Şu da var ki, Lowood'daki yoksunluklar, daha doğrusu güçlükler azalmaya başlamıştı;çünkü bahar geliyordu... Hatta gelmişti bile. Kışın kırağıları çözülmüş, karları erimiş, keskin rüzgârları yumuşamıştı. Ocak ayının keskin ayazında buz kesip şişen zavallı ayaklarım,nisanın tatlı soluklarıyla eski durumuna dönmüştü. Sabahlar, geceler kutupları andıran soğuklarıyla damarlarımızdaki kanı dondurmuyordu artık. Bahçedeki oyun saatine daha kolay dayanabiliyorduk, hatta kimi güneşli günlerde dışarı çıkmak kıvanç bile veriyor, içimizi açıyordu. O boz renkli çiçek tarhları üzerinde beliren, her geçen gün biraz daha artan
yeşilliklere baktıkça insana öyle geliyordu ki geceleri Umut bu bahçede dolaşmakta, her gün biraz daha parlak izler bırakmaktadır. Yaprakların arasından çiçekler başlarını uzatmışlardı:kardelenler, çiğdemler, çuha çiçekleri, altın gözlü hercaimenekşeler. Perşembe günleri (öğleden sonraları tatil olduğumuz için), şimdi yürüyüşlere çıkıyor, yol boyundaki çitlerin arasında daha bile güzel çiçekler buluyorduk.Sonra, okul bahçesinin yüksek dikenli duvarlarının ardında da,ancak ufukların sınırladığı büyük bir doyum, bir mutluluk kaynağı keşfetmiştim. Derin bir vadiyi çeviren soylu duruşlu, yeşillikli, gölgeli dağlar, cilalı kara taşlar üzerinden parıl parıl akan, duru bir dere. Kış mevsiminin kurşundan dökülmüşe benzeyen göğü altında, dondan katılaşmış,karlarla kefenlenmiş olarak gördüğüm zaman bu manzara gözüme nasıl bambaşka görünmüştü! O zaman bu mor tepeler arasında, gündoğusu rüzgârlarının dalgalandırdığı ölüm kadar soğuk sisler dolaşır, yamaçlardan aşağı yuvarlanarak sonunda derenin üzerindeki buzlu buğulara karışırdı. Dere de taşmış, kabarmış, kudurmuş gibi ormanı ikiye böler,gökyüzünü çağıltılı bir sesle doldururdu. Deli gibi yağan yağmurun, savrulan tipinin
uğultusu da çok zaman bu çağıltıya karışırdı. Ormansa, kışın sıra sıra iskeletlerden ibaret kalırdı.
Nisan ilerleyerek mayısa vardı... Parlak, dingin bir mayıs. Mavi gök, ılık güneş, batıdan,güneyden esen tatlı rüzgârlar ay sonuna kadar sürdü. Bitkiler iyiden iyiye fışkırmıştı şimdi.Lowood Koruluğu saçlarını çözüp saçmış gibi her şey çiçeklere, yeşilliğe boğuldu. Ulu karaağaçların, dışbudakların, meşelerin iskeletleri büyük bir görkemle can buldu. Her
yerden fundalar, fidanlar fışkırdı, köşe bucaklar binbir çeşit yosunla kaplandı, yabani çuhaçiçekleri yerlerde acayip güneşler gibi açtı, yayıldı. Bu çiçeklerin soluk sarı
yapraklarının, kuytu, gölge köşelerde ışık gibi yandığını görüyordum. Fırsat buldukça da doya doya içime sindiriyordum doğanın bu güzelliğini... Gözlerden uzak, özgür, yalnız...Çünkü okul yaşantısında görülmedik, alışılmadık bir şey olan bu özgürlüğün, sefanın bir nedeni vardı, ki şimdi sıra bunu anlatmaya geliyor.Dere kıyısındaki bu ormanlık, tepelik vadiyi size anlattığım zaman hoşunuza gitti, değil mi? Güzel bir yerdi, buna kuşku yok... Ama, sağlığa uygun bir yer olup olmayışı ayrı bir
sorun.Lowood'un içinde kurulmuş olduğu ormanlık vadi çok zaman bir rutubet yatağıydı.Rutubetin doğurduğu bir sürü musibet, baharda havanın ısınmasıyla Kimsesizler Yuvası'na sızmaya başladı. Sislerin nemli soluğuyla içeri üflenen tifüs, tıklım tıklım dolu olan yatakhaneyle dersliği sarmış, daha mayıs ayı gelmeden okulun bir bölümünü hastane haline getirmişti.Hep yarı aç gezmek, bakımsızlık, savsaklanmış soğuk algınlıkları Lowood öğrencilerinin çoğunu zayıf bırakarak mikrop kapmalarını kolaylaştırmıştı. Seksen kızdan kırk beşi aynı zamanda yatağa düştü. Böylece sınıflar parçalandı, disiplin gevşedi. Sağlık durumları iyi olan bir avuç kıza şimdi hemen hemen sınırsız bir özgürlük tanınmıştı; çünkü doktor açık havanın, sürekli hareketin çok gerekli olduğunda diretiyordu. Zaten çocuklarla ilgilenip meşgul olmaya kimsenin zamanı yoktu ki! Miss Temple kendini tümden hastalara vermişti.Koğuştan dışarıya ancak geceden geceye, birkaç saat dinlenebilmek için çıkıyordu.Kendilerini bu mikrop yuvasından çekip alabilecek akrabaları, yakınları bulunan talihli
kızların eşyalarının hazırlanması da öğretmenlerin çoğu vaktini alıyordu. Birçok kız,hastalıkları iyice ilerlemiş olduğu için evlerine ancak ölmek üzere gidiyorlardı. Birçokları okulda ölüyor, sessiz, sedasız, çabucak gömülüyorlardı. Çünkü tifüsten ölenleri bekletmeye gelmiyordu.
İşte böyle... Hastalık, felaket Lowood'un içine yerleşmiş, ölüm vefalı bir konuk olup çıkmıştı. Lowood'un çatısının altında karamsarlık, korku kol gezer, odalarda, koridorlarda hastane kokuları buram buram tüter, şuruplarla haplar ölümün amansız akışını yenmeye boş yere çalışırken, dışarıda, o göz alan dağlarla o güzelim ormanların üzerinde mayıs ayının bulutsuz güneşi parıl parıl parlıyordu. Lowood bahçesi de çiçeklerle ışıl ışıl yanıyordu.Hatmiler ağaç boyu yükselmiş, zambaklar, laleler, güller açmıştı. Öbeklerin çevreleri pembe,kırmızı yapraklı, katmerli papatyalarla şenlenmişti. Nesrin güllerinden sabah akşam havaya elma kokusu gibi, baharat kokusu gibi hoş bir koku yayılıyordu. Yazık ki bu tatlı kokulu,rengârenk güzellikler Lowood'dakilerden çoğunun işine yaramıyordu. Ara sıra, küçük bir tabutun üzerini süslemek üzere bir demet oluşturuyorlardı, o kadar.Ama, ben de, sağlıklı olan arkadaşlarım da manzaranın, mevsimin bütün güzelliklerinin tadını doya doya çıkarıyorduk. Sabahtan akşama değin,salıveriyorlardı bizi dışarı.
Çingeneler gibi başıboş, ormanda geziyorduk. Dilediğimizi yapıyor, gözümüzün baktığı her yere gidiyorduk.Yaşam koşullarımız da düzelmişti. Mr. Brocklehurst' le ailesi artık Lowood'un semtine uğramadığı için hesaplar pek öyle ince ince gözden geçmiyordu. Hastalık korkusu o asık suratlı, sert kâhya kadını da uzaklaştırmıştı. Lowton Dispanseri'nin başhemşiresi onun
yerine geçmiş, yaşantımıza daha bir bolluk getirmişti. Zaten doyurulacak insan sayısı da azalmıştı. Hastalar çok az yemek yediği için kahvaltı taslarımız artık hep dolu geliyordu.
Çoğu zaman olduğu gibi, doğru dürüst yemek hazırlamaya vakit bulamayınca yeni kâhya bize ya büyük bir dilim börek ya da kalın bir dilim ekmekle peynir veriyordu. Biz de bunları alıp ormana gidiyorduk. Hepimizin en çok sevdiği köşelerimiz vardı, buralara çekiliyor, tıka basa karnımızı doyuruyorduk.
Benim en sevdiğim yer, derenin suları arasından bembeyaz, kupkuru yükselen düzgün,geniş bir kayaydı. Buraya ancak, yalınayak suların içinden yürüyerek ulaşabiliyordum. Kaya tam benimle bir kişiyi daha rahatça oturtacak büyüklükteydi. O sırada benim en yakın arkadaşım, Mary Ann Wilson adında zeki, uyanık, keskin görüşlü bir kızdı. Değişik fikirli,esprili bir kız olduğu için, bir de yanında rahat ettiğim için onun arkadaşlığını seviyordum.
Benden birkaç yaş büyük olduğu için bilgiliydi de; görüp geçirdiği şeyler üstüne anlattıklarını dinlemek hoşuma gidiyordu. Merak ettiğim birçok şeyi ona sorupöğreniyordum. O da benim kusurlarımı hoş görüyor, dilediğim gibi konuşmama izin
veriyordu. O, öykü anlatmak konusunda doğuştan yetenekliydi, benim de her şeyi incelemek isteyen bir kafam vardı. O bildiklerini öğretmeyi seviyordu, ben de soru sormayı. Bu yüzden,pek güzel geçiniyor, konuşmalarımızdan büyük bir yarar sağlamasak bile büyük zevk alıyorduk.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
Roman d'amourJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...