17.2

14 1 0
                                    

Blanche Ingram da ona alaycı bir edayla bakmış, “A! Kukla sanki!” demişti.Lady Lynn, “Mr. Rochester’ın korumasındaki çocuk olsa gerek bu,” demişti.
“Hani bizeanlattığı şu küçük Fransız kızı.”
Mrs. Dent sevecenlikle çocuğun elinden tutmuş, yanağına bir öpücük kondurmuştu.Amy ile Louisa Eshton aynı anda,
“Ah, ne şirin şey!” diye bağırmışlar, kızı bir kanepeye alıportalarına oturtmuşlardı. Adela da şimdi orada, ikisinin arasında, Fransızca ya da o yarımİngilizcesiyle cıvıldayıp duruyor, yalnızca Eshton kız kardeşleri değil, Lady Lynn’le Mrs.
Eshton’u da oyalayarak tam gönlünün dilediğince şımartılıyordu.Derken, kahveler geliyor, yemek odasında şarap içmekte olan beyler salona çağırılıyor.Ben loş bir köşede (bu gündüz gibi aydınlanmış odada loşluk diye bir şey yok ya!), perdenin
kıvrımlarıyla yarı gizlenmiş olarak oturmaktayım. Kemerin perdeleri gene açılıyor: Beylergöründü. Hanımlar gibi beylerin de böyle toplu manzarası insanı bir hoş ediyor doğrusu.Hepsi de siyahlar giyinmiş. Çoğu uzun boylu, hayli genç. Henry ile Frederick Lynn gerçektende parlak, filinta gibi delikanlılar; Albay Dent de göz dolduran asker tavırlı, mert bir erkek.Bölge Yargıcı Mr. Eshton tam bir beyefendi. Saçları bembeyaz, ama kaşları, bıyıkları hâlâsimsiyah. Bu da ona tiyatrolarda olgun soylu rollerine çıkan oyuncuların havasını veriyor.
Genç Lord Ingram da kız kardeşleri gibi servi yapılı, onlar gibi yakışıklı; ne var ki Mary gibicansız, uyuşuk, ilgisiz bir genç.Ya efendim nerede? İşte, en arkadan geliyor. Kemerden yana bakıyor değilim, ama gene
de görüyorum içeri girdiğini. Dikkatimi elimdeki tığlara, ördüğüm ağ çantaya vermek içinçabalıyorum. İstiyorum ki salt elimdeki işi düşüneyim. Kucağımdaki gümüşi boncuklarlaipek ipliklerden başka bir şey görmesin gözüm. Neyleyim ki yalnız, apaçık onu görüyorum;
ister istemez onunla son görüşmemiz aklıma geliyor. Ona çok değer verdiği bir hizmettebulunmuştum, o da elimi elinin içinde hapsederek gönlünün dolmuş, taşmak üzere
olduğunu belli eden gözlerle yüzüme bakmıştı, yüreğini dolduran duygularda benim depayım olduğunu sezdirtmişti. O anda ona ne kadar yakındım. Bu arada durumlarımızı değiştirecek ne olmuştu ki şimdi böylesine uzak, böylesine yabancıydık birbirimize? O kadar yabancı ki şu sırada onun gelip benimle konuşmasını beklemiyordum bile! Benden yana birkez bile bakmadan karşı köşeye oturmasını, oradaki hanımlarla konuşmaya başlamasını dahiç yadırgamadım. Dikkatini o hanımlara verdiğini, baksam da farkına varmayacağını anlaranlamaz, gözlerim, elimde olmadan, onun yüzüne gitti. Gözlerimi yönetemez oldum.Kirpiklerim ille kalkmakta, gözbebeklerim karşıdan ona saplanmakta direniyordu. Bakıyor, bakmaktan da derin bir kıvanç duyuyordum. Keskin gene de içimi buran bir duyguydu bu.Bir altın ki ucu sipsivri çelik. Öyle bir zevk ki susuzluktan ölmek üzere olan bir adamın son gücüyle ulaştığı kuyunun ağulu olduğunu bile bile gene de suyundan doyasıya, minnetle
içmesi gibi bir şey.
Tevekkeli değil, “Gönül kimi severse güzel odur,” dememişler! Efendimin o soluk, esmerrengi, dört köşe, çıkık alnı, gür kara kaşları, derinden bakan gözleri, kayadan yontulmuşu
andırır çizgileri, o sert, gülmez dudakları –salt azim, karar, irade gücü belirten bu yüz–güzellik kurallarına göre hiç de güzel sayılmazdı, ama benim gözümde güzelden de üstündü.Beni tümüyle sarıp egemenliği altına alan bir etkisi, bir büyüsü vardı ki duygularımı
irademin elinden alıyor, kendi kudretine tutsak ediyordu. Hiç istememiştim onu sevmeyi;
yüreğimdeki aşk tohumlarını görür görmez söküp atmak için çok çalışmıştım... Okurum bunu biliyor. Ama şimdi, onu yeniden gördüğüm şu ilk anda gönlümdeki tohumlar
canlanıvermiş, yemyeşil, dipdiri filiz sürmüştü. Efendim, yüzüme bile bakmadan kendisinisevmeye zorluyordu beni.Onu konuklarıyla ölçmeye başladım. Tam birer salon adamı olan Lynn’lerin neşesi, kibarlığı, Lord Ingram’ın ruhsuz zarifliği, hatta Albay Dent’in seçkin asker mertliği kaç paraederdi efendimin Tanrı vergisi bir kudret, canlılık, özgürlük yansıtan tavırları yanında?Salondaki öteki erkeklerin tipleri, ifadeleri, tavırları bana hiçbir şey söylemiyordu. Oysaçoğunluğun onları yakışıklı, çekici, kerli ferli kişiler olarak göreceği, Mr.Rochester’ı da haşin,yüzü gülmez bulacağı belliydi. Öteki erkeklerin gülümsediğini, kahkahalarla güldüğünü görüyordum. Bir hiçti bu benim gözümde! Bir mumun ışığında bile onların gülüşündendaha çok ruh bulunabilirdi. Bir çıngırak sesi onların kahkahalarından daha anlamlıydı. Ama efendimin güldüğünü bir görmeyeyim: Yüzünün o sert çizgileri yumuşak, gözleri hem
parlak, hem derin, bakışları hem keskin, hem tatlı olup çıkıyordu. Şu anda Louisa ve Amyile konuşmaktaydı. Benim ruhumu delip geçen o bakışları onların böyle serinkanlılıkla karşılamalarına şaştım. Ben onların bu bakışlar karşısında kızarıp bozaracaklarını, gözleriniyere indireceklerini sanırdım. Öte yandan, onların böyle hiç etkilenmeyişlerine seviniyordum da. “Benim gözümle görmüyorlar onu,” diye düşünüyordum. “Onlardan birideğil o, bana benziyor, bundan eminim. Ona ruhça yakın, tanıdık buluyorum kendimi.Yüzünün, davranışının dilinden ben anlıyorum. Aile, servet durumlarımız bizi birbirimizdendünyalar kadar ayırıyorsa da, benim gönlümde, kafamda, kanımda, sinirlerimin özünde benionunla kaynaştıran bir şeyler var. Birkaç gün önce, aramızdaki tek bağlantının ondan aldığımmaaş olduğunu düşünen ben miydim? Onu ancak işverenim olarak görmekten başka birdüşünceyi kendi kendime ben mi yasakladım? Doğayı yadsımak sayılır bu! İçimde ne kadariyi, has, güçlü duygu varsa kendiliğinden onun çevresinde toplanıyor. Biliyorum, duygularımı
gizlemem zorunlu; umutlarımı kırmak, onun beni önemsemeyeceğini mimlemek zorundayım; çünkü “ona benziyorum” dediysem bu, bende de onun gibi etkileyici kudret,büyüleyici kişilik var, anlamına gelmez. Yalnız, “Onunla ortaklaşa kimi değer ölçülerimiz ve duygularımız var,” demek istiyorum. Kısacası, onunla ömür boyu ayrı kalmak zorunda
olduğumuzu, kendi kendime durmadan yinelemeliyim. Ama soluk aldığım, düşünüphissettiğim sürece onu sevmemek de elimde değil.
Kahveler dağıtılıyor... Beyler salona gireli beri hanımlar tarlakuşu gibi şakraklaştılar.Konuşmalar neşeli, hızlı gidiyor. Albay Dent’le Mr. Eshton siyasetten konuşurlarken eşleri
onlara kulak veriyor. Burnu havada iki soylu hanım –Lady Lynn’le Lady Ingram– baş başahoşbeş etmekteler. Sir George (sahi onu anlatmayı unutmuşum) iriyarı, çok dinç görünen bir taşra soylusu. Elinde kahve fincanı, bu iki hanımın önünde, ayakta duruyor, arada bir
laflarına karışıyor. Frederick Lynn, Mary Ingram’ın yanına oturmuş, nefis bir kitaptaki resimleri gösteriyor. Mary resimlere bakıp arada gülümsüyor, ama hemen hemen hiç
konuşmuyor. Uzun boylu, durgun tavırlı Lord Ingram kollarını kavuşturarak o ufacık tefecik,
cıvıl cıvıl Amy Eshton’un oturduğu koltuğun arkasına yaslanmış. Amy başını kaldırıpkaldırıp ona bakıyor, serçe gibi şakıyıp duruyor. Onun da Lord Ingram’ı Mr. Rochester’dan
daha çok beğendiği belli. Henry Lynn, Louisa’nın ayakları dibindeki bir pufa çöreklenmiş.Adela da onun yanında. Henry Adela’yla Fransızca konuşmaya çabalıyor, Louisa da onun yanlışlarıyla alay ediyor. Acaba Blanche’a kim kavalyelik edecek? O bir masa başında tekbaşına, pek zarif bir duruşla bir resim albümünün üzerine eğilmiş. Peşinden gelinsin diyebekler gibi bir hali var, ama pek fazla da beklemeye sabrı yok. Kendi eşini kendisi seçiyor.
Mr. Rochester, Eshton’ların yanından ayrıldı, şöminenin başında, tıpkı Blanche gibi tekbaşına durmakta. Blanche şöminenin öbür yanına yaslanarak onun karşısına geçiyor.
“Mr. Rochester, benim bildiğim siz çocuk sevmezdiniz?”
“Sevmem ya!”
“Öyleyse şu küçük kuklayı,” Adela’yı gösterdi, “kanadınızın altına almak nerden aklınızageldi? Nereden buldunuz onu, kuzum?”
“Ben bulmadım... Başıma kaldı.”
“Yatılı okula gönderseydiniz bari.”
“Bütçem elvermiyor. Yatılı okullar ateş pahası.”
“Haydi canım... Sanki mürebbiye tutmadınız mı ona? Demin yanında öyle birisi vardı...Gitti mi? Yo, işte orada hâlâ... Perdenin arkasında. Ona maaş veriyorsunuz elbet. Bence bu
daha pahalıya gelir; çünkü üstelik yemeleri, içmeleri, barınmaları da sizin üzerinizde.”
Böylece benim lafım edilince efendimin bana bakacağından ürkmüştüm (yoksa bunuummuş muydum?); elimde olmayarak gölgelere biraz daha sığındım, ama o benden yanabakmadı bile. Gözlerini tam karşısına dikmiş, umursamazlıkla,
“Üzerinde hiç düşünmedim,”diyordu.
“Elbette! Siz erkekler işin tutumluluk, akıl yanını ne zaman düşünürsünüz ki!Mürebbiye konusunda annem konuşsun da dinleyin. Mary ile ben küçüklüğümüzde belkion-on iki mürebbiye eskittik. Yarısı iğrenç, obur, yarısı gülünç, topu da baş belası asalaklardı.Öyle değil mi, anne?”
“Bir şey mi dedin, canımın içi?”
Lady Ingram’ın gözünün nuru demin söylediklerini yineledi.
“Biriciğim, mürebbiye adını anma bana! Lafı bile sinirime dokunuyor, inan! Onlarınyetersizliği, kaprisleri yüzünden ömrüm çürüdü, nerdeyse! Tanrıya şükür, onlarla bir işim
kalmadı artık.”
Mrs. Dent onun kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Onun lanetlediği cinsten birininsalonda bulunduğunu belirtmiş olacak ki Lady Hazretleri, “Tant pis!”54 dedi.
“Ders olsunona!” Sonra daha yavaş olarak gene de benim duyabileceğim bir sesle ekledi: “Gördüm onu:
Ben insan sarrafıyımdır. Onun yüzünde de o takımın bütün kusurları okunuyor.”
Efendim yüksek sesle, “Neymiş bu kusurlar, hanımefendi?” diye sordu.
Lady Ingram türbanını üç kez, kâhinler gibi gizemle sallayarak, “Bunu size sonra gizliolarak söylerim,” dedi.
“O zamana kadar benim merakım geçmiş olur. Şimdi yanıt istiyor merakım.”
“Blanche’a sorun. O size daha yakın.”
“Aman, bu işi bana yükleme, anne! Mürebbiye takımı için söylenecek tek bir sözüm var:Hepsi Tanrı’nın cezası! Ama, sakın sanmayın ki ben onların elinden çok çektim. Daha ilk
baştan beri, onlara soluk aldırtmamaya çalışmışımdır. Bizim, Theodore’la Miss Wilson’lara,
Grey’ lere, Madam Joubert’lere oynamadığımız oyun mu kalmıştı? Mary oldum olası çoktembel olduğu için bu oyunların tadını çıkarıp hakkını veremezdi. En eğlencelisi MadamJoubert’ti. Miss Wilson zavallı, marazlı bir şeydi; sulu gözlü ödleğin biri; yani, kısacası,onunla didişip yenmeye bile değmezdi. Mrs. Grey’se kaba ve ruhsuzdu; ne yapsa etkinlemez! Ama, zavallı Madam Joubert’in, onu çılgına çevirdiğimiz zaman nasıl kıyametleri kopardığı hâlâ gözlerimin önündedir. Çayımızı döker, tereyağlı ekmeğimiziufalar, kitaplarımızı tavana fırlatırdık. Cetvellerimizi sıralara çarparak, maşayı şömine demirlerinin üstünde tangırdatarak çalgı çalardık. Theodore, o eğlenceli günlerimizi anımsarmısın?”
Lord Ingram ağır ağır konuşup, sözlerini çekip uzatarak, “Elbetteee anımsıyorum,” dedi
“Zavallı çalı süpürgesi! ‘Ah sizler, kötü çocuklar,’ diye haykırırdı. O zaman biz de ona, ‘Senkara cahilliğinle bizim gibi zekâ küplerine ders öğretmeye nasıl cüret edebiliyorsun,’ diyekonferans geçerdik.”
“Hem de nasıl! Sonra, Tedo, anımsıyor musun, hani senin Mr. Vining diye irin suratlı bir özel öğretmenin vardı... Şu papaz bozuntusu dediğimiz, Miss Wilson’la o maskara, hadlerinibilmeden, âşık olmuşlardı birbirlerine. Daha doğrusu bize öyle geldiydi; çünkü göz süzüpbakışmalarını, iç çekmelerini falan aşk olarak yorumluyorduk. Bunu tüm dünyayayaymaktan da geri kalmadık. Bu konuyu bir manivela gibi kullanarak evin içinde bize ağırlıkveren o iki yükü alaşağı ediverdik. Anneciğimiz durumu sezer sezmez uygunsuz olaraknitelendirdi. Öyle değil mi, validem?”
“Elbet öyle, en güzelim! Yerden göğe kadar da haklıydım; bunu bilesin. İyi yönetilen birevde mürebbiyelerle özel erkek öğretmenler arasında bir anlaşma olmasına dünyada olanak
sağlanamaz. Bunun yüzlerce nedeni vardır. Birinci...”
“Güzel anneciğim, bize acı da sayıp dökme bu nedenleri, inanın hepimiz ezberebiliyoruz: Masum çocuklara örnek olur; akılların dağılıp görevlerin savsaklanmasına yol
açar; anlaşma olarak başlayan şey karşılıklı dayanışmaya dönüşürse burunlar büyür, işverenekarşı küstahlık doğar; işin ucu kazan kaldırmaya, kıyametler kopmasına kadar dayanır.Ingram Park Baronesi Ingram, doğru söyledim mi?”

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin