27

14 2 0
                                    

Öğleden sonra bir saatti, başımı kaldırıp bakındım, batıya yönelmiş olan güneşin, yaldızlı bir yazıyla duvara batış haberini yazmış olduğunu görünce kendi kendime, “Ne yapayım ben şimdi?” diye sordum. Gelgelelim, kafamın buna verdiği karşılık –“Hemen
Thornfield’den ayrıl!” sözleri– öyle kesin, öyle korkunçtu ki kulaklarımı tıkadım. Böyle sözlere dayanacak durumda değildim şimdi. “Şu anda Edward Rochester’ın karısı olmayışım tasalarımın en hafifi,” diye iddiada bulundum. “En şahane düşlerden uyanarak bunların
hepsinin bomboş olduğunu anlamak felaketine de katlanır, onu alt edebilirim, ne var ki efendimden bütün bütün, hemencecik, kesin olarak ayrılmak düşüncesi dayanılır gibi değil. Yapamam ben bunu!”
Ne var ki içimden bir ses bunu yapabileceğimi, sonunda da mutlaka yapacağımı ileri sürüyordu. Kendi kararımla savaşmaya başladım. Zayıf, iradesiz olmak istiyordum ki
önümde gördüğüm şu yeni keder, acı yollarından geçmeyeyim, kaçayım. “İlle gideceksem bir başkası çekip koparsın beni ondan!” diye için için haykırdım. “Bir başkası yardım etsin bana!”
“Hayır, kendi kendini sen çekip ayıracaksın, kimse sana yardım etmeyecek. Kendi elinle sağ
gözünü oyacaksın. Kendi elinle sağ elini keseceksin. Kendi yüreğini kendin deşeceksin.”
Böylesi amansız bir yargıca meydan veren yalnızlığın, bu denli korkunç bir sesin doldurduğu sessizliğin karşısında dehşete kapılarak birden ayağa kalktım. Kalkarken başım
döndü. Heyecandan, açlıktan hasta gibi olduğumu ayrımsadım. Sabahtan beri ne bir şey yemiş, ne de içmiştim; kahvaltı bile etmiş değildim. Odama kapandığımdan beri hiç
kimsenin kapıma gelip hatırımı sormadığını, beni aşağıya çağırmadığını düşündüm, içim bir
tuhaf burkuldu. Ne küçük Adela kapımı tıklatmış ne Mrs. Fairfax beni aramıştı. “Düşenin dostu olmaz,” diye mırıldanarak kapı sürmesini açtım, dışarı çıktım. Ayağım bir şeye takıldı. Hâlâ başım dönüyor, gözlerim kararıyor, dizlerim tutmuyordu. Kendimi tutamayıp
sendeledim, yıkıldım. Yere düşmedim... Uzanan kollar beni tutmuştu. Baktım: Kapımın
önündeki bir sandalyede oturmakta olan efendimdi beni tutan.
“En sonunda çıkabildin!” dedi. “Bilsen kaç zamandır seni bekliyordum, kulağım kirişte! Çıt bile duymadım, tek bir hıçkırık sesi gelmedi kulağıma. Bu ölüm sessizliği daha beş dakika uzasaydı hırsız gibi maymuncukla açacaktım kilidi... Demek benden kaçınıyorsun?
Odana kapanıp bir başına yas tutuyorsun! Keşke gelip bana atsaydın tutsaydın. Ateşlisindir. Ben senin ne de olsa kıyametleri koparacağını ummuştum. Sıcak gözyaşı yağmuruna hazırlamıştım kendimi. Yalnız, bu gözyaşları benim göğsümün üstüne dökülsün istiyordum. Sen onları yastığına içirmişsin... Ya da mendilini ıslatmışsın onlarla. Hayır... Yanılıyorum. Hiç ağlamamışsın sen! Yüzün bembeyaz, gözlerinin ışığı sönmüş ama gözyaşlarının izi bile yok. Öyleyse, yüreğin kan ağladı, öyle mi? Ne o, Jane, tek bir sitemde bile bulunmayacak mısın bana? Acı ya da acıklı sözler söylemeyecek misin? Yüreğimi paramparça edecek, tepemi attıracak tek bir iğne batırmayacak mısın bana? Seni koyduğum yerde sessiz oturuyorsun, yorgun, ölgün
bakışlarla bakıyorsun bana Jane... Niyetim seni böyle yaralamak değildi hiçbir zaman. Bir insan, çocuğu gibi sevip büyüttüğü, kendi tabağından yedirip, bardağından içirdiği bir süt
kuzusunun yanlışlıkla kesildiğini duysa, benim şu işlediğim yanlışlığa üzüldüğüm kadar üzülemez, bu derece içi yanamaz. Beni bağışlayabilecek misin, Jane?”
Sevgili okuyucum, onu o dakikada, hemen oracıkta bağışladım. Gözlerinde öylesine derin bir vicdan azabı, sesinde öyle gerçek bir pişmanlık, bir acıma, duruşunda öyle erkekçe bir eda vardı ki! Her halinden de öyle eksilmemiş, değişmemiş bir sevgi taşıyordu ki... Her şeyi bağışladım. Ona karşı bir şey demedim ama içimden, can evimden bağışladım onu. Biraz sonra dalgın, üzgün bir sesle, “Biliyor musun, Jane, alçağın biriyim ben?” diye sordu. Benim hâlâ sessiz, kıpırtısız oturuşuma şaşıyordu besbelli; oysa bu benim isteyerek
takındığım bir tavır değil de bitkinliğimin bir sonucuydu.
“Biliyorum, efendim,” dedim.
“Öyleyse açıkça, sertçe söyle bunu benim yüzüme karşı. Sakınmadan söyle.”
“Yapamam... Yorgunum, hastayım. Biraz su istiyorum.”
Efendim, derin derin göğüs geçirerek şöyle bir ürperdi, sonra beni kucakladığı gibi aşağıya indirdi. Önce beni hangi odaya götürdüğünü bilemedim. Gözlerimin önünde
bulutlar uçuşuyordu. Biraz sonra bir ateşin cana can katan sıcaklığını duydum. Yaz mevsimindeydik ama ben odamda hareketsiz oturmaktan buz kesmiştim. Dudaklarıma bir
şarap bardağı dayandı; biraz içtim, açıldım. Sonra gene efendimin uzattığı bir şeyleri yedim, çok geçmeden de kendime gelir gibi oldum. Kitaplıkta, onun koltuğunda oturmaktaydık. O da çok yakınımdaydı. İçimden, “Şu anda pek büyük bir acı çekmeden yaşama veda edebilsem en iyisi olur,” diye bir düşünce geçti. “O zaman yüreğimi onun yüreğiyle birleştiren bağları
koparmak eziyetinden kurtulurum. Ondan ayrılmam gerek... Öyle görünüyor. Ama, ayrılmak
istemiyorum ben ondan...Ayrılamam.”
“Şimdi nasılsın Jane?”
“Çok daha iyiyim Yakında kendime gelirim.”
“Biraz daha şarap iç, Jane.”
Onun dediğini yaptım. Sonra bardağı masanın üzerine bırakarak karşıma geçti, beni dikkatle süzdü. Birden, ateşli bir duyguyla dolu, anlaşılmaz, boğuk bir şeyler söyleyerek
döndü; hızlı hızlı, salonun öbür ucuna kadar gidip geldi, sonra beni öpmek ister gibi üzerime doğru eğildi. Ben, onunla sevişmenin bana artık yasak olduğunu anımsayarak, başımı öte yana çevirdim, onun yüzünü de yüzümden uzaklaştırdım. Efendim, “Ne! Bu da nesi!” diye telaşla bağırdı. “Ha, anladım, Bertha Mason’ın kocasını öpmek istemiyorsun, öyle
mi? Kollarımı dolu, dudaklarımı başkasının sayıyorsun.”
“Ben yalnızca bana yer ve hak kalmadığını biliyorum, efendim.”
“Ama neden, Jane? Her neyse, seni fazla konuşmak zahmetinden kurtarayım. Senin yerine ben söyleyeyim: Benim evli olduğumu söyleyeceksin. Bilmiş miyim?”
“Evet.”
“Böyle düşünüyorsan benimle ilgili yargıların da çok garip demektir. Senin şerefini, namusunu kirletmek için kasıtla tuzak kuran, seni bu tuzağa düşürmek için de temiz sevgi
numaraları yapan düzenbaz bir zampara, adi, alçak bir serseri gözüyle bakıyorsun bana. Ne
diyorsun buna? Görüyorum, bir şey diyemiyorsun. Birincisi, hâlâ bitkinsin, soluk almakta bile zorlanıyorsun. İkincisi, bana söz söylemeye dilin varmıyor henüz. Üçüncüsü de gözyaşlarının seddi çökmüş, dokunsalar ağlayacaksın. Zaten bağırıp çağırmak, beni suçlayıp gürültü çıkarmak içinden gelmiyor. Ne yapacağını düşünüyorsun yalnız... Konuşmayı
gereksiz buluyorsun. Görüyorsun ya, biliyorum ben seni. Onun için ayağımı denk alıyorum.”
“Efendim, size karşı gelmeyi istemem,” dedim. Sesim öyle titriyordu ki hemen sustum.
“Kendi anlayışına göre, öyle; ama benim anlayışıma göre sen benim çöküşümü tasarlamaktasın şu sırada. Beni evli bir erkek saydığını yüzüme karşı belirttin. Evli bir adam
olduğum için de benden kaçınacaksın, karşıma bile çıkmayacaksın. Daha şimdi beni öpmeyi reddettin. İki yabancı olup çıkmamızı istiyorsun. Bu çatının altında ancak Adela’nın mürebbiyesi olarak kalacaksın. Sana karşı tek bir tatlı söz söylesem kulağını tıkayacaksın. İçinden bana karşı bir yakınlık duysan hemen: ‘Bu adam beni kendine metres yapmak istedi;
ona karşı buz gibi soğuk, taş gibi sert olmam gerek,’ diye düşüneceksin. Böylece de buz, taş olup çıkacaksın.”
Sesimin titremesini, boğuklaşmasını önleyerek, “Çevremdeki her şey değişti, efendim; onun için benim de değişmem gerek,” dedim. “Bu kesin. Acı anılardan, sürekli çatışmalardan,
duygularımızla savaşmaktan kaçınmanın da tek bir yolu var: Adela’nın yeni bir mürebbiyesi
olmalı.”
“Ben Adela’yı okula gönderiyorum, buna karar verdim bile. Seni Thornfield’de kalıp iğrenç anılarla boğuşmaya mahkûm edecek değilim elbet. Lanetlenmiş bir yer burası.
Ahan’ın79 çadırı sanki... Tanrı’nın göğüne, yaşayan ölümün iğrençliğini yansıtmaktan utanmayan pis mahzen... Hayallerimizdeki zebanilerin hepsine taş çıkartabilecek tek canlı zebanisiyle tüm cehennemlerden beter olan şu dört duvarlı cehennem... Seni burada
oturtmayacağım Jane... Ben de gideceğim. Buranın hortlaklı olduğunu bile bile seni
Thornfield’e getirmem yanlıştı zaten. Daha seni görmeden herkese söylemiştim, konağın uğursuz esrarını senden saklasınlar, diye çünkü gelen kızın, böyle bir şeyle aynı çatı altında yaşamak istemeyeceğini biliyordum; gerçeği söylersek Adela’ya mürebbiye bulamayacağımızdan korkuyordum. Zırdeliyi başka bir yere aktarmak benim için olası değildi. Gerçi, Ferndean Malikânesi’nin çiftliğinde bir evim var. Orası da buradan daha ücra, daha ıssız bir yer; zebaniyi oraya kapatabilirdim ama vicdanım elvermiyordu; çünkü ev,
ormanın ortasında çok rutubetli bir yerdi. Onu oraya kapatsam rutubet yüzünden çok geçmeden öbür dünyayı boylar, ben de bu yükten kurtulurdum. Gelgelelim günahkârlar çeşit çeşittir; ben de, can düşmanım bile olsa, kimseyi bile bile ölüme bırakamam.
“Yalnız, evin içinde bir deli olduğunu senden gizlemek minareye kılıf giydirmekle birdi. O ifritin yakınında olup da hışmına uğramamak olası mı! Thornfield Malikânesi’ni
kapatacağım artık. Grace Poole’a “karım”la, o korkunç acuzeyle burada, baş başa otursun,
diye yılda iki yüz sterlin vereceğim. Grace paranın hatırı için çok şeylere katlanır. Grimsby Tımarhanesi’nde bekçi olan oğlunu da yardımcı alır yanına... Sevgili eşimi şeytan dürtüp de aklına insanları diri diri yakmak, bıçaklamak, dişlemek esince yola getirmek için, yardıma...”
Efendimin sözünü keserek, “Efendim, o zavallı kadına karşı çok insafsız
davranıyorsunuz,” dedim. “Ondan kinle, hınçla konuşuyorsunuz... Nefretle. Zalimlik bu. Deliyse onun suçu ne?”
“Jane, sevgilim benim... Hayır, diyeceğim, işte! Sen benim gerçekten küçücük sevgilimsin; çünkü benim gene günahımı alıyorsun. Ondan nefret edişim deli olduğu için değil. Sen çıldırsan senden nefret eder miydim sanıyorsun?”
“Elbet ederdiniz, efendim.”
“Demek ki beni hiç tanımamışsın, benim sevince nasıl sevebileceğimi hiç bilmiyorsun çünkü, yanlışın var. Senin varlığının her zerresi benim için kendi varlığım kadar değerlidir;
hastalansa, mahvolsa da canımın canıdır benim. Senin zekân benim hazinem; bozulsa da benim gözümde değerlidir. Sen çıldırsan seni deli gömleğiyle değil, kollarımla tutarım ben.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin