“Ya, siz, efendim? Sakin misiniz, mutlu musunuz?”
“Sakin değilim, ama mutluyum... İliklerime kadar.” Mutluluğunu görebilmek için yüzüne baktım... Yüzü kızarmıştı, heyecanlaydı. “İçini dök bana, Jane,” dedi. “Kafanı kurcalayan ne varsa benimle paylaşarak boşalt. Nedir seni korkutan? Benim iyi bir koca olamayacağımdan mı kaygılanıyorsun?”
“Aklımın ucundan bile geçmiyor bu.”
“Girmek üzere olduğun yeni çevreler... Başlayan yeni hayat mı ürkütüyor seni yoksa?”
“Yo!”
“Beni şaşırtıyorsun, Jane. Senin şu üzgünlüğünü anlayamıyorum... Ben de üzülüyorum. Anlat her şeyi bana.”
“Öyleyse, dinleyin, efendim. Dün gece siz evde yoktunuz ya?”
“Yoktum, biliyorum bunu. Biraz önce de benim yokluğumda bir şeyler olduğunu çıtlatır gibi yaptın. Önemli bir şey olmasına pek yol yok, ama kısacası... Tedirgin etmiş seni. Anlat
bakalım... Mrs. Fairfax bir şeyler dedi galiba... Yoksa, hizmetçilerin bir lafı falan mı kulağına geldi? Gururun mu zedelendi?”
“Hayır, efendim,” dedim. Bu sırada saat on ikiyi vuruyordu. Odadaki saatin gümüş sesiyle sarkaçlı saatin o boğuk, yankılı sesi kesilinceye kadar bekledim, sonra anlatmaya koyuldum:
“Dün bütün gün işim başımdan aşkındı. Canla başla, ferah gönülle çalışıyor, bu sonsuz telaştan büyük zevk alıyordum. Sizin dediğiniz gibi, gireceğim yeni çevrenin bana ürküntü falan verdiği yoktu; tersine, ömrümü sizinle birlikte geçirebilme fırsatı bence harikulade bir
şeydi; çünkü sizi seviyorum... Hayır, efendim, dokunmayın şimdi bana, bırakın anlatayım... Dün geleceğe güvenim vardı, olayların sizin için de, benim için de iyi bir yönde geliştiğine inanıyordum.
“Hatırlarsınız, hava güzeldi. Ne yağmur, ne de rüzgâr olmadığı için, sizin yolculuğunuz rahat geçmeyecek diye bir kaygım da yoktu. Çaydan sonra, biraz evin önünde dolaştım, sizi düşündüm. Hayalimde bana o kadar yakındınız ki gerçek varlığınızı pek aramıyordum bile. Beni bekleyen yaşantının şimdiye kadar sürdüğümden daha coşkulu, daha geniş ufuklu olacağını düşünüyordum... Çünkü bu sizin yaşantınızdı, efendim; bunun yanında benim yaşayışım denize akan bir dere gibi kalıyordu. Sonra, birtakım düşünürlerin nasıl olup da bu
dünyayı ıssız bir çöle benzettiklerine şaştım. Benim için dünya gül bahçesi gibi donanmıştı.
“Gün batarken gökyüzü bulutlandı, serinlik çıktı, ben de içeri girdim. Sophie terziden yeni gelmiş olan gelinliğimi göstermek için yukarı çağırdı beni. Kutuda, elbisenin altında da armağanınızı buldum: Tam bir sultan savurganlığıyla, Londra’dan ısmarlayıp getirttiğiniz duvak. Mücevher istemedim, diye beni mücevher kadar pahalı bir şeyi kabul etmek zorunda bırakmaya karar vermiş olsanız gerek. Duvağı açarken kendi kendime gülümsüyor, bu ekâbir zevkinizle, halktan aldığınız gelini sultanlar kılığına sokmak için harcadığınız çabalarla nasıl
alay edeceğimi kuruyordum. Şu soylu olmayan kafama örtmek için kendi hazırladığım nakışsız, sade tül örtüyü size getirecektim, kocasına ne çeyiz, ne servet, ne mevki, ne de
güzellik getirmeyen bir gelin için bu duvağın yetip yetmeyeceğini soracaktım. Yüzünüzde
belirecek ifadeyi görür, vereceğiniz alçakgönüllü karşılıkları duyar gibiydim. Sonra, burnunuz bir karış havada, ‘Benim paraya, mevkiye ihtiyacım yok ki para kesesiyle, bir
unvan armasıyla evleneyim!’ diyecektiniz.”
“Beni ne de iyi tanımışsın, büyücü seni!” diye efendim lafımı kesti. “Yalnız, duvakta ne kusur buldun, işlemeli olmasından başka? İçinden bıçak mı, zehir falan mı çıktı ki suratın böyle asık?”
“Hayır... Hayır, efendim... Tülün inceliğinden, şahaneliğinden başka yalnızca Mr. Rochester’ın gururunu buldum, ki bu da beni korkutmadı; çünkü alışkınım ne de olsa. Her
neyse, karanlık bastıkça rüzgâr hızlanıyordu. Dün gece böyle, bu geceki gibi korkunç, hırıltılı
değil de, ozanın dediği gibi ‘somurtkan bir inilti’yle esiyordu. Daha tüyler ürpertici bir sesi
vardı. Ben de sizin yokluğunuzu iyice duymaya başlamıştım. Buraya geldim, boş koltuğunuzu, ateşi küllenmiş şömineyi görünce içim ürperdi. Yattıktan sonra da bir süre
uyuyamadım. Hızını gittikçe artıran fırtına arasında birtakım boğuk, acı sesler kulağıma gelir gibiydi. Evden mi, dışarıdan mı geldiğini bilemiyordum. Rüzgâr ne zaman aralık verse bu ne olduğu belirsiz acı ses yeniden duyuluyordu. En sonunda, bunun uzaktan uzağa
uluyan bir köpek olduğunda karar kıldım. Derken ses kesildi, sevindim.
“Uykuya dalınca rüyalarımda da karanlık, fırtınalı geceler gördüm. Uykumun arasında bile sizinle olmak istiyor, aramızda bizi ayıran bir engel varmış gibi tuhaf bir üzüntü
duyuyordum. İlk uykum sırasında bilmediğim bir yolun dolambaçlarında dolaştım durdum.
Kopkoyu bir karanlık içinde, şakır şakır bir yağmur altındaydım, kucağımda da bana emanet
edilmiş küçük bir çocuk vardı. Daha yürüyemeyen ufacık, zayıf bir şey. Benim buz kesmiş kollarımda o da titriyor, acı acı ağlıyordu. İçimde sanki siz benim çok önümden yola
çıkmışsınız da bu yolda çok ilerideymişsiniz gibi bir duygu vardı. Size yetişebilmek için içim
içimi yiyordu. Seslenmeye, ‘Beni bekle!’ diye yalvararak bağırmaya çabalıyordum, ama ne
ilerleyebiliyordum ne de sesim çıkıyordu. Bu ara da, bana öyle geliyordu ki siz benden her
an biraz daha uzaklaşıyordunuz.”
“Ama Jane, şimdi ben senin yanındayken bile bu rüyalar sana ürküntü mü veriyor? Ne ürkek şeysin sen! Kuruntuları bırak da mutlu gerçekleri düşün yalnız. Beni sevdiğini söyledin, Janet. Evet, hiç unutmayacağım bunu; sen de yadsıyamazsın artık. Rüyanda sesin
çıkmıyordu belki, ama demin o sözleri söylerken pek güzel çıktı: ‘Ömrümü sizinle birlikte
geçirebilme fırsatı harikulade bir şey; çünkü sizi seviyorum...’ Açıkça işittim bunu; belki biraz fazla ciddi, ama şarkılar kadar tatlı, güzel bir söz. Sen de yadsıyamazsın artık. Beni
seviyor musun, Jane? Bunu bir daha söyle bana.” “Seviyorum, efendim... Seviyorum, bütün varlığımla.”
Bir ara sessiz durduktan sonra, “Pek tuhaf!” diye söylendi. “O sözlerin bıçak gibi saplanmıştı bağrıma. Neden acaba? Söylerken takındığın o ciddi, içten, adeta dindar ifade
yüzünden olsa gerek. Şimdi de bana doğru çevrilmiş olan bakışlarında inanç, vefa, sevginin özü okunuyor. Yanı başımda bir ruhun varlığını duyuyorum sanki. Hadi, Jane, hınzırca bak biraz bana. Pek ustasındır bunda. O vahşi, utangaç, kışkırtıcı gülümseyişlerden birini yarat, benden nefret ettiğini söyle. Alaya al beni, iğnele, kızdır. Ne yaparsan yap, ama böyle duygulandırma beni. Şu sırada hüzünlere boğulmaktansa öfkeleneyim daha iyi.”
“Şu anlatacağımı anlatıp bitirdikten sonra sizi istediğiniz kadar iğneler, kızdırırım. Şimdi beni dinleyin siz.”
“Her şeyi anlattın bitirdin sanıyordum, Jane. Sıkıntılı, üzgün oluşunu rüyalarına bağladığını sanıyordum.” Başımı “hayır” dercesine salladım “Ne, dahası da mı var? Ama önemli bir şey olduğuna taş çatlasa inanmam! İnanmayacağımı sana önceden bildiriyorum. Şimdi anlat bakalım!”
Onun üzerine gelmiş olan huzursuzluk, tutumundaki biraz ürküntülü sabırsızlık beni
şaşırtıyordu gene de, anlatmamı sürdürdüm: “Bir rüya daha gördüm, efendim. Thornfield Malikânesi korkunç bir yıkıntı, baykuş yuvası, yarasa yatağı olmuş. Şu heybetli cepheden yalnızca kabuk gibi bir duvar kalmış... İyice yüksek, sanki üflesen yıkılacak. Ay aydınlığı bir
gecede, duvarın içinde, üzerini ot bürümüş yerlerde dolaşıyorum. Şurada bir şöminenin mermer yıkıntısı, burada bir korniş parçası ayağıma takılıyor. Kucağımda, şallara sarılmış, gene o tanımadığım çocuk... Onun ağırlığı bana engel oluyor, ama kucağımdan bırakamıyorum. Derken, uzaklarda, dolu dizgin koşmaya başlayan bir atın nal şakırtısını duydum. Bunun siz olduğunuzdan, yıllarca kalmak üzere, uzak bir yerlere gittiğinizden
emindim. Sizi görebilmek isteğiyle, başladım o yüksek, havaleli duvara tırmanmaya.
Acelemden yüreğim çarpıyor, ayaklarım birbirine dolaşıyordu. Çok geçmeden bastığım taşlar
kayıp yuvarlanmaya başladı. Tutunduğum sarmaşıklar elimde kalıyordu. Çocuk da korkusundan sımsıkı sarılmıştı boynuma... Neredeyse boğuyordu beni. Sonunda, tepeye vardım. Beyaz yolda sizi, her an küçülen bir benek gibi gördüm. Rüzgâr öyle yaman esiyordu
ki ayakta duramıyordum. Daracık yere oturdum, kucağımda korkudan bağıran yavruyu susturdum. O sırada siz yolun bir dönemecini dönmek üzereydiniz. Son bir kez size bakmak üzere öne doğru eğilince duvar parçalanıp sallanmaya başladı. Ben sarsılınca çocuk
kucağımdan düştü; ben de dengemi yitirip düşerken uyandım.”
“Demek hepsi bundan ibaret, Jane?”
“Önsöz bundan ibaret, efendim. Asıl öykü daha başlamadı... Uyandığımda gözüme bir ışık çaptı. ‘Şükür, gün ışımış,’ diye düşündüm. Yanılmışım. Mum ışığıydı bu. ‘Sophie geldi,
anlaşılan,’ diye düşündüm. Tuvalet masamın üzerinde bir şamdan yanıyordu. Yatmadan önce
gelinliğimle duvağımı asmış olduğum gömme dolabın kapısı da açık duruyordu. Bir hışırtı duydum dolabın içinden. ‘Sophie, ne yapıyorsun orada?’ diye sordum. Ses veren olmadı ama dolaptan bir karaltı çıktı. Şamdanı alıp yukarıya kaldırdı, portmantoda asılı duran giyecekleri gözden geçirdi. ‘Sophie! Sophie!’ diye bağırdım ben gene. O hâlâ susuyordu. Yatakta
doğrulmuştum. Öne doğru eğilip baktım. Önce şaşkınlık içindeyken şimdi iyice sersemlemiştim. Sonra, damarlarımdaki kan buz kesildi. Efendim... Sophie değildi bu, Leah
değil, Mrs. Fairfax değildi... Hatta –buna emindim, hâlâ da eminim– Grace Poole denilen o acayip kadın da değildi.”
“Birinden biriydi kesinkes.”
“Yok, efendim, size yemin ederim ki hiçbiri değildi. O anda gözlerimin önünde duran kişiyi Thornfield’de hiç görmüşlüğüm yoktu. Boyu bosu, biçimi, yapısı bana yüzde yüz
yabancıydı.”
“Tanımla, Jane.”
“Uzun boylu, irikıyım bir kadına benziyordu, efendim. Arkasından ta aşağılara kadar sarkan gür, kara saçları vardı. Ne giymişti, seçemedim. Düz, beyaz bir şeydi ama elbise mi,
gecelik mi, kefen mi, bilemeyeceğim.”
“Yüzünü gördün mü, Jane?”
“Önce görmedim. Biraz sonra kadın duvağımı asılı bulunduğu yerden aldı, yukarıya kaldırıp uzun uzun süzdü, sonra kendi başına koyarak dönüp aynaya baktı. İşte o zaman
dikdörtgen biçimi aynamda onun yüzünü gördüm.”
“Nasıl bir şeydi?”
“Bence korkunç, feciydi! Ah, efendim, ömrümde böyle bir yüz görmedim ben! Morarmış, yabanıl bir yüz. Gözleri kan çanağı gibi, yuvalarından fırlamış. Bütün yüz şişmiş, kararmış... Unutabilsem bunları!”
“Hortlaklar çoğunlukla solgun yüzlü olurlar, Jane.”
“Bunun yüzü morarmış, kararmış bir şeydi, efendim. Dudakları da şişkin, mosmor. Alnında derin çizgiler vardı. Kaşları o kıpkızıl gözlerinin üzerinde yüksek kemerler
çiziyordu. Bu yüz bana neyi andırdı, söyleyeyim mi?”
“Söyleyebilirsin.”
“Alman masallarındaki o iğrenç canavarları... Yani, vampirleri.”
“Öf! Peki, ne yaptı bu hayalet?”
“Efendim, duvağımı başından çıkardı, yırtıp ikiye ayırdı, iki parçayı da yere atıp çiğnedi.”
“Sonra?”
“Perdeyi aralayıp dışarı baktı. Şafağın sökmek üzere olduğunu mu gördü, nedir, şamdanı eline alarak kapıya yollandı. Tam benim yatağın yanından geçerken durdu. O kanlı gözlerle bel bel baktı bana. Mumu ta burnumun ucuna kadar uzatıp püf diye söndürüverdi. O
korkunç, mor yüzün üzerime doğru eğildiğini biliyorum. Sonra kendimi kaybetmişim. Ömrümde ikinci kez, korkudan bayılmışım.”
“Kendine geldiğin zaman kim vardı yanında?”
“Kimsecikler yoktu, efendim. Çoktan doğmuş olan güneşin ışığı vardı yalnız odamda. Kalktım, yüzümü yıkadım, başımı ıslattım, kana kana soğuk su içtim. Bitkin düşmüşsem de
hasta değildim. Bu gördüklerimi sizden başka kimseye söylememeye karar verdim. İşte hepsi bu. Şimdi siz söyleyin bakalım. Kimdi bu kadın?”
“Aşırı heyecana kapılmış olan bir beynin yaratısı. Besbelli seni iyice el üstünde tutup gözünün içine bakmam gerekecek, bir tanem. Böyle duyarlıklı sinirler hiç hırpalanmaya
gelmez.”
“Efendim, emin olun, sinirlerimin payı yok bu işte. Görüntü sahiciydi. Gördüklerimin hepsi gerçekten oldu.”
“Ya önceki rüyaların, onlar da sahici miydi? Thornfield yıkıntı mı şimdi? Beni senden ayıran aşılmaz engeller mi var? Seni tek söz söylemeden, tek gözyaşı dökmeden, son bir kez
öpmeden bırakıp gidiyor muyum?”
“Şimdilik hayır, ama...”
“Sonradan mı gideceğim yani? Bak, yavrum, bizi sonsuza dek birbirimize bağlayacak olan gün başladı bile. Bir kez birleştik mi, senin bu korkulu düşlerin bir daha geri gelmeyecek. Ben söz veriyorum buna.”
“Korkulu düş mü, efendim? Keşke ben de inanabilsem düşten ibaret olduğuna! Bunu şimdi eskisinden de çok istiyorum; çünkü o korkunç yaratığın gizini siz bile çözemediniz.”
“Ben bile çözemediğime göre, demek ki aslı yokmuş, Jane.”
“Ama efendim, bu sabah kalkınca ben de aynı şeyi söyledim kendi kendime. Avuntu, yürek bulmak için, parlak güneş ışığında dört bir yanıma bakındım. Orada, halının üzerinde,
düş varsayımını yalanlayan bir şey duruyordu. Bir uçtan öbür uca kadar yırtılıp ikiye ayrılmış duvağım!”
Mr. Rochester’ın irkilip ürperdiğini gördüm. Kollarını telaşla bana sardı, “Tanrı’ya şükür!” diye söylendi. “Dün gece odana habis bir şey girmişse Tanrı’ya şükür ki duvağını
yırtmakla yetinmiş. Bir düşün... Daha başka neler yapabilirdi!” Soluğu kesilerek beni bağrına bastı, öyle sıktı ki soluk alamadım adeta. Birkaç dakika sessizlik oldu. Sonra neşeli bir sesle,
“Şimdi ben sana her şeyi anlatayım, Jane!” dedi. “Olup bitenler yarı düşe, yarı gerçeğe benziyor. Besbelli odana gerçekten bir giren olmuş. Bu da Grace Poole olsa gerek. Başkası
olamaz çünkü. Onun acayip bir şey olduğunu sen kendin söyledin. Bunu söylemekte haklısın; çünkü onunla ilgili birkaç şey biliyorsun. Bana, Mason’a neler yaptı değil mi? Sen
de yarı uykunda, yarı uyanık olduğun bir sırada onun girişini, yaptıklarını gördün. Ama heyecandan ateşli gibiydin, pek de kendinde sayılmazdın. Uykulu durumda onu şeytana benzettin. O uzun, dağınık saçlar, şişkin kara surat, iri yapı, senin hayalinin yarattığı şeylerdi,
gördüğün karabasanların sonucu. Duvağın haince yırtılışıysa bir gerçek! Hem de tam o kadından umulacak bir şey. Gözlerinin bakışından anlıyorum, Jane... Böyle bir kadını evimde niçin barındırdığımı sormak istiyorsun. Evlilik yıldönümümüzden bir gün sonra bunun
nedenini söyleyeceğim sana. Şimdi olmaz... Her neyse, benim bu kadarcık açıklamamı kabul
ediyor musun, Jane? İçin rahatladı mı biraz?”
Düşündüm: Gerçekten de olabilecek bir şeydi söyledikleri. İçim rahat etmemişti, ama onu hoşnut kılmak için rahatlamış gibi görünmeye çalıştım. Ne de olsa biraz hafiflemiştim.
Böylece ona bakıp gülümsedim. Saat sabahın birini çoktan geçmişti, artık gidip yatmak üzere ayağa kalktım. Ben şamdanı yakarken o, “Sophie çocuk odasında yatıyor, değil mi?”
diye sordu.
“Evet, efendim.”
“Adela’nın o küçük karyolasına sen de sığarsın elbet. Bu gece orada yatmalısın, Jane.
Anlattığın olay sinirlerini bozmuş senin... Haklı olarak. Bu gece ben de senin yalnız yatmamanı isterim. Çocuk odasına gideceğine söz ver bana.”
“Seve seve giderim, efendim.”
“Kapıyı da sıkıca içeriden kilitle. Yukarı çıkınca So-phie’yi uyandır, yarın sabah seni erken kaldırsın; çünkü saat sekizden önce giyinip kahvaltı etmiş olman gerek. Hadi, şimdi artık kötü düşüncelere paydos! Üzüntüyü silk, at, Jane. Duymuyor musun, rüzgâr nasıl yavaşlamış, yumuşak bir fısıltı olmuş? Yağmur da camları dövmekten vazgeçmiş artık. Bak!”
Perdeyi açtı. “Nefis bir gece var dışarıda.”
Gerçekten de öyleydi. Göğün yarısı açılmış, tertemizdi; şimdi batıdan esen rüzgârın önüne kattığı bulutlar yüksek, gümüşlü yığınlar halinde doğuya doğru göçüyordu. Ay sakin
sakin parlamakta. Efendim merakla gözlerimin içine bakarak, “Peki, Janet’im şimdi nasıl bakalım?” diye sordu.
“Gece sakinleşmiş, efendim... Ben de öyle.”
“Bu gece ayrılık, keder düşleri görmek de yasak... Aşk, mutluluk, birleşme, beraberlik düşleri göreceksin.”
Onun düşüncesi yarı yarıya doğru çıktı: Kederli düşler görmedim gerçekten; yalnız, sevinçli düşler de görmedim; çünkü hiç uyumadım ki! Küçük Adela’ya kollarımı dolayıp
onun o çocuk uykusunu seyrederek –öyle dalgın, dingin, öyle masum– sabah olmasını bekledim. Dipdiriydim, uyanıktım. Güneşle bir ben de kalktım. Aklımdadır, yanımdan ayrılırken Adela uykusunun arasında boynuma sarıldı. Onun küçücük kollarını boynumdan
çözerken eğilip yanacıklarını öptüğümü, tuhaf bir acıyla ağlamaya başladığımı da anımsıyorum. Hıçkırıklarım çocuğun o dalgın uykusunu bozmasın, diye yanından ayrıldım. O benim geride kalan yaşantımın simgesiydi sanki. Şimdi karşısına çıkmak üzere giyinecek
olduğum kişi de –hem ürktüğüm, hem de deli gibi sevdiğim insan– bilinmez geleceğimin simgesi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
RomanceJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...