“Doğru mu anlattıkların, Jane? St. John’la senin arandaki ilişkiler gerçekten bu durumda mı?”
“Bütünüyle, efendim. İnanın, kıskançlık duymanız yersiz. Sizin tasanızı dağıtmak için biraz şaka yapayım dedim. Öfkenin üzüntüden daha iyi geleceğini düşündüm de ondan. Benim sevgimi istiyorsanız gerçekten... Benim sizi aslında ne kadar çok sevdiğimi bilseniz
içiniz rahat eder, göğsünüz kabarır. Gönlüm yalnızca sizin, efendim, size ait. Kader beni sizden ayrı kalmaya mahkûm etse bile gönlüm sizden ayrılmaz.”
Edward beni gene öptü ama acı düşünceler yüzünü yeniden karartmıştı. Üzgün sesle,
“Ah, sönen gözlerim, şu sakat elim!” diye mırıldandı. Avutmak için okşadım onu. Aklından neler geçtiğini biliyordum. Bunları açığa vurmak
istiyor, ama göze alamıyordum. O başını öte yana çevirirken ben onun gözlerinden birer damla yaş sızdığını, o sert çizgili yanağa doğru yuvarlandığını gördüm. Yüreğim ağzıma geldi.
Biraz sonra Edward, “Benim Thornfield’deki o yıldırım çarpmış kestane ağacından pek farkım yok!” diye söyledi. “O ağaç yıkıntısının taptaze bir sarmaşık gülüne, ‘Gel de benim çürük gövdemi çiçeklerinle sar,’ demeye hakkı var mıdır?”
“Siz ne yıkıntısınız, ne de yıldırım çarpmış ağaç! Güçlü, yaşam dolusunuz. Siz isteseniz de, istemeseniz de köklerinizin çevresinde filizler yeşerecek, sizin o cömert gölgenize sığınacaklar, büyüdükçe de size doğru yaslanıp sarılacaklar; çünkü sizin gücünüz onlara güvenli bir destek olacak.”
Edward gene gülümsedi: Onu avutmuştum. “Filiz demekle arkadaşlarımı demek
istiyorsun, değil mi, Jane?” diye sordu. Ben biraz duralayarak, “Evet, arkadaş,” dedim. Arkadaştan ileri bir şey demek istiyordum,
ama başka ne söz kullanacağımı bilemiyordum. Efendim bana yardım etti:
“Evet, ama ben bir eş istiyorum, Jane.”
“Öyle mi, efendim?”
“Öyle ya! Haberin yok muydu, Jane?”
“Yoktu elbet! Şimdiye kadar bundan hiç söz etmediniz ki!”
“Kötü bir haber mi bu senin için?”
“Bu, duruma bağlıdır, efendim... Bir de, yapacağınız seçime.”
“Bu seçimi benim adıma sen yapacaksın, Jane. Ben de senin sözünü tutacağım.”
“Öyleyse sizi ‘dünyada en çok seven’i seçin, efendim.”
“Hiç olmazsa, ‘dünyada en çok sevdiğim’i seçeceğim... Jane, evlenir misin benimle?”
“Evet, efendim.”
“Kendi elinle yedeceğin zavallı bir körle ha?”
“Evet, efendim.”
“Senden yirmi yaş büyük, senin bakımına muhtaç bir sakatla ha?”
“Evet efendim.”
“Gerçek mi, Jane?”
“Çok gerçek, efendim.”
“Ah, sevgilim benim! Tanrı seni korusun, ödüllendirsin!”
“Mr. Rochester... Ömrümde tek bir hayır işlemişsem, tek bir iyilik düşünmüşsem... Tek bir kez candan, temiz bir dua etmişsem... Ömrümde tek bir temiz muradım olmuşsa...
Ödülünü şimdi görüyorum. Sizin karınız olmak bence dünyada en mutlu insan olmak demektir.”
“Özveriden zevk alıyorsun da ondan.”
“Özveri mi? Neyi feda ediyormuşum ben? Açlığı, kıtlığı feda edip tokluğa, bolluğa kavuşuyorum. Salt umutla yaşamaktan vazgeçip huzuru, mutluluğu seçiyorum. Kollarımı en
değer verdiğim şeye dolamak, dudaklarımı sevdiğime bastırmak, güvendiğim sığınakta dinlenmek... Özveri mi bu?”
“Bir de sakatlıklara katlanmak, Jane... Benim noksanlarımı görmezlikten gelmek...”
“Benim gözümde sizin ne sakatlığınız, ne de noksanınız var, efendim. Sizi şimdi daha bile çok seviyorum; çünkü gerçekten işinize yarayabilirim. O gururlu, kendi başına buyruk
döneminizdeyse hep siz veresiniz, karşınızdakini hep siz koruyasınız isterdiniz.”
“Şimdiye kadar ele bakmaktan, güdülüp yedilmekten nefret ettim. Bundan sonra bu nefretimin geçeceğini sanıyorum. Elimi bir uşağın eline vermek hoşuma gitmiyordu: Jane’in o küçücük parmaklarını hissetmekse çok hoş! Çevremde hizmetçilerin dört dönmesindense tek başıma kalmayı yeğ tutuyordum; Jane’in tatlı özeniyse benim için sürekli bir zevk,
sevinç kaynağı olacak. Jane tam bana göre. Ben de ona göre miyim acaba?”
“Benliğimin en ince noktasına kadar, efendim.”
Efendim, “Durum bu olduğuna göre, beklememiz için tek bir neden yok. Hemencecik evlenebiliriz,” dedi. Sesi, davranışı istek ve heyecan doluydu; eski ateşi gene alevlenmeye
başlıyordu. “Jane, hiç gecikmeden tek vücut olmalıyız. Nikâh kâğıtlarını almaktan başka yapacak bir iş yok. Sonra hemen nikâh!”
“Efendim, şimdi farkına vardım, güneş alçalmaya başlamış bile. Kılavuz yemek yemek için eve döndü. Saatinize bakabilir miyim?”
“Al saati de kemerine tak, Janet... Senin olsun. Nasıl olsa artık benim işime yaramıyor.”
“Saat dörde geliyor, efendim. Acıkmadınız mı?”
“Bundan sonraki üçüncü gün düğün günümüz olsun, Jane. Gelinlik, mücevher falan düşünmeyeceğim artık. O tür şeylerin aslında beş paralık değeri yok.”
“Güneş bütün ıslaklığı kuruttu, efendim. Rüzgâr dindi. İyice sıcak bastırdı.”
“Biliyor musun, Jane, şu anda senin o inci gerdanlığın benim şu kalın, kara boynumda, kravatımın altında duruyor? Ömrümün tek hazinesini yitirdiğim günden beri andaç diye
hep takıyorum onu.”
“Eve orman yolundan dönelim. Daha gölgelik olur.”
Edward bana kulak bile vermeden kendi düşüncelerine dalmıştı: “Jane, sen beni dinsiz kâfirin biri diye bilirsin sanırım. Ama, şu anda gönlüm bu dünyanın merhametli Tanrısına karşı minnetle dolup taşıyor. O’nun görüşü insanoğlununkine benzemez, çok daha açıktır.
Yargısı bizimkinden başkadır, ama çok daha bilgedir. Günah işlemiştim ben: Tertemiz çiçeğimi kirletecek, onun masumluğuna günah lekesi sürecektim... Her şeye gücü yeten
Tanrı onu elimden aldı. Ben bu Tanrı buyruğuna boyun eğeceğim yerde dik kafalı bir başkaldırı içinde, adeta lanet okudum, meydan okudum O’na! İlahî adalet kendini gösterdi,
felaketler art arda üzerime üşüştü. Ölümün eşiğine kadar gidip döndüm. Tanrı’nın cezası yaman oluyor. Bana verdiği cezalardan biri de benim ömür boyu burnumu kırmaya yaradı: Gücümle ne kadar gurur duyardım bilirsin. Şimdi ise, küçük bir çocuk kadar başkasının eline bakar bir duruma düştükten sonra, bu güç ne işime yarar! İşte böyle, Jane... Son
günlerde, ancak şu son günlerde, başıma gelen felaketlerde Tanrı’nın parmağını görmeye başladım. Pişmanlık getirmeye, hatta tövbe etmeye, Tanrı’dan af dilemeye başladım. Arada bir dua da ediyorum... Kısacık dualar, ama candan. Bundan birkaç gün önce –yok, tam olarak biliyorum dört gün önce, geçen pazartesi– üzerime, şimdiye kadar hiç bilmediğim bir hal geldi. Öfkemin, hırsımın yerini derin bir keder, bir hüzün aldı. Ne zamandır, seni hiçbir yerde bulamadığıma göre ölmüş olacağına
inanç getirmiştim. O gece geç vakit, belki saat on bir-on iki sularında, yatmadan, Tanrı’ya dua ettim; uygun bulursa beni bu dünyadan almasını, öbür dünyada Jane’ime
kavuşturmasını diledim... Odamda, açık penceremin önündeydim. İpek gibi yumuşak, tatlı gece havası içimi yatıştırıyordu. Seni öyle arıyordum ki, Janet! Hem ruhumla, hem de
bedenimle öyle özlüyordum ki seni! ‘Bunca aydır çektiğim yalnızlık, acı artık yetmedi mi?’ diye, üzgün, boynum bükük, sordum Tanrı’ya. Bütün çektiklerimi hak ettiğimi kabul ediyordum, ama daha fazla çekecek gücüm kalmadığını ileri sürüyordum. Böyle acılar içinde kıvranırken kalbimin çığlığı, elimde olmaksızın, dudaklarımda koptu: “Jane, Jane, Jane, diye bağırmışım.”
“Yüksek sesle mi söylediniz bunu?”
“Evet, Jane. Bir dinleyen olsaydı deli sanırdı beni... öylesine bağırmıştım.”
“Geçen pazartesi, gece yarısı sularıydı, öyle mi?”
“Evet. Saat önemli değil. En garibi, bundan sonra olanlar. Beni örümcek kafalı sanacaksın. Oldum olası birtakım boş inanlarım vardır, ama bu anlattıklarım gerçekten oldu.
Şimdi sana anlatacaklarımı gerçekten duydum. Ben ‘Jane, Jane, Jane!’ diye seslenirken bir ses bana karşılık verdi. Nereden geldiğini bilmiyorsam da kimin sesi olduğunu biliyordum
bunun. ‘Geliyorum; bekle beni!’ dedi bana. Sonra rüzgâra karışıp dağılan bir soru: ‘Neredesin?’ Becerebilirsem sana anlatayım bu sözleri duyunca gözümün önünde beliren
hayali. Yalnız, anlatmak istediğimi anlatabilmek de pek güç. Frendean, bildiğin gibi, sık bir ormanın içine gömülmüş durumda. Bu ormanın içinde sesler boğulur, yankılanmaz. Bu ‘Neredesin?’ sorusu dağlık, tepelik bir yerden söylenmiş gibiydi, sesin tepelere çarpıp dönen yankısını duydum çünkü. Serin, taze bir dağ rüzgârı alnıma çarpıyor gibi oldu. Sanki vahşi bir yerde, Jane’imle buluşuyorduk. Ruhlarımızın o anda buluştuklarına eminim. Sen mışıl
mışıl uykudaydın, herhalde, Jane. Belki de ruhun kafesinden çıkarak benim ruhumu avutmaya gelmişti; çünkü kendi varlığımdan emin olduğum kadar eminim ki bu ses senin sesindi!”
Benim o gizemli çağrıyı duyduğum da pazartesi gecesi, gece yarısı sularıydı; çağrıya da bu sözlerle karşılık vermiştim. Mr. Rochester’ın anlattıklarını dinledim, ama kendi başımdan geçenlerle ilgili hiçbir açıklamada bulunmadım. Bu rastlantı bence o kadar müthiş,
anlaşılmaz bir şeydi ki o anda üzerinde konuşmak doğru olmazdı. Kendi başımdan geçenleri
söylersem karşımdakini derinden etkileyecektim; o ise çok acı çekmişti, usunu bir de doğaüstü konularla karartmaya gerek yoktu. Böylece, ona hiçbir şey söylemeyip kendi
içimden düşündüm. Efendim anlatıyordu: “Dün gece öyle apansız karşıma çıktığında senin sahici olduğuna inanamadım. Buna artık şaşmazsın sanıyorum. Senin bir sesten, hayalden ibaret olmadığına
inanmakta güçlük çekiyordum. Gece yarısı duyduğum o ses, o yankı gibi yitip gideceğinden korkuyordum. Şimdi ise, Tanrı’ya bin şükür, öyle olmadığını biliyorum. Evet, Tanrı’ya
şükrediyorum bunun için!”
O sevgili elini alıp bir an dudaklarıma götürdüm. Sonra kolunu omzuma doladım. Boyum onunkinden çok daha kısa olduğu için hem yol göstereni, hem de desteği yerine
geçiyordum. Ormana girdik, evimizin yolunu tuttuk.95.(Fr.) Genç daha.(Y.N.)
96.Tanrıça Venüs’ün kör ve topal kocası, ateş tanrısı Vulcanus.(Y.N.)
![](https://img.wattpad.com/cover/204428888-288-k291855.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jane Eyre
عاطفيةJane Eyre,Charlotte Brontë © 2007,Can Sanat Yayınları Ltd.Şti. Tüm hakları saklıdır.Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı izni olmaksız ın hiçbir yolla çoğaltılamaz . 1.basım:2007 4.basım:Eylül 2013,İstanbul E-kitap 1.sürü...