer var mı?” diye sordum.
“Thornfield mi? Bilmiyorum, efendim. Gidip yazıhaneye sorayım.”
Garson gitti, gitmesiyle geri gelmesi de bir oldu.
“Sizin adınız Eyre mi, efendim?”
“Evet.”
“Sizi bir bekleyen varmış.”
Hemen fırladım yerimden, manşonumla şemsiyemi kaptığım gibi hanın taşlığına koştum. Açık duran kapıda birisi bekliyordu. Sokaktaki havagazı lambasının ışığında tek atlı bir araba seçtim.
Kapıdaki adam beni görünce, bir yanda duran sandığımı işaret ederek kısaca, “Bu sizin olsa gerek,” dedi.
“Evet.” Adam sandığı kaldırıp kendi arabasına koydu. Ben de bindim. Adam kapıyı kapamadan önce, “Thornfield buradan ne kadar uzaklıkta?” diye sordum.
“On kilometre kadar.”
“Ne kadar zamanda varırız oraya?”
“Bir buçuk saat sürer.”
Adam arabanın kapısını mandalladı, kendi yerine geçti, yola çıktık. Ağır ağır ilerliyorduk, ben de düşünmek için bol bol zaman buluyordum. Yolculuğumun sonuna bu kadar yaklaştığıma seviniyordum. Pek şık sayılamazsa da rahat olan arabada arkama yaslandım; artık kaygılarım da yatışmış olarak, kendimi düşüncelerime verdim:
“Arabayla uşağın gösterişsiz görünüşlerine bakılırsa Mrs. Fairfax pek şatafatlı bir hanımefendi olmasa gerek. Daha iyi. Ömrümde ancak bir kez şatafatlı kimselerin yanında
yaşadım, bu benim için cehennem azabı oldu. Acaba küçük kızından başka kimsesi var mı?
Geçimli, iyi bir kadın mı acaba? Öyleyse yüzde yüz hoşnut bırakırım onu, elimden gelen çabayı gösteririm. Ama ne yazık ki insanın elinden geleni yapması her zaman derde derman olmuyor. Lowood’da buna azmettim, kararımda durdum, çevremi hoşnut bırakmayı
başardım. Yalnız, anımsıyorum, Mrs. Reed’in evindeyken, ağzımla kuş tutsam yaranamazdım.
Umarım Mrs. Fairfax bir ikinci Mrs. Reed değildir, ama öyleyse yanında kalmak zorunda değilim ya! Gene bir ilan verir, başka bir iş ararım. Acaba daha ne kadar yolumuz kaldı?”
Pencereyi indirip dışarı baktım. Millcote’u geride bırakmıştık. Işıkların bolluğuna bakılırsa, hatırı sayılır büyüklükte bir yer olsa gerekti... Lowton’dan çok daha büyüktü. Lowood’a hiç benzemeyen bir bölgede olduğumuzu görebiliyordum. Daha az güzel ama
daha kalabalık; daha az romantik ama daha yaşam dolu, daha heyecan verici. Yollar çamurlu, hava pusluydu. Arabacı atını rahvan yürütüyordu. Bir buçuk saat dediği
yolculuk en aşağı iki saat sürdü, sanıyorum. Sonunda adam başını arkaya döndürerek,
“Thornfield’de pek bir şey kalmadı, artık,” dedi.
Gene dışarı baktım: Bir kilisenin önünden geçiyorduk. Kilisenin alçak, geniş kulesini gördüm, çanının çeyrek saati çaldığını duydum. Yamaçların dibinde de bir köyün yerini belirten bir küme ışık gözüme çarptı. On dakika sonra arabacı indi, iki kanatlı bir bahçe kapısını açtı. İçeri girdik. Kapı arkamızdan tangırdayarak kapandı. Şimdi bir araba yolunda, ağır ağır, yokuş tırmanmaya başlamıştık. Derken, bir evin upuzun cephesi göründü. Bir
cumbanın perdeleri arasından dışarıya mum ışığı vuruyordu. Evin geri kalan her yanı karanlıktı. Araba dış kapının önünde durdu. Kapıyı bir hizmetçi kız açtı. Ben de arabadan
indim, içeri girdim.
Kız, “Şöyle buyurmaz mısınız, hanımefendi,” dedi, ben de onun peşine düşerek dört köşe bir taşlıktan geçtim. Dört bir yanda yüksek yüksek kapılar vardı.
Kız beni bir odaya aldı. Buradaki şamdanlarla ateşin ışığı, ilk önce, iki saattir karanlığa alışmış olan gözlerimi kamaştırdı. Bu kamaşma geçince karşımda son derece tatlı, şirin bir tablo gördüm.
Küçük, sevimli, yuva gibi bir oda; neşeyle yanan ateşin başında yuvarlak bir masa, yüksek arkalıklı, eski moda bir koltuk, bu koltukta oturan, ufak tefek, derli-toplu, yaşlı bir hanım; başında dul hanımların giydiği gibi fırfırlı bir başlık, üzerinde siyah ipekli elbise, kar
gibi bir patiska önlükle, tam benim gözümde canlandırdığım gibiydi Mrs. Fairfax; yalnız, çok daha sade, daha yumuşak görünüşlü. Elinde bir örgü vardı, ayaklarının dibine de iri bir kedi kıvrılıp yatmıştı. Kısacası, bu “rahat yuva” tablosunun hiçbir eksiği yoktu.
Yeni işe giren bir mürebbiyenin içini rahatlatmak için bundan daha iyisi olamazdı. Neinsanı ezecek bir tantana, ne çekingenlik verecek bir görkem ve gösteriş! Ben içeri girerken yaşlı hanım ayağa kalktı, son derece kibar, içten bir tutumla beni karşılamak üzere ilerledi.
“Nasılsınız kızım? Korkarım yollardan yorgun düştünüz. Bizim John da öyle ağır sürer ki
arabayı! Üşümüşsünüzdür; şöyle, ateşin başına gelin.”
Ben, “Mrs. Fairfax sizsiniz, değil mi?” diye sordum.
“Evet. Oturun, kızım!”
Beni kendi koltuğuna oturttu, sonra pelerinimi alıp şapkamın bağcığını çözmeye başladı. Bu kadar zahmete girişmesin diye rica ettim.
“Zahmet olur mu hiç! Sizin elleriniz soğuktan donmuştur. Leah, biraz baharlı, limonlu sıcak şarap yap. Birkaç tane de sandviç hazırlayıver. Al, kilerin anahtarlarını.”
Mrs. Fairfax cebinden, tam hanım hanımcık ev kadınlarına yaraşır biçimde bir demet anahtar çıkararak hizmetçi kıza verdi. Sonra bana döndü.
“Haydi, canım, ateşe sokulun biraz. Sandığınızı yanınızda getirdiniz, değil mi?”
“Evet, efendim.”
“Gidip söyleyeyim de, odanıza taşısınlar.”
Hızlı adımlarla dışarı çıktı. İçimden, “Beni konuk yerine koyuyor,” diyordum. “Böyle ağırlanacağımı hiç ummamıştım doğrusu! Soğukluk, resmilik ummuştum yalnızca.
Mürebbiyelerin hor tutulmaları konusunda işittiğim şeylere hiç uymuyor bu durum, ama sevinmeye başlamak için vakit daha pek erken.”
Mrs. Fairfax geri geldi. Masanın üzerinde duran örgüsüyle birkaç kitabı kendi eliyle kaldırarak, Leah’nın getirdiği tepsiye yer açtı, yiyecekleri bana gene kendi eliyle uzattı. Şimdiye kadar kimseden görmemiş olduğum bu ilgi karşısında biraz utanmaktan kendimi
alamıyordum. Hele bu ilgiyi benim patronum, işverenim olan kişiden görmek! Ne var ki onun yaptığı işi yakışıksız saymadığı belliydi. Ben de bu kibarlığı doğal karşılamaya karar
verdim. Bana sunulanları yiyip içtikten sonra, “Kızınızı bu akşam görmek mutluluğuna erecek miyim?” diye sordum.
İyi yürekli hanım kulağını bana doğru yaklaştırarak:
“Ne dediniz, kuzum? Kulağım biraz ağır işitir de!” dedi. Soruyu daha yüksek sesle yineledim.
“Kızım mı? Ha, Adela Varens’ı demek istiyorsunuz. Sizin öğrenciniz Adela’dır.”
“Sahi mi? Kızınız değil demek?”
“Yok canım! Çoluk çocuğum yok benim.”
Bu kez de, Adela Varens’ın onun nesi olduğunu sormak istedim, ama çok soru sormanın ayıp sayıldığını anımsayarak sustum. Nasıl olsa öğrenirdim sırası gelince.
Mrs. Fairfax karşıma geçip oturdu, kediyi de kucağına alarak, “Geldiğinize öyle sevindim ki!” dedi. “Ne iyi... Artık evin içinde bir can yoldaşım olacak. İnsana can yoldaşı her zaman gerek. Gerçi Thornfield şahane bir konaktır; son zamanlarda biraz bakımsız kaldıysa da eski,
şerefli bir yerdir, ama bilirsiniz, kış günlerinde, en güzel evde bile yalnız kalınca insanın içine bir gariplik çöker. Yalnız kalmaktan söz ediyorum. Leah çok iyi kızdır, o da, John da namuslu kimselerdir, ama ne de olsa hizmetçi, uşak... İnsan onlarla kafa dengi olamaz. Sonra,
arada biraz pay bırakmak gerek, yoksa saymazlar insanı. Geçen kış pek sert geçti, hatırlarsınız. Kar yapmazsa, yağmur ya da fırtına yapıyordu. Ta kasımdan şubat sonuna kadar kapımızı postacıdan başka bir insan çalmadı desem yeri var. Her gece kukumavlar gibi
bir başıma oturmaktan ruhuma karalar bastı. Arada Leah’yı çağırtıp kitap okutuyordum,ama zavallının bu işten hoşlandığını hiç sanmıyorum; sıkıcı buluyor bunu. Neyse, bahar, yaz geldi de biraz içimiz açıldı. Güneş çıkıp günler uzamaya başlayınca daha bir başka oluyor ne de olsa. Derken bu güz başında da Adela Varens’la dadısı çıkageldiler. Çocuk gelince evin içi
şenleniveriyor doğrusu. Şimdi siz de geldiniz, artık keyfime diyecek yok!”
Konuşmalarını dinledikçe bu hanıma iyice kanım kaynamıştı. Sandalyemi biraz daha onun yakınına çektim: “Umarım arkadaşlığım sizi düş kırıklığına uğratmaz,” dedim.
“Sizi bu gece daha fazla tutmayayım,” dedi. “Vakit gece yarısını buldu, siz de sabahtan beri yollardasınız; iyice yorgunsunuzdur. Ayaklarınız ısındıysa odanızı göstereyim size. Kendi odamın yanındakini sizin için hazırlattım. Küçük bir yer, ama öndeki o kocaman odalardan
daha çok seveceğinizi düşündüm; büyük odalar güzel döşenmiş falan, ama öyle ıssız, sıkıcı havaları var ki, ben hiç sevmiyorum.”
Bu kadar ince düşünceli olduğu için ona teşekkürler ettim. Uzun yolculuk beni gerçekten de bitkin düşürmüş olduğundan, odama çekilmeye hazır olduğumu söyledim. Mrs. Fairfax şamdanı alıp önüme düştü, dışarı çıktık. Kadın, önce gidip taşlık kapısı kapalı mı, diye baktı; sonra anahtarı kapının üzerinden alarak önüm sıra merdivenden yukarı çıktı.
Basamaklar, tırabzanlar meşeden yapılmıştı. Merdivenin yanında da yüksek, kafesli pencereler vardı. Bu merdiven de, yukarıda yatak odalarının önünden geçen uzun çekme balkon da oraya evden çok bir kilise havası veriyordu. Merdivende, çekme balkonda bir mahzen ayazı duyuluyor, insanın içi bir yalnızlık, bir ıssızlık duygusuyla kararıyordu. Odama girip da burasının sade döşenmiş olduğunu görünce gerçekten sevindim.
Mrs. Fairfax bana tatlı bir sesle iyi geceler dileyip çekildikten sonra, kapımı kapadım,rahatça çevreme bakındım. Küçük odamın şirin, neşeli havası aşağıdaki o loş, geniş
merdivenle dışarıdaki uzun, soğuk koridorun içimde uyandırmış olduğu ürpertiyi geçirmişti.
Yorgunlukla, kaygıyla geçen uzun bir günün sonunda, sağ salim, güvenli bir sığınağa kavuşmuş olduğumu düşündüm, içimden bir minnet dalgası yükseldi. Yatağın yanına diz
çökerek Tanrı’ya dua ettim. Dizlerimin üstünde doğrulmadan önce, bundan sonra da benden
yardımını esirgememesi, bana hak etmediğim halde vermiş olduğu şu fırsata layık olabilmek kudretini bağışlamasını diledim. Hem yorgun, hem mutlu olduğum için, çok geçmeden derin bir uykuya dalmışım. Uyandığımda güneş doğmuştu. Canlı mavi kreton perdelerin arasından süzülüp duvardaki kâğıtlarla yerdeki halıyı
aydınlatan güneş ışığında, küçük odamın öylesine iç açıcı, Lowood’un çıplak tahta zeminli, kireç badanalı odalarından o kadar bambaşka bir görünüşü vardı ki baktıkça yüreğim
sevinçten coşuyordu. Dış görünüşler gençlerin üzerinde büyük etki bırakır. Bana da öyle geldi ki önümde artık daha güzel ve dikenleri, güçlükleri kadar gülleri, doyumları da bulunan yeni bir yol başlamaktadır. Yer değişikliği, önümde açılan umut kapısı bütün varlığımı uyandırmış, coşturmuş gibiydi. Tam olarak bilemediğim birtakım güzel şeyler
gelecekti başıma sanki... Bugün, yarın, önümüzdeki hafta, gelecek ay olmasa bile, günlerden bir gün.
Kalktım, özenle giyindim. Bütün giyeceklerim son derece basit olduğu için sade giyinmek zorundaydım, ama gene de derli toplu giyinmeye dikkat ederdim. Kılık kıyafetime
aldırış etmemek benim yaradılışımda yoktu; tersine, görünüşüme elimden geldiğince çekidüzen vermeye, güzel olmasam da hoşa gitmeye çalışırdım. Daha güzel olmadığıma yanardım arada; gül gibi yanaklara, kiraz dudaklara, çekme burunlara özenirdim. Uzun boylu, heykel yapılı, şahane bir kadın olmadığıma tasalanırdım. Böyle ufacık tefecik ve
renksiz, yüzünün çizgileri düzensiz ve keskin olmak bir bahtsızlıkmış gibi gelirdi bana.Bu isteklerim, üzüntülerim neden ileri geliyordu acaba? Kim bilir! Bunu tam olarak
bilemiyordum, ama bir nedeni vardı elbet; hem de akla yatkın, pek doğal bir nedeni.
Her neyse, saçımı güzelce fırçaladım, siyah elbisemi giydim. Bu elbise okul forması gibi pek yalındı, ama hiç olmazsa vücuduma pek iyi oturuyordu. Tertemiz, bembeyaz yakalığımı da düzelttikten sonra, kılığımın Mrs. Fairfax’in karşısına çıkabilecek, yeni öğrencimi de
kendimden kaçırmayacak kadar düzgün olduğuna inanç getirdim. Penceremi açtım, tuvalet
masamın, her şeyin düzenli olup olmadığına baktıktan sonra, dışarı çıktım.
Yatak odalarının önünden geçen balkon biçimi uzun koridorun öbür ucuna varınca, meşe tahtasından yapılma o kaygan basamaklardan aşağı, taşlığa indim. Bir dakika
duralayarak, duvardaki resimlere baktım. (Aklımda kaldığına göre, bunlardan biri derisi bakır rengi, sert, asık yüzlü bir adamın, öbürü de perukası pudralı, inci gerdanlıklı bir
kadının resmiydi.) Tavandan tunç bir lamba sallanıyordu, bir yanda da kocaman sarkaçlı bir saat vardı. Saatin kutusu pek ince oymalı meşedendi; zamanla, ellene ellene, abanoz gibi kapkara kesilmişti. Her şey pek görkemli geldi bana. Ama ben görkem denen şeye öyle yabancıydım ki!
Yarısı camlı olan sokak kapısı açık duruyordu. Dışarı çıktım. Güzel bir güz sabahı... Yeni doğmuş güneş sararmış ağaçların, hâlâ yemyeşil olan tarlaların üzerine taze ışıklarını
serpmişti. Çimliğe doğru yürüyerek döndüm, konağın cephesine baktım. Üç katlı, öyle pek saray gibi olmasa da hatırı sayılır derecede büyük bir yapıydı bu. Bir soylu saraylının
malikânesi değil de, kibar bir beyefendinin taşradaki evi olduğu belliydi. Tepesindeki mazgallı kuleler eve bir masal havası veriyordu.
Bu gri cephenin arka yanında kuşluklar görünüyordu; buralara yuva yapmış olan kargalar da gaklayarak uçuşuyordu. Sonra, çimliğin, korunun üzerinden uçarak, çitle ayrılmış geniş bir çayırlığa gidip kondular. Bu çayırlıkta bir sıra yaşlı, ulu dikenli ağaçlar, akasyalar
yükselmekteydi. Meşe ağaçları kadar kalın, güçlü, boğum boğum. Bu ağaçlar, Thornfield 11
Malikânesi’nin adını nereden aldığını belli ediyordu. Daha geride tepeler vardı. Lowood’un çevresindeki dağlar kadar yüksek, yalçın değildi
bu tepeler; vadiyi dünyadan ayıran setlere benzemiyorlardı oradakiler gibi; gene de ıssız, ürpertici bir görünümleri vardı, Thornfield Malikânesi’ni Millcote gibi civcivli bir yerin bu denli yakınında, insanın ummadığı bir yalnızlığa, dinginliğe gömer gibiydiler. Evleri ağaçlar
içine gömülü bir köyceğiz bu tepelerden birinin yamacına tırmanırcasına kurulmuştu. O
dolayların kilisesi Thornfield’e daha yakındı. Bahçe kapısından yana bakılınca, yamaçlardan birinin ardından, eski yapılı çan kulesi görülebiliyordu. Bu durgun manzarayla temiz, tatlı havayı içime sindirerek kargaların çığırışlarını zevkle dinliyor, konağın o geniş, gri cephesine bakarak, “Mrs. Fairfax gibi yalnız bir kadıncağız için
ne de kocaman bir yer!” diye düşünüyordum ki bu yalnız kadıncağız kapıda belirdi.
“Ne! Kalkmışsınız bile!” dedi. “Erkencisiniz bakıyorum.”
Ona doğru ilerledim. Beni yanağımdan öptü, elimi sıktı.
“Nasıl, Thornfield’i beğendiniz mi?” diye sordu.
Çok beğendiğimi söyledim.
“Evet, güzel yerdir, doğrusu,” dedi. “Yalnız, zamanla harap düşmesinden korkuyorum. Mr. Rochester’ın aklına eser de gelip buraya temelli yerleşirse o başka... Ya da, hiç olmazsa daha
sık gelip giderse. Böyle büyük mülklerin sahiplerinin başında olmaları gerekir.”
“Mr. Rochester mı?” dediniz. “O da kim?”
Kadın gayet sakin, “Buranın sahibi,” dedi. “Adının Rochester olduğunu bilmiyor muydunuz?"

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin