34

12 3 0
                                    

İşler yoluna girinceye kadar Noel yaklaşmış, tatil başlamıştı. Morton köy okulunu tatil süresi için kapadım. Yalnız, bu ayrılışın benim yönümden kısır olmaması için elimden geleni yaptım. İnsanın talihi açılınca sanki eli de açılıyor. Kendi elimize geçenin bir bölümünü
başkalarına vermek, aslında içimizden kabaran duygu bolluğuna dışarı akacak bir yol açmaktır.
Okulumdaki köylü kızların beni sevmeye başladıklarını çoktandır seziyor, bundan büyük tat alıyordum. Şimdi, ayrılık sırasında, bu sezişlerimde yanılmamış olduğumu anladım. Kızlar sevgilerini açıkça belirttiler. Onların temiz yüreklerinde gerçekten bir yerim
olduğunu görünce duyduğum mutluluk çok derindi. Yeni öğretmenleri gelince de onları
unutmayacağıma, hemen her hafta gidip onlara ders öğreteceğime söz verdim. Şimdi sayıları altmışı bulan kızların dışarı çıkmasından sonra kapıyı kilitlemiştim ki St.John Rivers çıkageldi. Elimde anahtar, öğrencilerimin en iyilerinden olan beş-altı kızla konuşmaktaydım. İngiltere’nin hiçbir köyünde bu kızlardan daha bilgili, daha saygılı, daha benlik sahibi genç hanımlara rastlayamazdınız. Bununla çok şey belirtmek istiyorum; çünkü
İngiliz köylüleri zaten Avrupa’nın en bilgili, en saygılı, en benlik sahibi köylüleridir. Bu anlattığım günlerden beri Fransız, Alman, İtalyan köylülerini gördüm. Bunların en iyileri bile, benim Mortonlu kızlarla ölçülünce bilgisiz, kaba, uyuşuk geldi bana. Kızlar gittikten sonra St. John, “Bütün bir mevsim didinmenin karşılığını gördün mü dersin?” diye sordu.
“Çevrendeki insanlara gerçek bir iyilikte bulunmuş olduğunu bilmek sana kıvanç vermiyor mu?”
“Elbet veriyor.”
“Hem de ancak birkaç ay çalıştın! Bütün ömrünü insanlık hizmetine adasan değmez mi?”
“Değer değmesine, ama benim bu işi ömrümün sonuna kadar sürdürmem olacak iş değil ki!” dedim. “Başkalarının yeteneklerini yetiştirmekle yetinemem, kendi yeteneklerimin de sefasını sürmek isterim. Şimdilik niyetim bu. Bana bir süre için okuldan söz etme. Artık
okulu kapadım, dört başı mamur bir tatil yapmak niyetindeyim.”
St. John ciddileşerek, “Bu da nesi?” diye sordu. “Durup dururken bu ne heyecan? Ne yapacaksın?”
“Hareketli, çalışkan olacağım olabildiğim kadar. Önce işini görecek başka birini bulup Hannah’ya izin vermeni istiyorum.”
“Hannah’yı istiyorsun demek?”
“Evet... Birlikte Kır Evi’ne gideceğiz. Diana’yla Mary bir haftaya kadar geliyorlar. Onların gelişi için hazırlık yapmak istiyorum.”
“Anladım. Ben de senin bir geziye falan çıkacağını sanmıştım. Böylesi daha iyi. Hannah gelsin seninle.”
“Öyleyse lütfen söyle, yarın hazır olsun. Şu okulun anahtarı. Evinin anahtarını da yarın veririm.”
St. John anahtarı alarak, “Pek sevinçli olarak teslim ediyorsun bunu,” dedi. “Bu şen şakrak halini anlayamıyorum; çünkü bıraktığın işin yerine hangi işle uğraşacağını
bilemiyorum. Şimdi artık hayatta ne gibi bir amacın, nasıl bir tasarın, dileğin var?”
“Hayatta ilk amacım Kır Evi’ni tavan arasından bodrumuna kadar gıcır gıcır temizlemek. Bundan sonraki amacım cila, bez parçalarıyla işe girişerek her yanı ayna gibi parlatmak. Üçüncüsü de bütün masaları, sandalyeleri, koltukları geometrik bir düzene sokmak. Sonra
her odanın şöminesinde gürül gürül ateşler yanmasını sağlamak üzere o kadar çok odun, kömür alacağım ki iflas edeceksin. Son olarak da, Diana ile Mary’nin gelişinden iki gün önce
Hannah ile ben mutfağa gireceğiz. Öyle yumurtalar çırpacağız, kuşüzümleri ayıklayacağız,
öyle çeşit çeşit baharları değirmende çekeceğiz, öyle Noel pastaları yapacağız ki. Kısacası öyle mutfak törenleri düzenleyeceğiz ki anlatsam senin gibi toy gafiller bunu anlayamaz! Sözün kısası, amacım önümüzdeki perşembeden önce her şeyi Diana ile Mary için hazır
duruma getirmek, geldikleri zaman onları prensesler gibi karşılayıp ağırlamak.”
St. John hafifçe gülümsedi. Hâlâ içi rahat etmemişti.
“Bunların hepsi şimdilik iyi hoş, ama biraz da ciddi konuşalım,” dedi. “Bu ilk heyecan, ilk sevinç yatışınca kendine akraba sevgisinden, ev sefası sürmekten daha yüksek bir amaç arayacaksın elbet.”
“Dünyada bu saydıklarımdan daha güzel bir şey olur mu?”
“Yok. Jane, yok. Bu dünya bolluk, dirlik, düzenlik dünyası değil... Hiç kendini aldatma. Rahat da yoktur bu dünyada, onun için, sakın tembelleşme.”
“Tersine, arı gibi çalışmak niyetindeyim.”
“Jane, şimdilik hoş görüyorum seni. Yeni yaşamının tadını doya doya çıkarman, sonradan bulduğun akrabaların sefasını sürmen için sana iki aylık bir tatil tanıyorum. Yalnız umarım ki ondan sonra Kır Evi’nden Morton’dan, kardeş sevgisinden, uygar hayatın, para sahibi
olmanın bencil huzuruyla rahatından daha ötelere çevirirsin gözlerini. Umarım ki o zaman gene, bir şeyler yapabilmek için, için içine sığmamaya başlar.”
Şaşkınlıkla ona bakarak, “St. John, böyle konuşman günah gibi geliyor bana,” dedim.
“Ben sultanlar gibi rahat edip sefa sürmeye niyetlenirken sen, tutmuş, beni huzursuzluğa kışkırtmaya çalışıyorsun. Amacın ne?”
“Tanrı’nın sana emanet ettiği yetenekleri işe yarar duruma getirmek. Tanrı, elbet bir gün
gelecek, sana bağışlamış olduklarının hesabını soracaktır. Gözüm her an üstünde olacak, Jane, bilesin bunu! Şu sıradan ev işlerine öyle aşırı bir heyecanla, hevesle sarılıyorsun ki!
Bunu ayarlamaya çalış. Maddi, insancıl bağlara pek öyle dört elle sarılma. Vefanı, ateşini daha yüce, daha değerli amaçlar için sakla. Sudan amaçlar, geçici ölümlü şeyler için harcama kendini. Anlıyor musun, Jane?”
“Evet, Çince konuşsan bu kadar anlardım. Şu anda mutlu olmak için yüce, değerli nedenler var elimde. Ben de, ille mutlu olacağım işte! Sana da, güle güle!”
Gerçekten mutlu oldum Kır Evi’nde. Çok da çalıştım. Hannah da öyle. Altı üstüne gelmiş bir evin telaşı arasında bile benim bu derece şen şakrak olabileceğimi gördükçe
Hannah bayılıyor, benim bütün gün nasıl yorulmadan temizlik işleriyle uğraştığımı, yemek yaptığımı gördükçe hayran oluyordu. Birkaç gün her yanı ayağa kaldırdıktan sonra, kendi yarattığımız kargaşadan yavaş yavaş bir düzen oluşturmak büyük zevkti. Bu arada, ben
birkaç parça yeni eşya almak için S... kasabasına kadar gitmiştim; çünkü hala kızlarım bana dilediğim değişikliği yapmak konusunda açık çek vermişler, bu iş için belirli bir de para ayırmışlardı. Her zaman kullandığımız oturma odasıyla yatak odalarına pek ilişmedim;
çünkü o eski, gösterişsiz masalarla koltukları, yatak ve dolapları görmek Diana’yla Mary’ye en şık yenilikleri görmekten daha büyük mutluluk verecekti, bunu biliyordum. Gene de
onların gelişlerine benim istediğim tatil heyecanını katabilmek için bir yenilik şarttı. Bu düşünceyle, ağır renkli, güzel yeni perdeler, halılar, çiniden, pirinçten aynalar, antika süs
eşyaları, tuvalet masaları için yeni örtülerle aynalar edindim. Yedek bir odayla yatak odasını da eski maun eşyalarla, kızıl renkli kumaşlarla tepeden tırnağa yeniden döşedim. Aşağıdaki koridora kilim, yukarıdaki kata halılar serdim. Bütün bunlar olup bitince ev, dışarıdaki kışın
ıssızlığıyla, buz kesmiş çıplaklığıyla çelişen canlı, renkli, alçakgönüllü bir yuva sıcaklığına kavuşmuş oldu.
Beklenen perşembe en sonunda geldi çattı. Kızları akşamüzeri umuyorduk. Daha alacakaranlık basmadan aşağıda, yukarıda şömineler yakıldı. Mutfakta her şey yerli yerindeydi. Hannah ile ben giyinip kuşanmıştık. Kısacası her şey hazırdı.
Önce St. John geldi. Bütün hazırlıkları bitinceye kadar evin semtine uğramasın, diye ona yalvarmıştım; zaten bizim işlerimizi çok bayağı, önemsiz bulduğu için o kendiliğinden uzak durmuştu. Şimdi içeri girince beni mutfakta, fırında pişmekte olan çöreklere bakarken
buldu. Şömineye doğru yürüyerek, “Ee, hizmetçilik işinden hoşnut kaldın mı bari?” diye sordu.
Ben de buna karşılık vereceğim yerde, evi dolaşarak çalışmalarımın sonucunu denetlemesini söyledim. Onu buna razı etmek pek kolay olmadı. Dolaşırken de, benim
açtığım kapılardan içeri şöyle bir göz atmakla yetiniyordu. Yukarısını, aşağısını böylece gezdikten sonra benim az zamanda böyle hatırı sayılır değişiklikler yapabilmem için
herhalde çok yorulmuş, didinmiş olacağımı söyledi; ama evin güzelleştiğine sevindiğini falan
belirten tek kelime söylemedi. Onun bu sessizliği benim hevesimi kırdı. “Belki de yaptığım değişiklikler onun için değerli olan kimi eski anıları ortadan kaldırmıştır,” diye düşündüm. Biraz kırgın bir sesle ona bunu sordum.
“Hiç de değil,” dedi. “Tersine, eski anılara titiz bir saygı göstermiş olduğunu fark ettim. Ben senin bu iş üzerinde gerekenden daha çok kafa yormuş olmandan korkuyorum. Örneğin bu odanın düzeni için kim bilir kaç saat düşündün, uğraştın! Ha, aklıma gelmişken sorayım,
okuduğum kitabın nerede olduğunu söyleyebilir misin bana?”
Kitabın raftaki yerini ona gösterdim. Aldı, her zamanki penceresine çekilerek okumaya başladı. Ne yalan söyleyeyim, hiç hoşuma gitmedi bu! St. John iyi bir insandı ama katı
yürekli, soğuk olduğunu ileri sürdüğü zaman doğruyu mu söylemişti acaba? Yaşamın insancıl yönleri, gündelik zevkleri onu hiç sarmıyordu. O yalnızca bir amaç uğruna... Evet;
ama gene de rahat, dirlik bilmiyordu. Onun o mermer gibi duru beyaz olan yüksek alnına, o ince yüz çizgilerine baktım, baktım da birden şu karara vardım: St. John hiçbir zaman iyi bir
koca olamaz; onun karısı olmak kolay bir iş değildir. Onun Rosamond Oliver’a duyduğu sevginin iç yüzünü, içime doğmuşçasına, kavradım: Evet, bu yalnızca bir ten ateşiydi. Bunun
etkisi altında kaldığı için onun kendi kendinden tiksinebileceğini, bu aşkı öldürüp yok etmek için çabalayabileceğini de anlıyordum. Bu aşktan ne kendisi, ne de karşısındaki için sürekli bir mutluluk ummamakta haklıydı. O, doğanın kahramanlar yaratmak üzere kardığı hamurdan yoğrulmuştu... Kanun koyucuların, devlet adamlarının, fatihlerin hamuru. Bu gibi kişiler yüce davalar için sağlam, dayanıklı birer temel taşıdırlar, ama günlük hayatta soğuk,
ağır bir mermer direk kadar yersiz kaçar ve iç sıkarlar.
“Bu salon onun dünyası değil,” diye içimden geçirdim. “Himalaya Dağları’na, yabani ormanları arasına yaraşır o. Tevekkeli değil ev yaşantısının durgunluğundan yaka silkiyor! Ona göre değil bu yaşantı. Ruhu, zekâsı durgunlaşıyor, bir bataklığa saplanmış gibi oluyor burada: Gelişemiyor, kendini gösteremiyor. Savaşın tehlike dolu ortamlarında, yiğitliğin
ortaya konulduğu, kahramanlığın denendiği er meydanlarında boy gösterebilir... Bir üstün
insan, önder olarak. Şu şömine karşısındaysa neşeli, dilli bir çocuk bile ondan daha üstün durumdadır. Misyonerlik mesleğini seçmekte haklıymış meğer; bunu anlıyorum şimdi.”

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin