18.2

13 2 0
                                    

Lady Ingram ve Lady Lynn avunma yolunu kâğıt oynamakta bulmuşlardı. Mrs. Dent’le Mrs. Eshton’un hoşbeş etme çabalarını kaba, kısa karşılıklarla yarıda kesen Blanche Ingram önce piyanoda kendi kendine, alçak sesle birkaç romantik şarkı çalıp söylemiş, sonra da kitaplıktan bir roman alıp gelerek gururlu bir bezginlikle kendini bir kanepeye bırakarak ayrılığın bitip tükenmez saatlerini bu yolda geçirmeye hazırlanmıştı. Salon, hatta bütün ev sessizlik içindeydi. Yalnız ara sıra, yukarıdan bilardo oyuncularının şakrak sesleri geliyordu.
Alacakaranlık basmaya başlamış, akşam yemeği için hazırlanmak zamanının geldiğini saat haber vermişti ki salonun penceresinde, benim yanı başımda oturmakta olan küçük Adela birden; “Voilà Monsieur Rochester, qui revient!”60 diye bağırdı. Ben başımı çevirdim, Blanche Ingram ok gibi yerinden fırladı, herkes başını önündeki işten kaldırdı. Araba yolunun ıslak çakılları üzerinde tekerlek gıcırtıları, nal şakırtıları duyulmuştu. Bir araba
yaklaşmaktaydı.
Blanche, “Eve arabayla dönmesinin sebebi ne ola ki?” diye söylendi. “Giderken Mesrur’a (yağız at) binmiş değil miydi? Kılavuz da yanındaydı. Onları ne yaptı acaba?” O uzun boyu,
kat kat etekleriyle pencereye öyle yaklaşmıştı ki ben belkemiğim kırılacakmışçasına arkaya
doğru kaykılmak zorunda kalmıştım. Blanche o heyecanla beni görmemişti bile. Beni ayrımsadığı zaman şöyle bir dudak büktü; başka bir pencereye geçti. Araba durdu, sürücüsü kapıyı çaldı, uzun yoldan geldiği kılığından anlaşılan bir erkek arabadan indi. Mr. Rochester değildi bu... Uzun boylu, şık giyimli bir adamdı, bir yabancı.
Blanche, “Aman, ne kadar sıkıcı!” diye söylendi. Sonra Adela’ya dönerek, “Maymun çocuk sen de!” diye çocukçağızı payladı. “El âleme yanlış bilgi veresin diye mi oturttular seni
pencereye!” Suçluymuşum gibi benden yana da öfkeli bir bakış fırlattı. Taşlıktan konuşma sesleri geliyordu. Çok geçmeden o uzun boylu yolcu salondan içeri girdi. Hanımların en yaşlısı olması dolayısıyla Lady Ingram’ı selamladı.
“Biraz vakitsiz gelmişim galiba, hanımefendi,” dedi. “Dostum Mr. Rochester evde değilmiş. Yalnız, çok uzak yoldan geliyorum. Mr. Rochester’ın çok eski, yakın arkadaşı
olmama da güvenerek, izin verirseniz, onun gelmesini burada bekleyeceğim.”
Tavırları kibardı; yalnız konuşması biraz yabancı gibi geldi bana. Yabancı ağzıyla konuşmuyordu, ama yüzde yüz İngiliz gibi de konuşmuyordu. Mr. Rochester’la yaşıt gibi
görünüyordu: Otuz beş-kırk yaşlarında. Benzi pek soluktu, ama çok yakışıklı bir erkek sayılırdı... Hele ilk bakışta. Daha yakından inceleyince, insan onun yüzünde sevimsiz... Hayır, sevimsiz değil, ama gene de pek hoşa gitmeyen bir şeyler buluyordu. Yüz çizgileri düzgünse
de aşırı gevşekti; gözleri iri, biçimliydi, ama ruhsuz, boş bir bakışı vardı... Daha doğrusu, bana öyle geldi. Akşam yemeği için giyinme saatinin geldiğini bildiren çıngırak salondakileri dağıttı. Yabancıyı bundan sonra masada gördüm. Rahat bir hali vardı; yalnız yüzü şimdi daha çok sinirime dokunuyordu. Hem kararsız, hem cansız bir ifadesi vardı. Bakışları çevrede dolaşıp
duruyordu, ama herhangi bir amaçla değil. Bu da ona şimdiye kadar kimsede görmediğim garip bir hava veriyordu. Yakışıklı bir adamdı, sevimsiz de değildi; öyleyken, gene de, nedense, müthiş bir tiksinti veriyordu bana. O derisi düzgün, yumurta biçimi yüzde, o çekme
burunda, o al dudaklı ufacık ağızda hiçbir güç, azim ifadesi, o boş kestane rengi gözlerde de hiçbir etkileyici kişilik belirtisi yoktu.
Her zamanki köşemde, oturduğum yerden seyrediyorum onu. Şömine başındaki bir koltuğa oturmuştu, üşüyormuş gibi de koltuğu boyuna ateşe yaklaştırıp duruyordu.
Şöminenin rafındaki lambaların ışığı da tam yüzüne vurmuştu. Elimde olmadan, Mr. Rochester’la karşılaştırıyordum onu. Bu iki erkeğin arasında yırtıcı bir atmacayla besili bir kaz kadar büyük bir zıtlık görüyordum. Adam Mr. Rochester’ın eski bir dostu olduğunu
söylemişti. Garip bir arkadaşlık olsa gerekti bu... Tevekkeli değil, eskiler, “Zıt kutuplar birbirini çeker,” demişler!
Beylerden bir ikisi de yabancının yakınında oturuyordu. Konuşmalar ara sıra kulağıma çarpıyordu. Duyduklarımı önceleri anlayamadım; çünkü daha yakınımda oturan Louisa
Eshton’la Mary Ingram’ın gevezelikleri kulağıma çarpan bölük pörçük cümlelerin anlaşılmasına engel oluyordu. İkisi de onun “erkek güzeli” olduğuna karar vermişlerdi.
Louisa yabancının “pek tonton” olduğunu, ona “bayıldığını” söylüyordu; Mary de onun
“hokka gibi ağzıyla cici burnunu” tam kendi güzellik ölçüsüne uygun bulduğunu bildiriyordu.
Louisa, “Ya şu alnındaki soyluluğa, yüceliğe bak!” diye mırıldandı. “Ne de düzgün! Ben de, çatık alınları hiç sevmem zaten. Bu beyin bakışlarıyla gülüşleri de tatlı mı tatlı!”
Neyse ki o sırada Mr. Henry Lynn, çingenelerin konak yerine kadar yapılacak yürüyüş için bir karar vermek üzere, kızları salonun öbür ucuna çağırdı da ben de rahatladım.
Dikkatimi şömine başında konuşulanlara verebilirdim artık. Çok geçmeden, yabancının soyadının Mason olduğunu, İngiltere’ye yeni ayak bastığını öğrendim. Sıcak bir ülkeden geliyormuş. Yüzünün solukluğu, ateşe sokuluşu, evin içinde bile paltosunu çıkarmayışı
bundandı besbelli. Bir süre sonra kulağıma çalınan Jamaika, Kingston, Spanish Town gibi adlardan da onun Antiller’den geldiğini anladım. Mr. Rochester’la ilk kez Jamaika’da tanışıp dost olduklarını öğrenince de şaşırıp kaldım. Mr. Mason arkadaşının o ülkedeki cehennem
sıcaklarını, kasırgalarını, yağmurlarını hiç sevmediğini anlatıyordu. Rochester’ın çok yer
gezmiş olduğunu biliyordum. Mrs. Fairfax’ten duymuştum bunu. Yalnız, ben onun ancak Avrupa’da dolaştığını sanmıştım, kendisi de bana daha uzak yerleri gezip gördüğüne ilişkin
hiçbir şey söylemiş değildi.
Bu sırada garip, beklenmedik bir olay düşüncelerimi dağıttı: Mr. Mason, birinin kapıyı açması üzerine titremeye başlamış, ocağa biraz daha kömür atılmasını istemişti. Kömürü
getiren uşak, dışarı çıkarken, Mr. Eshton’ın yanında duraladı, alçak sesle bir şeyler söyledi.
Ben yalnız “ihtiyar kadın”, “belalı bir şey,” sözlerini seçebildim.
Yargıç, “Söyle ona, basıp gitmezse hapse atarım!” diyordu.
Albay Dent, “Yok, yok, dur... Sakın kovma!” diye araya karıştı. “Belki bizi biraz eğlendirir, be Eshton! Önce hanımlara danışalım bakalım.” Sesini yükseltti: “Hanımlar, çingene obasını
görmeye gitmeyi tasarlıyordunuz. Obanın kocakarılarından biri gelmiş, şu sırada hizmetçilerin bölüğündeymiş, ‘kibar takımının’ yanına gelip fal bakmak için ayak
diriyormuş. Ne dersiniz, görmek ister misiniz onu?”
Lady Ingram, “Çok yaşayın Albayım!” diye söylendi. “Böyle adi bir dolandırıcıyı buraya
getirmeyi düşünmezsiniz sanırım. Hemen kovun, gitsin!”
Uşak Sam, “Ama, bir türlü başımızdan savamıyoruz ki Lady Hazretleri,” dedi. “Kimseyi dinlemiyor. Şimdi Mrs. Fairfax onun yanında. Gitmesi için yalvarıp duruyor, ama kocakarı
şöminenin kenarına bir sandalye atıp kurulmuş, buraya gelmesine izin çıkmadan, şuradan şuraya kımıldamayacağını söylüyor.”
Mrs. Eshton, “Neymiş istediği?” diye sordu.
“Beylerle hanımların falına bakmak, efendim. Taş çatlasa bunu yapacağına yemin ediyor.”
Eshton kız kardeşler bir ağızdan sordular, “Nasıl bir şey?”
“Çirkin mi çirkin, efendim. Kömürcü çırağı gibi de kapkara!”
Frederick Lynn, “Gerçek bir büyücü karı olsa gerek!” diye söylendi. “Hemen gelsin buraya!”
Erkek kardeşi de, “Elbette!” diye onun düşüncesine katıldı. “Böyle bir eğlence kaçırılır mı hiç!”
Mrs. Lynn, “Aklınızı mı kaçırdınız siz, evlatlarım!” diye haykırdı.
Lady Ingram Hazretleri de, “Ben böyle hokkabazlıklara hiç gelemem!” diye lafa karıştı.
Tam bu sırada Blanche Ingram’ın o küstah sesi, piyanonun başından, “Öyle bir gelirsiniz ki!” diye yükseldi. Blanche o dakikaya kadar piyano başında nota kitaplarını gözden
geçiriyormuş gibi sessiz oturuyordu. İskemlesini döndürdü. “Falıma baktırmak geliyor içimden. Sam, söyle o acuzeye, gelsin!”
“Sevgili Blanche, bir düşünsene...”
“Evet, evet, düşünüyorum, ama gene de dediğim dedik! Sam, çabuk ol!”
Kız, erkek bütün gençler, “Evet, evet, gelsin... Çok eğleniriz!” diye bağırıştılar.
Uşak hâlâ duralıyordu, “Pek yaban bir görünümü var da,” diye mırıldandı.
Blanche, “Git!” diye emretti; adam da gitti.
Şimdi herkesi bir heyecandır almış, yaylım ateşi gibi şakalaşmalar, gülüşmeler her yanı sarmıştı ki Sam döndü geldi.
“Çingene karısı şimdi de gelmiyor,” diye bildirdi. “Avam tabakasının ayağına gitmek ona düşmezmiş. Tek başına bir odaya alacakmışım da danışmak isteyenler birer birer onun
yanına gideceklermiş.”
Lady Ingram, “İşte gördün ya prensesim Blanche!” diye söylendi. “Haddini bilmeyen bir kocakarı besbelli. N’olur söz dinle, benim melek kızım! Yoksa...”
Melek kız, anasının sözünü keserek, Sam’e, “Kütüphaneye al onu!” diye emir verdi.
“Onun söylediklerini avam tabakasının önünde dinlemek de bana düşmez. Kendisiyle baş
başa kalmak istiyorum. Kütüphanede şömine yanıyor mu?”
“Yanıyor, efendim. Yalnız, bu kadın... Öyle kılıksız ki.”
“Kes sesini, kalın kafalı! Benim dediğimi yap sen!”
Sam gene çekildi. Merak, heyecan, neşe dalgaları da salonu yeniden sardı. Uşak birkaç dakika sonra döndü geldi.
“Kadın sizleri bekliyor,” diye bildirdi. “Kendisini görmeye ilk önce kimin gideceğini de bilmek istiyor.”
Albay Dent, “Hanımlardan biri girmeden önce şuna ben bir baksam iyi olacak,” dedi.
“Sen git o kocakarıya söyle, bir bey geliyor, de.”
Sam gitti, gene geldi, “Efendim, çingene karısı beyleri istemiyormuş. ‘Hiç boşuna yorulup karşıma çıkmasınlar, diyor.’ Uşak burada gülmemek için kendini zor tuttu. “Genç, bekâr hanımlardan başkasını da istemiyor.”
Henry Lynn, “Vay canına! Ağzının tadını biliyormuş!” diye güldü.
Blanche, ağır ağır ayağa kalktı: “Önce ben gidiyorum.”
Sesini duyan onu bir avuç asker önünde umutsuz bir savaşa atılan bir önder sanırdı!
Annesi, “Bir tanem, güzelim, dur biraz, düşün!” diye bağırdıysa da kız, şahane bir sessizlik içinde onun yanından süzülüp geçti, Albay Dent’in açtığı kapıdan kitaplığa girdi.
Salon şimdi daha bir sessizleşmişti. Lady Ingram, le cas’ya61 uygun bir davranış olduğuna
karar vermiş gibi, ellerini ovuşturup duruyordu. Mary o çingene kadının yanına çıkmaya dünyada cesaret edemeyeceğini söylüyor, Amy ile Louisa Eshton usulca kıkır kıkır
gülüşüyorlardı, ama ürkmüş gibi de bir halleri vardı.
Dakikalar pek yavaş geçiyordu. Tam on beş dakika sonra kitaplık kapısı yeniden açıldı; Blanche Ingram, kemerin altından geçerek yanımıza geldi. Gülecek miydi acaba? İşi alaya mı vuracaktı? Bütün gözler heyecanlı bir merakla ona çevrilmişti. Blanche bütün bakışları soğuk, yüz vermez bir tavırla karşıladı. Ne heyecanlı
görünüyordu, ne de neşeli. Dimdik, donuk, ilerledi, hiç sesini çıkarmadan, eski yerine geçip oturdu.
Lord Ingram, “Peki, Blanche?” dedi.
Mary, “Kadın ne dedi?” diye sordu.
Eshton kardeşler de, “Nasıldı? Bildi mi? Sahiden falcı mı?” diye soruyorlardı.
Blanche Ingram bütün bunlara, “Sakin olun, dostlarım, üstüme varmayın öyle!” diye karşılık verdi. “Çok meraklı, çok saf kişilermişsiniz doğrusu! Annem başta, hepiniz bu işe öyle bir önem veriyorsunuz ki bu kadının şeytanla işbirliği yapan gerçek bir büyücü olduğuna inanmış gibisiniz. Bense bu çingene karısıyla görüştüm. Çingenelerin beylik
yöntemiyle, el falına baktı, bu türlü fallarda söylenen beylik şeyleri söyledi. Ben de hevesimi
almış oldum. Artık Mr. Eshton bu kocakarıyı yarın sabah gerçekten hapse atsa iyi olur bence.”
Bunları söyledikten sonra eline bir kitap alıp arkasına yaslandı, başka hiçbir şey söylemedi. Yarım saat kadar göz hapsinde tuttum onu. Kitabının tek bir yaprağını
çevirmediği gibi, yüzü de karardıkça kararıyor, ifadesine daha bir hoşnutsuzluk, düş kırıklığına benzer bir asıklık geliyordu. Falcıdan işine gelir şeyler duymadığı belliydi. Uzun
süren bu sessizliğinden, keyifsizliğinden anlaşıldığına göre de, herkese karşı inanmazlık, ilgisizlik belirtmesine karşın, falcının söylediklerine gereğinden çok önem vermekteydi.
Bu arada, Mary Ingram’la Amy ve Louisa Eshton tek başlarına gidemeyeceklerini söylüyorlar, ama ille de gitmek istiyorlardı. Arada elçilik yapan Sam yoluyla bir görüşmeye girişildi. Zavallı Sam salonla kitaplık arasında o kadar çok gidip geldi ki bacakları ağrımış
olsa gerekti. Neyse, en sonunda, o da büyük güçlüklerle, içerideki titiz falcıdan üç kızın bir arada gelmelerine izin çıktı! Onların ziyareti Blanche’ınki kadar sessiz geçmedi: İçeriden durup durup, küçük çığlıklar geliyordu. Yirmi dakika sonra, kızlar kapıyı olanca hızlarıyla açıp dışarı fırladılar, korkudan akılları başlarından gitmiş gibi koşarak yanımıza geldiler.
Hepsi birden birbirinin sözünü keserek, “Bu kadın cinlere karışmış gerçekten!” diye anlatmaya başladılar. “Öyle şeyler söyledi ki! Her şeyimizi biliyor!”
Beylerin telaşla çektikleri koltuklara soluk soluğa kendilerini bırakıverdiler. Daha çok bilgi istenmesi üzerine de, falcının onlara ta çocukluklarında neler yapıp ettiklerini anlattığını, evlerindeki kitapları, süsleri, hısım akrabadan, eş dosttan aldıkları armağanları
bile bildiğini söylediler. Falcı kadın onların düşüncelerini bile okumuş! Her birinin kulağına dünyada en çok sevdiği kişinin adını fısıldamış, en büyük muratlarının ne olduğunu da
söylemiş! Bu kez beyler bu son iki konu üzerinde biraz daha fazla aydınlanmak için direttiler, ama kızlar onların bu yalvarmalarına kıkır kıkır gülerek, kırıtıp çığlıklar atarakkarşılık verdiler. Anneler kızlarının heyecanlarını yatıştırmak için yelpazelerini uzatır,uyarılara kulak asmadıkları için yeniden azarlara girişirlerken babalar gülüşüyor, genç beylerde her buyruğa hazır olduklarını yineleyip duruyorlardı. Bu kargaşanın orta yerinde,gözlerimle kulaklarımın tam karşımdaki manzaraya dikilmiş olduğu bir sırada, yanı
başımda, “Öhem!” diye hafif bir öksürme duydum, dönüp bakınca Sam’i gördüm.
“Kusura bakmayın, Küçükhanım, çingene karısı salonda bekâr bir hanım dahabulunduğunu söylüyor, onunla da görüşmeden gitmeyeceğine yemin ediyor. Bence busöylediği siz olsanız gerek, başkası kalmadı çünkü. Ne diyeyim ona?”
“A, giderim!” dedim. İyice depreşen merakımı gidermek için karşıma çıkan bubeklenmedik fırsat beni çok sevindirmişti doğrusu. Kimsenin dikkatini çekmeden (herkesfalcının yanından en son çıkan o üç kızın başına toplanmıştı çünkü), içeri girdim, kapıyı daarkamdan usulca kapadım.
Sam, “İsterseniz sizi sofada bekleyeyim, Küçükhanım,” diyordu. “Korkarsanız,seslenirsiniz, ben hemen gelirim.”
“Yok, Sam, sen mutfağa git. Korkmam ben.” Gerçekten de, hiç korkmuyordum; yalnız,son derece büyük bir merak ve heyecan içindeydim.

58.Kutsal Kitap,Eski Ahit,Yaratılış,24:18 (Rebeka, “İç efendim,” diyerek hemen testisini indirdi, içmesi için ona uz attı.) (Y.N.)
59.Adı “Gelinkuyusu Zindanı” anlamına gelen Eski Londra’da bir hapishane (Y.N.)
60.(Fr.) İşte Mr.Rochester geliyor! (Y.N.)
61.(Fr.) Durum.(Y.N.)

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin