32

14 5 0
                                    

Köy okulundaki çalışmalarımı elimden geldiği kadar canla başla yürütüyordum. Önceleri gerçekten çetin işti bu. Öğrencilerimin huylarını, yaşayışlarını anlayabilinceye kadar, bütün çabalarıma karşın çok zaman geçti. Hiç eğitilmemiş oldukları için usları uyuşmuştu, kalın kafalı, aptal gibi geldiler bana... Hem de hepsi aynı biçimde kalın kafalı. Yanıldığımı çok geçmeden de anladım. Okumuş kimseler gibi onların arasında da ayrımlar vardı. Onları tanıdıkça bu ayrımları çabucak seçer oldum. Onlar da, benim konuşmam, giyinişim, davranışım, koyduğum kurallar karşısında duydukları şaşkınlık azaldıkça bana alışmaya başlamışlardı. O zaman bu kaba, alık görünüşlü köy kızlarının zekâ, kavrayış bakımından da uyanmaya başladıklarını gördüm. Birçoğu iyi huyluydu, bana yaranmaya da
hevesliydiler. Kimisi doğuştan kibar, onurlu ve yetenekli olduğu için hem dostluğumu, hem de hayranlığımı kazanıyorlardı. Bu kızlar çok geçmeden derslerini iyi yapıp derli toplu gezmekten, yol yöntem öğrenmekten övünç duymaya başladılar. Hatta birçoğunun gelişmesindeki hız şaşırtıcıydı, diyebilirim. Bütün bunlar bana haklı bir kıvanç, sevinç veriyordu. En parlak öğrencilerimi gerçekten sevmeye başlamıştım. Onlar da beni seviyorlardı.
Öğrencilerimin arasında birçok çiftçi kızı vardı ki büyük, yetişkin kızlardı. Bunlar okuyup yazabiliyor, dikiş dikiyorlardı. Ben de onlara dilbilgisi, tarih, coğrafya, nakış
öğretiyordum. Aralarında gerçekten değerli, kişilik sahibi kızlar keşfettim... Bilgiye susamış,
yetenekli. Onları kendi evlerinde görmeye giderek birçok tatlı akşam saatleri geçiriyordum.
Kızların ana babaları beni nasıl ağırlayacaklarını bilemiyorlardı. Onların alçakgönüllü
sunularını kabul etmek, buna incelikle karşılık vermek benim için pek tatlı oluyordu. Bu köylüler kentlilerden saygı, incelik görmeye pek alışık olmasalar gerekti ki gördükleri zaman pek hoşlarına gidiyor, onlar için yararlı da oluyordu; çünkü hem benlikleri okşanıyordu; hem de gördükleri saygıya layık olabilmek için kendileri de saygılı, nazik davranmaya başlıyorlardı. Sanırım köyde herkesçe sevilmeye başlamıştım. Ne zaman sokağa çıksam güler yüz, tatlı dil buluyordum. Çevrenin saygısını, sevgisini kazanmak, “dingin, tatlı güneş ışığında oturmak” gibidir. Bu ışığın etkisiyle insanın içinde huzur duyguları biter, filizlenir. Hayatımın
bu döneminde yüreğim tasalanmayı unutmaya yüz tutmuştu, durup durup şükranla, minnetle dolup taşıyordu. Yalnız, sevgili okurum, her şeyi olduğu gibi söylemek gerekirse, bu dingin, bu yararlı yaşantı sırasında, işimin başında, alın teriyle geçirilmiş rahat bir akşamdan sonra geceleyin uyuyunca kendimi acayip düşler arasında buluyordum... Renk renk, heyecanlı; hareket,
fırtına dolu, aşk, mutluluk düşleri! Görülmedik yerlerde, serüvenler arasında, tehlikeli, romantik durumlarda boyuna Edward Rochester’la karşılaşıyordum. Böylece, onun kollarına atılıp sesini duymanın, onu okşamanın, onunla göz göze gelmenin, onu sevmenin, onun da beni sevmesinin mutluluğu, onunla birlikte bir ömür geçirmek umudu, bütün şiddetiyle, ateşiyle içimde yeni baştan tazeleniyordu. Sonra uyanıyordum, nerede olduğumu, ne durumda bulunduğumu anımsıyordum gene. Titreyip ürpererek doğrulup oturuyordum perdesiz, basit karyolamın içinde. Karanlık gece de benim umutsuzluk çırpınışlarımla özlem, keder gözyaşlarımın tanığı oluyordu. Ertesi sabah dokuza kadar durulup kendimi topluyor, günün aralıksız çalışmalarına hazır, okulumu açıyordum.
Rosamond Oliver beni görmeye geleceğine ilişkin sözünde durdu. Çoğunlukla,sabahleyin çıktığı at gezintileri sırasında geliyordu. Arkasında at üstünde, üniformalı bir
uşakla, çokluk kısrağını koşturarak gelirdi kapıya. O mor binici kostümüyle, omuzlarına
dökülen saçlarının üzerine kondurduğu siyah kadife şapkasıyla bir içim su gibiydi; ondan
daha zarif bir insan düşünülemezdi. Böylece, köy okuluna girer, gözleri kamaşmış köy kızlarının arasında dolaşırdı. Çoğu zaman da St. John’un din dersi verdiği saatte gelirdi hep;
korkarım, bakışlarıyla genç papazın yüreğini deler, geçerdi. St. John onun girişini görmese – içgüdüsüyle mi sezerdi nedir– arkası kapıya dönük bile olsa Rosamond eşikte belirdi mi, onun yüzü yanmaya başlardı. O heykelimsi ifadesi sözle anlatılamayacak bir biçimde değişir, baskı altında tutulan bir ateşin özü olup çıkardı. Genç kız kendi etkisini bilmez değildi elbet; zaten St. John’un da duygularını ondan gizlediği pek yoktu; çünkü gizlemek elinde değildi. Bütün iradesine karşın, kız onun karşısına geçip de yüz verircesine, neşeyle, hatta sevgiyle gülümseyince papazın elleri titremeye, gözleri çakmak çakmak tutuşmaya başlardı. O zaman, sözle söyleyemediklerini gözlerinin o üzgün, azimli bakışıyla söylerdi sanki: “Seni seviyorum. Senin de bana karşı bir yakınlık beslediğini biliyorum. Beni geri itmen korkusu değildir dilimi bağlayan. Gönlümü sunsam kabul edeceğine inanıyorum. Yalnız, bu gönül kutsal bir sunağa adanmış bulunuyor. Yakında sunağın çevresindeki ateş yakılacak ve gönlüm Tanrı’ya kurban edilerek bir avuç kül olup çıkacak!”
Genç papazın bu bakışları karşısında Rosamond’un, umut kırıklığına uğramış bir çocuk gibi, dudakları bükülür, varlığından ışık gibi saçılan neşenin üzerine bir dalgınlık bulutu inerdi. Elini çabucak St. John’un elinden, gözlerini onun hem azim hem azap dolu gözlerinden çekerdi. Böyle zamanlarda sanırım St. John onun peşinden koşmak, onu çağırmak, tutmak için dünyaları vermeye hazırdı. Gelgelelim, Cennet hayallerinden vazgeçemiyordu. Gerçek, sonsuz Cennet’e erişebilmek umutları uğruna bu genç kızın aşkını İrem Bağı’na feda ediyordu. Zaten kişiliğinin her yönünü (serüvenci, ülkücü, şair, asker, papaz) tek bir aşkın sınırları arasına sığdırması olanaksızdı. Vadi Köşkü’nün salonları, süsleri uğruna misyonerlik savaşının çeşitli çarpışmalarından vazgeçmiyor, geçemiyordu. Çok içine kapanık olmasına karşın bir keresinde onunla çok açık konuşmak cesareti gösterdim, bunları
öğrenmeyi başardım. Rosamond Oliver artık beni görmeye sık sık gelmek inceliğini gösteriyordu. Onun yapmacıktan, gizlilikten tümüyle uzak olan kişiliğini ezbere öğrenmiştim artık: Züppeydi
ama ruhsuz değil; kaprisliydi ama bencil değil. Doğduğundan beri bir dediği iki edilmemiş olmakla birlikte, tam da şımarmış sayılmazdı. Aklı beş karış havadaydı ama iyi huyluydu.
Güzelliğiyle böbürleniyordu (böbürlenmemek elinde değildi ki... Ne zaman aynaya baksa
çiçeği burnunda bir güzellik görüyordu) ama kibirli değildi. Eli açıktı. Zengin kızı olmakla
övünmek aklından geçmiyordu, temiz yürekli, şen şakrak, canlı, biraz da düşüncesizdi. Kısacası, benim gibi, kendi cinsinden, soğukkanlı birinin gözünde bile son derece çekiciydi. Gerçi, ilgi çekici, derin, etkileyici, gizemli bir kişiliği yoktu. Kafası, örneğin St. John’un kız kardeşlerinin kafasıyla ölçülemezdi. Gene de seviyordum onu... Adela’cığımı sevdiğim gibi. Ne var ki, sonradan tanıdığımız bir yetişkini (aynı derecede şirin de olsa), üzerine titreyip kendi elimizle yetiştirdiğimiz bir çocuk kadar sevemeyiz. Rosamond Oliver’ın bana pek kanı kaynamıştı. Beni Mr. Rivers’a benzetiyordu ama “onun onda biri kadar güzel” olmadığımı yüzüme vurmaktan çekinmiyordu. Ben cici, temiz pak, çıtı pıtı bir minnoşmuşum; ama Mr. Rivers bir melekmiş. Benim iyiliğim, akıllı, soğukkanlı, azimli oluşum Mr. Rivers’a benziyormuş! Rosamond benim bir köy öğretmeni
olarak lusus naturae86 olduğumu ileri sürüyor, buraya gelmeden önceki yaşantımın çok serüvenli, romantik geçmiş olacağını tahmin ediyordu.
Bir akşamüzeri, her zamanki çocuksu –çocuksu olduğu için de insanı sinirlendirmeyen– merakıyla benim küçük mutfağımdaki dolapları, rafları karıştırırken eline iki Fransızca
kitap, Schiller’in bir şiir kitabı, Almanca dilbilgisi kitabıyla sözlük, bir de kendi çizdiğim birkaç resim geçti. Bunların arasında öğrencilerimden biri olan, melek gibi güzel bir küçük kızın kalemle yapılmış portresi, Morton Vadisi ile o dolaylardaki bozkırları tasvir eden manzara resimleri vardı. Rosamond önce şaşkınlıktan donakaldı, sonra sevinçten kanı kaynadı: Bu resimleri ben kendim mi çizmiştim? Fransızca, Almanca biliyor muydum? Çok
harika şeydim ben... On parmağımda on hüner! S.deki yatılı okulun resim hocasından daha güzel resim çiziyordum doğrusu! Onun da bir portresini çizer miydim, babasına göstermesi için?
“Hay hay,” dedim.
Bu kadar hayat dolu, kusursuz bir modelin resmini çizmek düşüncesi, ruhumun sanat yönünü heyecanla, zevkle ürpertti. Kızın üzerinde koyu mavi bir ipekli giysi vardı. Boynu, kolları çıplaktı; tek süsü, dalga dalga omuzlarına dökülen Tanrı vergisi kıvırcık kestane saçlarının vahşi dalgalarıydı. Bir tabaka ince mukavva alarak özenle resmini çizdim. Kendimi bu portreyi renklendirmek zevkinden yoksun bırakmayacaktım ama o sırada saat geç olmuştu. Başka bir gün, daha erken gelip poz vermesini söyledim.
Eve gidince beni öyle bir övmüş ki ertesi gün öğleden sonra babası da onunla birlikte geldi. Uzun boylu, kaba hatlı, kır saçlı, orta yaşlı bir adam olan Mr. Oliver’ın yanında güzel kız, karlı bir ağacın dibinde açmış parlak renkli bir çiçeği andırıyordu. Mr. Oliver az konuşan
bir adama benziyordu; belki de kendini beğenmişin biriydi, ama bana karşı pek nazik davrandı. Rosamond’un portresine hazırlık olarak çizdiğim resim pek hoşuna gitti, beni ertesi akşam için ısrarla köşke çağırdı. Gittim. Sahibinin zenginliğini göz önüne seren büyük, dayalı döşeli bir evdi. Orada olduğum sürece Rosamond’un neşeden yanına varılmadı. Babası da bana karşı pek candan davrandı, çaydan sonra lafa daldığımız zaman da benim köy okulundaki çalışmalarımı övüp
göklere çıkardı. Tek korkusu benim bu sönük işle kalmayıp yakında okulu bırakmammış; çünkü duyduğuna, kendisinin de gördüğüne göre, köy öğretmenliği bana layık bir iş değilmiş. Rosamond, “Aa, doğrusu, Jane en yüksek ailelerin yanında mürebbiye olabilecek değerde!” diye lafa karıştı. Ben içimden, “Memleketin en yüksek ailelerinin yanında çalışmaktansa bu köy okulunda kendi başıma buyruk olayım daha iyi,” diyordum. Mr. Oliver, Rivers’lardan büyük bir saygıyla söz etmeye başladı. Rivers’ların bir zamanlar çok zengin olan köklü bir soydan geldiklerini, bir zamanlar bütün Morton köyünün onların olduğunu, bugün bile aile reisinin, dilese en iyi ailelerden kız alabileceğini
söylüyordu. Böylesi üstün, yüksek bir adamın misyoner olarak uzak, yabancı ülkelere gitmek
kararında oluşuna pek üzülüyordu. Değerli bir hayata yazık olacaktı, doğrusu! Demek Rosamond, St. John’la evlenmek istese babası engel olmayacaktı. Mr. Oliver’ın gözünde genç papazın soyu sopu, köklü adı ve kutsal mesleği, parasızlığını kapatmaya yetiyordu da artıyordu bile!
Günlerden 5 Kasım... Okul tatildi. Küçük hizmetçim evi temizlememe yardım etmiş, eline verdiğim bir peni bahşişe sevinip bayram ederek evine dönmüştü. O ufacık evimin her
köşesi tertemiz, pırıl pırıldı... Yerler ovulmuş, ocak ızgarası parlatılmış, camlar silinmiş. Ben de, sırtıma temiz bir elbise giymiştim. Önümde bomboş bir öğleden sonra uzanıyordu, canım ne isterse onu yapabilirdim.
Almancadan birkaç sayfa çevirmek bir saatimi aldı. Sonra paletimle boyalarımı çıkardım, daha kolay olduğu için daha da dinlendiren bir işe, Rosamond Oliver’ın portresini
yapmaya daldım. Kızın başını bitirmiştim de iş yalnız arkadaki perdelerin kıvrımlarını
renklendirmeye kalmıştı. O dolgun dudaklara da biraz kırmızı sürdüm, saçlarının lülelerini biraz daha belirttim, alt kirpiklerini daha bir gölgeledim. Bu tatlı ayrıntılara iyice dalmıştım ki bir kez hızla vurulduktan sonra kapı açıldı, St. John içeri girdi.
“Tatilinizi nasıl geçirdiğinizi görmeye geldim,” dedi. “Kara düşüncelere dalmış değilsiniz ya, umarım? Ama, yok... Çok iyi bu. Resim çizerken yalnızlık duymazsınız. Görüyorsunuz ya, şimdiye kadar bu hayata olağanüstü dayandınız ama size hâlâ güvenim yok. Akşam saatlerinizi hoşça geçirmeniz için bir kitap getirdim.”
Yeni çıkmış bir şiir kitabını masanın üzerine koydu. Edebiyatımızın altın çağı olan günlerin mutlu okuyucuları sık sık yeni kitaplarla karşılaşmaya alışıktılar. Ne yazık ki bugünün okurları daha az talihli. Yalnız korkmayın, öykümü burada keserek suçlamalara ya da yerinmelere dalacak değilim. Şiirin ölmediğini, sanat aşkının yok olmadığını biliyorum.
Maddecilik şiiri ortadan kaldıramaz. Bir gün gelecek şiir ve sanat gene varlıklarını, özgürlüklerini, güçlerini duyuracaklar. Cennet’te sağlıklı bekleyen birer güçlü melek şimdi
onlar. Yeryüzünde kirli ruhların üstün geldiğini, pısırık ruhların da duruma yas tuttuğunu
gördükçe bıyık altından gülüyorlar. Şiir mi batacak? Sanat mı silinip kalkacak yeryüzünden?
Hiçbir zaman! Basitlik mi alacak onların yerini? Ne münasebet! Hayır. Şiir, sanat hâlâ yaşıyor; yalnız yaşamakla kalmayıp insan ruhuna egemen oluyorlar, insan ruhunu yüceltiyorlar. Onların mübarek etkisi her yerde yaygın olmasa hepimiz cehennemde olurduk şimdi... Kendi basitliğimizin, küçüklüğümüzün cehenneminde!
Ben Marmion’un87 (St.John’un getirdiği kitap buydu) parlak sayfalarını heyecanla
karıştırırken St. John da çizdiğim resme bakmak için eğilmişti. O uzun boylu yapısının şöyle bir irkilerek gene çarçabuk doğrulduğunu gördüm. Hiçbir şey söylemedi. Başımı kaldırıp ona baktım, o gözlerini kaçırdı benden. Çok iyi biliyordum onun aklından geçenleri, kalbindekileri açıkça okuyabiliyordum. O sırada ben ondan daha sakin, daha soğukkanlıydım. Şimdilik daha güçlü durumda sayılabileceğim için elimden gelirse ona bir iyilikte bulunmaya karar verdim. İçimden, “Bütün azmine, iradesine karşın kendi kendine
pek fazla baskı yapıyor,” diyordum. “Her türlü duygusunu, acısını içine gömerek dışarı hiçbir şey vermiyor, göstermiyor, itiraf etmiyor. Güzel Rosamond’undan, onunla evlenmeyi neden doğru bulmadığından biraz konuşmak onu rahatlatır. Ben de bunun için konuşturacağım
onu.”
Önce, “Oturun, St. John,” dedim.
Her zamanki gibi, pek kalamayacağını söyledi. İçimden, “Peki, istersen ayakta dur, ama
hemen çıkıp gitmek yok,” diyordum. “Buna kararlıyım. Yalnızlık benim kadar senin için de zararlı. Bakalım senin güveninin gizli anahtarını bulup şu mermer göğüste bir kapı açarak yüreğine bir damla avuntu akıtabilecek miyim?” Damdan düşercesine, “Portre benzemiş mi?”
diye sordum.
“Benzemiş mi? Kime? Pek dikkatli bakmadım.”
“Baktınız işte!”
Benim bu ani, garip çıkışım karşısında genç papaz bir tuhaf olmuştu. Şaşkın şaşkın baktı
bana. Ben içimden, “Bu daha bir şey değil!” diye söyledim. “Senin şu soğuk tutumun karşısında sinecek değilim. Göze alacağım senin soğukluğunu.”
“Dikkatle, iyice baktınız,” dedim. “Bir daha bakmak isterseniz buyurun... Bir diyeceğim yok.” Kalktım, resmi uzattım.
“İyi çizilmiş bir resim,” dedi. “Tatlı, duru renkler, uyumlu, düzgün çizgiler.”
“Anladık, anladık. Bunları biliyoruz. Ya benzerlik nasıl? Kime benziyor bu resim?”
Durakladı. Sonra, “Rosamond Oliver olsa gerek,” dedi.
“Elbette! Şimdi, beyefendiciğim, bu çok isabetli tahmininize karşı ödül olarak size bu resmin bir kopyasını çıkartacağım... Tabii kabul edeceğinizi söylerseniz. Yoksa hiç değer vermeyeceğiniz bir şey için zaman, emek harcamak istemem elbet.”
O hâlâ portreye bakıyordu. Baktıkça da parmakları kâğıda daha sıkı yapışıyor, sanki resme sahip olmayı daha çok istiyordu. Sonunda, “Benzemiş,” dedi. “Gözler iyi yapılmış. Renk, ışık, ifade kusursuz; hatta gülüyor bile!”
“Bu resmin bir eşine sahip olmak sizi avutur mu, yoksa dert mi olur içinize?.. Siz bana bunu söyleyin. Örneğin Madagaskar’da, Afrika’da ya da Hindistan’dayken böyle bir hatıranın yanınızda bulunması avutur mu sizi? Yoksa, bu resmi gördükçe yüreğinizin yağı eriyip içiniz mi yanar?”
Genç papaz çekinerek başını kaldırdı. Benden yana baktı, kararsız, heyecanlı. Sonra gene portreyi süzdü: “Bu resme sahip olmak istediğim bir gerçek. Ama doğru mu olur, akılsızca bir şey mi olur, orası başka sorun.”
Rosamond’un onu sevdiğini, Mr. Oliver’ın da böyle bir evlenmeye karşı gelmeyeceğini bildiğim için ben kendim onların birleşmelerini çok istiyordum. St. John’un “yad eller”e gidip kızgın güneş altında zekâsını çürüterek iliklerini kurutacağı yerde Mr. Oliver’ın büyük servetine sahip olursa insanlığa belki daha çok hizmet edebileceğini düşünüyordum. Onun için, “Bence siz hiç zaman geçirmeden bu portrenin aslına el koysanız daha doğru, daha akıllıca bir iş olur,” dedim.
Bu arada oturmuştu artık. Portreyi önündeki masanın üzerine sermiş, başını ellerinin arasına alarak resme doğru eğilmişti. Benim cüretime kızmadığını biliyordum; hatta yasak saydığı bu konunun böyle açıkça ele alınıp serbestçe tartışılmasından zevk duymaya başladığı belliydi. Bu ona hiç ummadığı bir içini dökme fırsatı veriyordu. İçine kapanık
kimseler duygularını, acılarını açıkça konuşmaya, çoğu zaman “içi dışı bir” kişilerden daha çok gereksinme duyarlar. En kabuğuna çekilmiş, sert kimseler de sonunda insandır. Bu gibilerin “sessiz deniz”lerine cüretle, iyi niyetle dalıvermek çoğu zaman, onlara dünyanın en büyük iyiliğini yapmaktır.
Ben de gidip St. John’un sandalyesinin arkasında durarak, “Rosamond Oliver’ın sizden çok hoşlandığına eminim,” dedim. “Çok da tatlı bir kız. Belki biraz uçarı. Ama, nasıl olsa siz ikinize de yetip artacak kadar ağırbaşlısınız. Bence siz onunla evlenmelisiniz.”
“Sahi, hoşlanıyor mu benden?”
“Elbet. Herkesten üstün tutuyor sizi. Dilinden hiç düşürmüyor.”
“Bu sözleri duymak çok hoş,” dedi. “Hem de çok hoş! Hadi, bir çeyrek saat konuşalım bunu.”
Gerçekten de saatini çıkardı, masanın üstüne koydu!
“Ama, boş yere konuşmak neye yarar?” dedim. “Siz daha şimdiden gülle gibi bir olumsuz yanıt hazırladıktan ya da gönlünüzü bağlamak için bambaşka bir zincir ördükten sonra?”
“Böyle taş yüreklilik kondurmayın bana. Şu anda kendimi bıraktığımı, eriyip gittiğimi görmüyor musunuz? Sevda, yeni açılmış bir pınar gibi içimden fışkırmış, tatlı sularını
ruhumun tarlalarına yaymakta. Oysa ben o toprakları nice zahmetlerle, nasıl dikkatle temizleyip ayıklamış, özveri, iyi niyet tohumları ekmiştim! Gelgelelim şimdi bal gibi tatlı bir su bastı buralarını; taze filizleri nefis lezzetli bir zehir kemirmekte. Şu anda kendimi Vadi Köşkü’nün salonunda görüyorum: Rosamond’ un ayakları dibinde, arkama yaslanmış oturuyorum. Genç karım o tatlı sesiyle bir şeyler anlatıyor bana. Sizin hünerli ellerinizin pek güzel canlandırdığı o gözlerle yüzüme bakıyor, o mercan dudaklarla bana gülümsüyor.
O benim olmuş, ben de onun. Bu geçici yaşam, bu ölümlü dünya bana yetiyor artık. Şşş!.. Hiçbir şey söylemeyin. Yüreğim sevinç dolu, duygularım büyülenmiş! Bırakın, ayırdığım şu zaman sessizlik içinde geçsin.”
Onun suyuna gittim. Saat tık tık işliyor, St. John sık sık soluyor, ben sessiz duruyordum.
Bu sessizlik içinde on beş dakikamız doldu. O zaman genç adam saatini gene cebine koyup resmi elinden bıraktı, gidip şöminenin başında durdu.
“Evet,” dedi, “deminki çeyrek saat hayal içinde, aldanış içinde geçti. Başımı Şeytan’ın göğsüne dayadım bir an. Boynumu bilerek, isteyerek, onun çiçekten boyunduruğunun altına geçirdim; sunduğu kadehten içtim. Şeytan’ın göğsü ateş içindeydi, çiçeklerin arasında bir zehirli yılan gizliydi; kadehteki şarap ağzımda acı bir tat bıraktı. Bunların hepsini biliyor, görüyorum.” Ona şaşkınlıkla bakakalmıştım. “Ne tuhaf!” diye konuşmasını sürdürdü.
“Rosamond Oliver’ı çılgınca seviyorum... İlk aşkın bütün ateşiyle! Onu son derece güzel, zarif, çekici buluyorum. Ama, aynı zamanda onun benim için iyi bir eş olamayacağını sezebilecek kadar da soğukkanlı, sağduyuluyum! Yaşam arkadaşı olarak uygun değil bana o.
Evlenecek olsak bir yıla varmaz farkına varırım bunun. Beş-on ayın çılgın mutluluğunu bir ömür boyu pişmanlık izler artık. Bunu biliyorum.”
“Çok tuhaf doğrusu!” diye hafifçe söylenmekten kendimi alamadım.
St. John, “İçimde, onun güzelliklerini derinden duyumsayan bir yönün yanı sıra, kusurlarını açıkça gören bir yön de var,” diyordu. “Yaradılışı benim kurduğum düşlerle dünyada bağdaşamaz; benim giriştiğim hiçbir işe katılamaz. Rosamond zorluk, zahmet çeksin? Ağır işlerde çalışsın? Dünyadan elini eteğini çeksin? Bir misyoner karısı olsun?
Olacak şey mi bu?”
“Peki, ama sizin ille misyoner olmanız zorunlu mu? O tasarıdan vazgeçebilirsiniz.”
“Vazgeçer miyim? Ne diyorsunuz? Tanrı buyruğu bu benim için. Ülküm, en büyük eserim. Cennet’teki evimin dünya yüzündeki temeli. Kendini insanlığı yüceltmek amacına adamış olan dava adamlarının arasına katılmak hevesi güdüyorum ben. Cahillik ülkelerine bilgi götürüp, savaşın yerine barışı, tutsaklığın yerine özgürlüğü, boş inançların yerine imanı, Cehennem korkusunun yerine Cennet umudunu yerleştirmek emelindeyim. Vazgeçeyim mi bundan? Benim için canımdan değerli bu! Bütün umudum bunda... Bu amaç uğruna yaşıyorum.”
Ben, uzun bir duralamadan sonra, “Ya Rosamond?” dedim. “Onun uğrayacağı düş kırıklığının, üzüntünün önemi yok mu sizin için?”
“Rosamond her zaman hayranları, âşıkları, isteyenleriyle çevrilidir. Bir aya kalmaz, benim hayalim silinir gider onun gönlünden, unutur beni. Kendisini benden çok daha mutlu
kılabilecek biriyle evlenir.”
“Konuşmanızı duyan sizi pek soğukkanlı sanır; ama aslında duygularınız kafanızla çarpışıyor, acı çekiyorsunuz... Telef oluyorsunuz.”
“Hayır. Biraz zayıflamışsam bu, tasarılarımın daha kesinleşmiş oluşundan, yolculuğumun
durmadan geri kalışındandır. Örneğin ne zamandır beklediğim yeni papazın ancak üç ay sonra gelebileceğini daha bu sabah öğrendim. Bu üç ay, sonradan altı aya kadar uzayabilir.”
“Ama, Rosamond ne zaman içeri girse kızarıp bozarıyorsunuz.”
Genç adamın yüzünden gene o şaşkın bakış uçup geçti. Sanırım bir kadının bir erkekle böyle konuşmayı göze alabileceğini hiç düşünmemişti. Bense bu tür konuşmalara alışıktım.
Karşımda ister kadın olsun, ister erkek, kafası işleyen birini buldum mu, hoşbeşin alışılmış
sınırlarını aşarak onların ta özüne inmedikçe rahat edemezdim.
“Tuhafsınız doğrusu!” dedi. “Pek çekingen değilsiniz. Gözünüz hem pek, hem de keskin görüşlü! Yalnız, izin verirseniz şunu belirteyim ki siz benim duygularımı biraz yanlış yorumluyorsunuz. Onları aslından daha derin, daha şiddetli sayıyorsunuz; sevgimi
olduğundan daha büyük görüyorsunuz. Rosamond Oliver’ın karşısında kızarıp bozardığım
zaman kendi kendime hiç acımıyorum, hor görüyorum kendimi! Duygularımın bayağı
olduğunu biliyorum çünkü. Yalnızca bir ten humması benim duyduğum, ruh sarsıntısı değil. Ruhum fırtınalı bir denizin ortasındaki kaya gibi sağlam duruyor. Beni olduğum gibi tanıyıp benimseyin: soğuk, taş yürekli bir adam.” İnanmazlıkla gülümsedim. “Beni gafil avlayarak sırdaşım oldunuz,” dedi. “Artık benimle ilgili her şeyi öğrenebilirsiniz. Ben aslında, Tanrı sevgisinin gömleğinden sıyrıldığım zaman soğuk, taş yürekli, hırslı herifin biriyim. Kalbim değil, kafam yol gösterir bana. Hırslarım sonsuz, gözüm açtır; başkalarından daha çok işler başarmak, daha yükseklere çıkmak isteğiyle tutuşurum. Dayanaklılığa, kararlılığa, çalışkanlığa, zekâya sonsuz saygım vardır; çünkü insanlığı büyük başarılara, yükseklere götüren yol bu özelliklerdir. Sizinle ilgileniyor, size yardım ediyorsam hayatta çekmiş, çekmekte olduğunuz çilelere acıdığım için değil, çalışkan, düzenli, gayretli, kafalı oluşunuzu beğendiğim içindir.” Bunları söyledikten sonra, masanın üzerinde duran şapkasını eline aldı, portreye de bir kez daha baktı. “Gerçekten güzel!” diye mırıldandı. “Adına uygun: Rosemond88 gerçekten.”
“Bunun bir eşini de sizin için çizebilir miyim?”
“Cui bono?89 İstemez.” Resim çizerken elimi dinlendirdiğim sıralarda, kalemimi koymak için kullandığım ince kâğıdı portrenin üzerine örttü. Bu boş kâğıt tabakasının üzerinde ne görmüştü, bilmiyorum.
Yalnız, gözüne bir şey takılmış gibi kâğıdı birden kaldırdı, köşesine baktı, sonra benden yana bir göz attı... Son derece acayip, anlaşılmaz bir bakış; yüzümün, vücudumun, kılığımın her
noktasını yıldırım hızıyla dolaşan, şimşek gibi keskin bir bakış. Bir şey söyleyecekmiş gibi dudakları aralandı, sonra hiçbir şey söylemedi.
“Ne var?” diye sordum.
“Hiiiç!” diyerek kâğıdı yerine bıraktı ama köşesini yırtıp eldiveninin içine
sokuşturmaktan da geri kalmadı. Sonra acele bir baş selamı verip kısa bir “Hoşça kal!” diyerek çıktı.
Onun arkasından yöreye özgü bir deyimi kullanarak, “İşte şimdi tüy diktin!” diye başımı salladım. Sonra ben de kâğıdı alıp gözden geçirdim, birkaç soluk boya lekesinden başka bir şey göremedim. Bu esrarı çözebilmek için birkaç dakika kafa yordum, gene de akıl
erdiremedim bir türlü. Pek önemli bir şey de olamayacağına göre aklımdan sildim, çok geçmeden unuttum.

86.(Lat.) Hilkat garibesi.(Ç.N.)
87.Walter Scott’un şiir kitabı.İlk baskısı 1808’de yapıldığı halde,Charlotte Brontë,bu romanı yazdığı 1846’da, yeni yayımlanmış gibi
gösteriyor.(Ç.N.)
88.(İng.) Devran gülü.(Ç.N.)
89.(Lat.) Neye yarar? (Y.N.)

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin