“Evet, efendim. Ailenin çok eski bir emektarı.”
Efendim düşündü. Sonra, “Ne zaman gitmek istiyorsun?” diye sordu.
“Yarın sabah erkenden.”
“Peki, ama para istersin. Parasız yola çıkamazsın ki! Elinde de pek bir para olduğunu sanmıyorum. Daha aylığını vermedim çünkü.” Gülümsedi. “Şu anda kaç paran var, Jane?”
Çantamı çıkardım; pek cılız bir şeydi bu. “Beş şilinim var, efendim.”
Efendim, para çantamı alıp avucuna boşalttı, paranın azlığı karşısında güldü. Sonra cüzdanını çıkardı, bana bir kâğıt para uzatarak, “Al,” dedi.
Bu bir elli sterlindi. Onunsa bana ancak on beş sterlin borcu vardı. Bozuk param olmadığı için üstünü veremeyeceğimi söyledim.
“Paranın üstünü istemiyorum senden; bunu sen de biliyorsun,” dedi. “Senin hakkın bu.”
Aylığımdan fazlasını alamayacağımı söyledim. Önce surat astı; sonra, aklına bir şey gelmiş gibi, “Doğru, pek doğru!” dedi. “Şu sırada eline fazla para vermemem daha iyi. Elinde
elli sterlinin olursa belki üç ay kalırsın. Al sana bir onluk. Çok para değil mi bu?”
“Evet, efendim. Şimdi siz bana beş sterlin borçlusunuz.”
“Dönünce alırsın. Ben şimdi senin bankan sayılırım. Senin de bankada kırk sterlinin var.”
“Mr. Rochester, hazır elime fırsat geçmişken size bir başka iş konusundan da söz etmek
istiyorum.”
“İş konusu mu? Merak ettim... Anlat.”
“Efendim, bana yakında evlenmek üzere olduğunuzu az çok kesin olarak bildirdiniz. Değil mi?”
“Evet. Ne olmuş?”
“Siz evlenince Adela yatılı okula gitmeli, efendim. Bunun gerekli olduğunu siz de
görüyorsunuzdur.”
“Yani Adela, karımın ayağına dolaşmamalı, yoksa karım onu çiğneyip geçer... Öyle değil
mi? Mantıklı bir fikir. Hiç kuşkusuz, Adela yatılı okula gitmeli, sen de... Cehennemin dibine, öyle mi?”
“Hiç sanmam, efendim. Ama kendime başka bir iş aramam şart.”
Efendim hem garip, hem de gülünç bir tavırla, “Elbet!” dedi. Uzun uzun yüzüme baktı.
Sonra, “Mrs. Reed’ le kızlarından sana yeni bir yer bulmalarını rica edeceksin, öyle mi?” diye sordu.
“Hayır, efendim. Akrabalarımla aramda bu derece bir yakınlık yok ki onlardan böyle bir ricada bulunabileyim. Gazeteye ilan veririm.”
O, “Halt edersin!” diye homurdandı. “Hele böyle bir şey yapmaya kalkış, gösteririm ben sana! Tüh, on sterlin yerine tek bir altın verseymişim keşke senin eline! Kuzum, Jane, dokuz
sterlini geri ver bana. İhtiyacım var bu paraya.”
“Benim de öyle!” diyerek ellerimle para çantamı arkama sakladım. “Dünyada geri veremem paranızı.”
“Cimri seni! Üç kuruşu benden üstün tutuyorsun. Hiç olmazsa beş sterlinimi geri ver.”
“Beş sterlin değil, beş şilin bile vermem. Beş sent bile vermem.”
“Öyleyse parayı uzat bir göreyim.”
“Yok efendim, güvenemem size.”
“Jane!”
“Efendim.”
“Bir tek söz ver bana.”
“Tutabileceğim her sözü vermeye hazırım, efendim.”
“İlan vermeyeceğine, yeni bir iş bulmak sorununu bana bırakacağına söz ver. Zamanı gelince ben sana yeni bir iş bulurum.”
“Seve seve söz veriyorum, efendim. Yalnız siz de bana söz verin: Gelin hanım bu eve girmeden ben de, Adela da buradan uzaklaşmış olacağız.”
“Peki, peki! Söz veriyorum... Şimdi, sen yarın gidiyorsun, öyle mi?”
“Evet, efendim, erkenden.”
“Akşam yemeğinden sonra salona gelecek misin?”
“Hayır, efendim. Yol hazırlığı yapacağım.”
“Öyleyse şimdi vedalaşıyoruz, öyle değil mi?”
“Öyle olsa gerek.”
“İnsanlar birbirleriyle nasıl vedalaşır, Jane? Nasıl yapılır bu tören? Öğret bana. Pek bilmem çünkü.”
“Birbirlerine, hoşça kal, güle güle, derler, efendim... Ya da beğendikleri başka bir veda sözcüğü seçerler.”
“Söyle, öyleyse.”
“Şimdilik hoşça kalın, Mr. Rochester.”
“Peki, ben ne diyorum?”
“Güle güle diyorsunuz, efendim.”
“Şimdilik güle güle, Miss Eyre... Bu kadarcık mı?”
“Evet.”
“Bana göre pek soğuk, pek kuru, pek resmî böyle vedalaşmak. Ben daha başka bir şeyler arıyorum. Bu törene daha bir şeyler katmak. Sözgelimi tokalaşsak... Ama bu da yetmez. Jane,
yani sen, hoşça kal, demekle yetiniyorsun, öyle mi?”
“Bence bu yeter, efendim. Yürekten gelen tek bir sözcükle de insan birçok söz söylemiş kadar dostluk belirtebilir.”
“Olabilir. Ama pek bomboş, soğuk bir laf... Hoşça kal!”
İçimden, “Daha kaç zaman duracak, böyle, sırtını o kapıya dayamış olarak? Ben gidip bavulumu hazırlamak istiyorum,” diyordum ki akşam yemeğini haber veren çıngırak çaldı, o da birden, tek bir söz söylemeden döndü, gitti. O gece onu bir daha görmedim; ertesi sabah
da o daha kalkmadan biz yola çıktık.
Gateshead Konağı’nın müştemilatına, mayısın ilk gününde, ikindi üzeri saat beşte ulaştım. Önce oraya girdim. İçerisi mum gibi düzenli, tertemizdi. Pencerelere beyaz perdeler
asılmıştı. Yerler lekesizdi; ocağın önündeki demir ızgara, uzun maşa pırıl pırıl cilalıydı; ocakta da dumansız, gür bir ateş yanıyordu. Bessie ocak başına oturmuş, en küçük yavrusunu emzirmekteydi. Küçük Robert’la küçük Jane de bir köşede sessizce oynamaktaydılar.
Ben içeri girince Bessie, “Tanrı senden razı olsun!” dedi. “Geleceğini biliyordum zaten.”
Onu öperek, “Elbet, Bessie,” dedim. “Çok geç kalmadık ya? Mrs. Reed nasıl? Umarım sağdır?”
“Evet, sağ. Aklı da biraz daha başında, şükürler olsun. Doktor onun daha bir-iki hafta dayanabileceğini söylüyor ama sonunda kurtulabileceğinden hiç umudu yok.”
“Bugünlerde hiç benden söz etti mi?”
“Daha bu sabah seni anıyor, ‘Gelse,’ deyip duruyordu. Şimdi uyuyor... Daha doğrusu on dakika önce, ben konaktayken uykudaydı. Çoğu günler öğleden sonraları üzerine bir uyuşukluk geliyor; ancak altıda, yedide uyanıyor. İstersen biraz dinlen burada, Küçükhanım.
Sonra gideriz.”
Robert gelmişti. Bessie uyuyan çocuğunu beşiğe yatırarak gidip kocasını karşıladı. Sonra
ille orada kalıp çay içeyim diye üsteledi. Solgun, bitkin göründüğümü söylüyordu. Onun önerisini sevinerek kabul ettim; beni çocukken soyduğu gibi şimdi de pelerinimi, şapkamı
almasına hiç sesimi çıkarmadım. Onun hamarat hamarat ortalıkta dolaşmasını seyrettikçe
eski günler aklıma geliyordu. Çay masasını en iyi porselen takımıyla kuruyor, ekmek dilimleyip kızartıyor, arada da, çocuklarını eskiden bana yaptığı gibi, hafifçe tokatlayıp iterek
yola getiriyordu. Belli ki Bessie’nin tez canlılığıyla güzelliği kadar o çabucak parlayan öfkesi de hâlâ yerli yerindeydi!
Çay hazırlanınca kalkıp masa başına geçmek istedim. Bessie hep o eski dadı haliyle beni,
“Otur oturduğun yerde!” diye payladı. Çayımı ocak başında içecekmişim! Önüme yuvarlak bir sehpa üzerinde çayımla kızarmış ekmeğimi verdi. Tıpkı eski günlerde, çocuk odasında
beni mutfaktan çalınmış çörek börekle beslediği gibi! Ben de gülümsedim ve gene tıpkı eski
günlerdeki gibi ona boyun eğdim. Bessie, Thornfield’de mutlu olup olmadığımı, evin hanımının nasıl bir insan olduğunu sordu. Evde yalnız beyefendi bulunduğunu söylediğim
zaman da, “İyi bir bey mi bu adam? Kendisinden hoşnut musun?” diye öğrenmek istedi. Ben de evin beyinin, hayli çirkinse de, tam bir beyefendi olduğunu, bana karşı nazik
davrandığını, yaşantımdan hoşnut olduğumu anlattım. Sonra ona son günlerde konakta kalmakta olan kibar konukları, aralarında düzenledikleri eğlenceleri anlatmaya başladım.
Bunları Bessie merakla dinliyordu, tam onun zevkine göre şeylerdi.
Bu konuşmalar arasında bir saat geçip gitmişti. Bessie bana pelerinimi, şapkamı yeniden giydirdi, birlikte dışarı çıkıp konağa doğru yürüdük. Ondan hemen hemen dokuz yıl önce,
şimdi çıktığımız şu yokuşu indiğim zaman da Bessie ile birlikte olduğumu anımsıyordum.
Karanlık, sisli, soğuk bir ocak sabahı, beni barındırmak istemeyen bu evden, yüreğim acı, kin dolu, sürgüne gider gibi ayrılmıştım. Ta uzaklardaki, bilmediğim bir yere, Lowood’un soğuk koynuna atılmıştım... İşte şu anda, karşımda gene o beni istemeyen evin çatısı yükseliyordu, burada nasıl karşılanacağım henüz belirsizdi, içim hâlâ acı duygularla doluydu. Kendimi hâlâ yeryüzünde yersiz yurtsuz hissediyordum. Yalnız, bütün bunlara karşın, şimdi kendime olan
güvenim çok daha gelişmişti, herhangi bir düşmanlıkla karşılaşmak olasılığı beni artık
içimden yıkmıyordu. Uğradığım haksızlıkların açtığı o kanayan yaralar da kapanmış, içimden
fışkıran öfke, hınç alevleri sönmüştü.
Bessie önüme düşüp konağa girerken, “Önce sabah salonuna gideceksin, Miss Jane,” dedi.
“Küçükhanımlar orada olacaklar.”
Biraz sonra kendimi salonda buldum. Her şey, bütün eşyalar, Mr. Brocklehurst’ün ilk karşısına çıktığım zamanki gibiydi. Şöminenin önünde bile hâlâ aynı halı serili duruyordu.
Kitap raflarına doğru bakınca Bewick’in History of British Birds adlı iki ciltlik kitabının üçüncü raftaki eski yerinde durduğunu, Gulliver’in Seyahatleri ile Binbir Gece Masalları’nın da hemen onun üstünde olduğunu seçer gibi oldum. Cansız şeyler olduğu gibi duruyordu;
yalnız canlılar tanınmayacak kadar değişmişti.
Karşımda iki genç hanım vardı şimdi. Bunlardan biri uzun boyluydu... Hemen hemen Blanch Ingram’ın boyunda vardı, ama iyice de zayıftı; soluk benizli, sert, soğuk tavırlı. Bir
rahibe havası seziliyordu üzerinde. Düz, dar etekli, kolalanmış beyaz yakalı elbisesinin aşırı yalınlığı, sımsıkı arkaya taranmış olan saçlarının düzlüğü, göğsüne astığı ucu haçlı, kara boncuk kolyenin dinsel görüntüsü bu havayı daha da vurguluyordu. Gerçi bu upuzun, kara kuru kadınla eskiden tanıdığım çocuk arasında hiçbir benzerlik yoktu; ama bunun Eliza olduğunda karar kıldım. Ötekinin de Georgiana olduğu kuşku kaldırmazdı; ne var ki, benim
aklımda kalan Georgiana... On bir yaşındaki o tüy gibi, peri gibi kız çocuğu değil! Bu, sonuna kadar açmış iri gülleri andıran, etine dolgun bir tazeydi! Yapma bebekler gibi sarışın,
güzel çizgili, baygın mavi gözlü, sarı bukleli. Onun sırtındaki elbisenin rengi de siyahtı,
yalnız tarzı ablasınınkinden öyle değişik, öylesine yumuşak, daha biçimliydi ki, ablasını
rahibeye benzeten karalar ona tam bir salon kadını havası veriyordu. Kız kardeşlerin ikisinde de analarından almış oldukları taraflar vardı. Kara kuru Eliza’da annesinin bal rengi
gözleri; yuvarlak yapılı pembe-beyaz Georgiana’da da annesinin çenesi, avurt çizgileri.
Annesininkine göre belki biraz daha yumuşaktı onun çenesi, gene de o yuvarlacık, yumuşacık yüzüne anlatılmaz bir katılık veriyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
RomanceJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...