20.1

14 2 0
                                    

Dolabın üzerine İsa’nın on iki Havarisinin portreleri donuk renklerle, asık yüzlerle çizilmişti, üzerlerinde de siyah bir çarmıha gerilmiş Hz. İsa yükselmekteydi. Durmadan değişen ışık gölge oyununa göre bir an sakallı hekim Luka kaşlarını çatar, derken
Yuhanna’nın uzun saçları ürperir, sonra hain Yahuda’nın şeytana benzer yüzü canlanır gibi oluyordu.
Bütün bunların arasında, kulaklarım da kirişteydi. İç odadaki yaratığın (canavar mıydı, yoksa ifrit mi?) kıpırtılarına durmadan kulak kabartıyordum. Mr. Rochester’ın girip çıkmasından sonra ortalık yatışmış gibiydi. O gece yalnızca, uzun aralıklarla, üç ses duydum:
keskin bir gıcırtı, o köpek homurtusuna benzer hırıltının kısa bir yinelenmesi, derin bir insan iniltisi. Sonra, kendi düşüncelerim de rahat vermiyordu bana. Bu ücra malikânede yaşayan bu ne biçim bir canavardı ki onu evin efendisi bile çıkarıp atamıyordu? Bu ne biçim bir esrardı ki gecenin en ıssız saatlerinde kimi zaman ateş, kimi zaman da kan halinde patlak veriyordu? Sıradan bir kadının yüzünü, gövdesini taşıyan bu ne biçim yaratıktı ki bazen
alaycı bir ifritin, bazen azgın bir köpeğin, bazen de leş yiyen yırtıcı bir kuşun seslerini çıkarıyordu? Şimdi üzerine eğilmiş olduğum bu adam –bu basmakalıp, kendi halinde
yabancı kişi– bu dehşet ağına nasıl olmuş da düşmüştü? O kudurgan yaratık ona neden saldırmıştı? Sonra, bu adam, aşağıda odasında mışıl mışıl uyuması gerekirken gecenin bu
saatinde evin bu bölümünde ne arıyordu? Mr. Rochester’ın ona aşağıda bir oda verdiğini
duymuştum... Öyleyken, neden çıkmıştı bu kata? Şimdi de uğradığı müthiş saldırıya karşın neden hiç öfkelenmiyordu? Efendimin bu işi örtbas etme çabasına neden böyle ses çıkarmadan boyun eğiyordu? Efendimin bu işi örtbas etmeye çalışması neden ileri geliyordu? Bir konuğu saldırıya uğramış, daha önce de kendi canına kastedilmişti; o ise bu saldırıların ikisini de gizli tutmak, unutturmak sevdasındaydı. Sonra yabancının sanki Mr. Rochester’ın buyruğu altında olduğunu da görüyordum. Efendimin üstün iradesi konuğunun gevşekliğini tümüyle çekip çeviriyordu. Aralarında geçen birkaç sözcük benim bunu anlamama yetmişti. Eskiden beri Mason’ın sessiz yaradılışının, Mr. Rochester’ın etkisi altında kaldığı belli bir şeydi. Öyleyse, Mason’ın geldiğini duyunca efendimin kapıldığı telaş, üzüntü
nedendi? Bir sözüyle çocuk gibi çekip çevirebildiği “başına vur, ağzından lokmasını al” yaradılışlı adamın yalnızca adını duymak bile acaba bundan birkaç saat önce onu neden
yıldırımla vurulmuşa döndürmüştü? “Jane, beynimden vuruldum ben! Beynimden vuruldum, Jane!” derkenki hali, o kül gibi benzi hiç gözümün önünden gitmiyordu. Omzuma yaslanan kolunun nasıl titrediğini unutamıyordum bir türlü. Efendimin azimli ruhunu, güçlü
gövdesini bu derece sarsan, sudan bir şey olamazdı! Gece saatleri uzadıkça uzuyor, durmadan kan yitiren hastam inleyerek ayılıp bayılıyor,
ne sabah olmak biliyor, ne de bir imdat geliyordu. İçimden, “Ne zaman?” diye sorup duruyordum. Bardağı kaç kez Mason’ın o bembeyaz dudaklarına dayadım, naneruhunu kaç kez koklattım. Çabalarım boşa gider gibiydi. Ya bedensel, ya ruhsal, ya kan yitimi ya da her üçü birden, adamcağızı hızla bitkin düşürmekteydi. Öyle inim inim inliyordu ki, öyle de bitkin, perişan, kendinden geçmiş bir hali vardı ki ölmek üzere olmasından korkuyordum.
Onunla konuşmam da yasaktı!
Derken mum tamamen eriyip söndü. O zaman, pencere perdelerinin kıyısında solgun ışık çizgileri gördüm: Şafak sökmek üzereydi! Az sonra ta aşağıdan, avludaki kulübesinden, Kılavuz’un havladığını duydum, umutlarım yeniden canlandı. Boşuna da değil! Beş dakika sonra kapıda anahtarın döndüğünü duydum; uzun nöbetimin sona erdiğini anladım. Bu nöbet iki saatten çok sürmüş olamazdı, ama bana haftalar kadar uzun gelmişti!
Mr. Rochester içeri girdi. Yanında da alıp getirmeye gittiği doktor vardı. “Bana bak, Carter, elini çabuk tutacaksın,” dedi. “Yarayı sarıp sarmalamak, hastayı aşağı indirmek falan için sana topu topu yarım saat veriyorum.”
Doktor, “Ama hasta yerinden kaldırılabilecek durumda mı?” diye sordu.
“Hiç kuşkun olmasın. Ciddi bir şey değil. Yalnız sinirleri zayıf. Moral vermek gerek ona. Hadi bakalım, iş başına.” Mr. Rochester pencerenin perdelerini, kalın güneşlikleri açarak
içeriye ışık dolmasını sağladı. Sabahın ne derece yakın olduğunu görünce hem sevindim, hem şaşırdım. Pespembe ışınlar gündoğusunu nura boğmaya başlamıştı. Efendim pencereyi
açtıktan sonra Mason’la doktorun yanına yaklaştı, arkadaşına, “Ey, arkadaş, nasılsın bakalım?” diye sordu.
Mason ölgün bir sesle, “Dişi şeytan... Bitirdi beni!” dedi.
“Yok canım! Sık dişini! İki hafta sonra izi bile kalmaz! Şimdi biraz kan yitirdin de ondan. Carter, söyle şuna durumunda bir tehlike olmadığını.”
Dr. Carter sargıları çözmüştü.
“Bunu rahat bir vicdanla söyleyebilirim,” dedi.
“Yalnız, keşke buraya daha önce gelebilmiş olsaydım. O zaman bu kadar kan yitirmezdi. Ama... Bu
da nesi? Omuzda bıçak yarasından başka izler de var... Diş izleri var!”
Mason, “Isırdı beni!” diye söylendi. “Rochester bıçağı onun elinden alınca, dişi şeytan... Sırtlan gibi paraladı beni.”
Mr. Rochester, “Fırsat vermeyecektin,” dedi.
“O saat alaşağı edecektin onu.”
Mason, “Ama bu durumda nasıl yapabilirdim böyle bir şeyi?” dedi. Sonra ürpererek,
“Of... Çok korkunçtu!” diye inledi. “Hiç de ummamıştım. Başlangıçta öyle sakin duruyordu ki!”
“Ben sana söyledim! Yanına gittiğin zaman tetikte bulun, dedim sana. Hem sonra sabaha kadar bekleyip benimle gidebilirdin. Geceleyin, hem de tek başına onunla görüşmeye
kalkmak aptallıktan başka bir şey değil!”
“Belki bir yararım dokunur, diye düşünmüştüm.”
“Düşündün ha! Bunları dinlemek bile tepemi attırıyor. Benim sözümü dinlememenin cezasını çekiyorsun, besbelli daha da çekeceksin. Onun için, başkaca bir şey söylemeyeceğim.
Carter, gözünü seveyim, elini çabuk tut biraz! Güneş handiyse doğacak. Buradan uzaklaştırmalıyız bu adamı!”
“Şimdi, beyefendi şimdi! Omzunu sardım bile. Kolundaki şu yaraya da bakmam gerek. Kadın dişlerini buraya da geçirmiş olmalı.”
Mason, “Kanımı içti!” diye söyledi. “Yüreğimin kanını emip kurutacağını söylüyordu.”
Efendimin ürperdiğini sezdim. Pek belirli bir tiksinti, dehşet, nefret ifadesi yüzünün çizgilerini sanki allak bullak etti: “Sus, Richard, sus; aldırma sen onun deli saçmalarını
yineleyip durma.”
“Keşke unutabilsem!”
“Buradan uzaklaşır uzaklaşmaz unutursun. Spanish Town’a döndüğün zaman onu ölmüş bile varsayabilirsin. Daha iyisi hiç aklına getirmezsin, olur biter.”
“Bu geceyi unutabilmek olasız!”
“Hiç de değil! Azıcık canlan be adam! İki saat önce hayatından umudu kesmiştin. Bak şimdi turp gibisin, inan olsun. Bıcır bıcır da konuşuyorsun. Bak, Carter yaralarını güzelce sardı. Ben de seni bir dakikada giydirir, kuşatırım. Jane…” Efendim buraya döndüğünden
beri ilk kez bana baktı.
“Şu anahtarı alıp benim yatak odama git, dosdoğru giyinme odama geç. Elbise dolabımın üst çekmecesini aç. Temiz bir gömlekle bir de boyunbağı çıkar, buraya getir. Ama çabuk tarafından!”
Gidip onun dediklerini buldum, yukarıya götürdüm.
“Şimdi de yatak perdesinin arkasına git ki ben bu adamı giydireyim,” dedi. “Yalnız dışarı çıkma. Sana ihtiyacım olabilir.”
Onun bu dediğini de yaptım.
“Jane, aşağıya indiğinde hiçbir kimse gördün mü, duydun mu?” diye sordu.
“Hayır, efendim. Çıt bile yoktu ortalıkta.”
“Richard, seni gizlice çıkaracağız buradan. En iyisi bu... Hem senin için, hem de şuracıktaki bahtsız yaratık için! Onun sırrını ele vermeyeyim diye yıllardır savaşıyorum. Bu
yüzden her şeyin ortaya çıkmasını istemem... Carter, yardım et de yeleğini giydirelim şunun.
Kürklü pelerinini nerede bıraktın? Bu Tanrı’nın cezası soğuk memlekette kürksüz dışarı çıkarsan donarsın sen. Odanda mı dedin? Jane, koş Mr. Mason’ın odasına... Benim odamın
yanındaki oda... Orada bir pelerin göreceksin. Al getir.” Gene koştum; içi, kenarları kürk olan kocaman pelerini alarak yukarıya getirdim. Mr. Rochester yorulmak bilmiyordu.
“Senin yapacağın başka bir iş daha var, Jane,” dedi. “Gene benim odaya koşacaksın. Ayağında kadife terlik oluşu ne iyi! Bu sırada tüy gibi sessiz bir ulak gerek bana! Tuvalet
masamın orta çekmecesini açıp oradaki küçük cam tüple kadehi getireceksin. Ama çabuk!”
Ben gene koştum, gene istenilenleri alıp getirdim. “Güzel! Şimdi, doktor bey, izin verirseniz her türlü sorumluluğu üzerime alarak, hastaya kendi ilacımdan vereceğim. Bu
kalp ilacını bana Roma’da, bir İtalyan şarlatan satmıştı. Öyle rastgele kullanılacak bir şey değil, ama yerinde, zamanında birebirdir. Örneğin şimdi. Jane... Biraz su, lütfen.”
Kadehi bana uzattı; ben de yarı yarıya su doldurdum. “Tamam. Şimdi de tüpün ağzını ıslat.” Islattım. Tüpün içindeki kızıl renkli sıvıdan kadehe on iki damla damlattı, sonra
kadehi Mason’a uzattı. “İç bakalım, Richard. Bu iksir sana birkaç saat için yürek verecek ki bu da sende olmayan bir şey!”
“Ama zararlı bir şey olmasın? Tahriş falan etmesin sakın?”
“İç be adam! İç şunu! İç!”
Mason buyruğa boyun eğdi; çünkü karşı gelmenin boş olduğu belliydi. Adamcağız artık giyinmişti. Benzi hâlâ kül gibiyse de kan revan içinde değildi artık. Mr. Rochester onun ilacı içtikten sonra üç dakika kadar oturmasına izin verdi. Sonra koluna girdi: “Şimdi artık ayağa
kalkabileceğine kalıbımı basarım. Bir dene bakalım.” Yaralı adam ayağa kalktı. “Carter, öbür koluna da sen gir şunun. Kalbini ferah tut, Richard. Moralini bozma. Yürü bakayım... Aferin sana!”
Mason, “Sahiden daha iyiceyim,” dedi.
“Ben dedim sana. Şimdi, Jane, sen bizim önümüzden şöyle bir arka merdivene doğru seyirt, bakayım. Yan sofanın kapısını aç. Avluda bir fayton göreceksin. Belki de avlunun hemen dışında bekliyordur; çünkü sessiz gelmesini söylemiştim. Bu faytonun sürücüsüne söyle, hazır olsun, geliyoruz. Ha, Jane, ortalıkta birileri varsa merdiven başına gel, şöyle bir öksür.”

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin