21.2

11 3 0
                                    

Ben içeriye girince hanımların ikisi de kalktılar, beni “Miss Eyre” olarak karşıladılar. Eliza hiç gülümsemeden sert bir sesle, “Hoş geldiniz,” dedi, sonra gene yerine oturarak gözlerini
ateşe dikti. Beni unutmuş gibiydi. Georgiana ise, “Hoş geldiniz” sözlerine, yolculuğuma,
havalara ilişkin birtakım basmakalıp sözler ekledi. Yayvan yayvan, ağır ağır konuşuyor, bir yandan da gözünün ucuyla beni süzerek tepeden tırnağa ölçüp biçiyordu. Bakışları şimdi
eski yün pelerinimin soluk kıvrımlarında, sonra şapkamın düz kurdelesinde oyalanıyordu.
Genç hanımlar, ağızlarını hiç açmadan, insana “rüküş” demesini iyi bilirler! Şöyle bir tepeden bakış, soğukça bir tavır, umursamaz bir ses, onların bu konudaki duygularını, ne
sözle, ne de hareketle kabalık etmeye gerek kalmadan, açıkça ortaya vurur. Ne var ki, ister açık, ister kapalı olsun, hiçbir alay beni eskisi gibi ezemezdi artık. İki dayı kızının arasında otururken kendi kendime şaşıyordum: Birisinin tüm umursamazlığı, öbürünün yarı alaylı
halleri karşısında öylesine rahat ve sakindim ki! Ne Eliza’nın aldırmazlığı beni kahrediyor ne de Georgiana’nın tepeden bakışı elimi ayağıma dolaştırıyordu. Aslında, benim aklım
fikrim bambaşka şeylerdeydi. Şu son aylarda içimde, onların uyandırabileceğinden çok daha
şiddetli duygular uyanmıştı. Onların hiçbir zaman uyandıramayacağı kadar derin, keskin acılar, mutluluklar tatmıştım ben. Şimdi artık bana karşı nasıl davranırlarsa davransınlar, vız gelirdi!
Biraz sonra, serinkanlılıkla Georgiana’ya bakarak, “Mrs. Reed nasıl?” diye sordum. Böyle doğrudan doğruya soru sormak benim haddime düşmezmiş gibi Georgiana şöyle
bir tafralı tutum takındı:
“Mrs. Reed mi? Ha, anneciğimi soruyorsun! Çok hasta, yazık! Kendisini bu gece görebileceğini hiç sanmıyorum.”
“Gidip ona benim geldiğimi söyleyiverirsen çok sevinirim,” dedim. Georgiana bir irkiliş
irkildi, sonra o mavi gözlerini öfkeyle iri iri açtı. “Kendisi beni görmeyi pek istemiş, biliyorum,” dedim. “Onun dileğini hiç geciktirmeden yerine getirmek isterdim.”
Eliza, “Annem akşamleyin rahatsız edilmekten hoşlanmaz,” dedi.
Ben de ayağa kalktım, şapkamla eldivenlerimi çıkardım; gidip Bessie’yi bularak Mrs. Reed’in beni bu gece kabul edip etmeyeceğini sordurtacağımı söyledim. Dışarı çıktım.
Bessie’yi bulup yengeme gönderdikten sonra başka gerekli işlere giriştim. Eskiden ben kendi
başıma buyruk davranmaktan çekinirdim. Bir yıl önce konağa dönsem de bu biçim karşılansam hemen ertesi sabah çıkıp gitmeye karar verirdim. Şu anda böyle bir aptallık yapmaya hiç niyetim yoktu. Yengemi görmek için bunca yoldan gelmiştim. Onun yanında
kalmam şarttı... İyi oluncaya ya da ölünceye kadar. Kızlarının kibirine, sersemliğine gelince, bunları unutmalı, hiç oralı olmamalıydım. Kâhya kadını bulup bir oda istedim. Bir-iki hafta kalacağımı söyledim. Bavulumu yukarı taşıttım; kendim de odama çıkarken sahanlıkta
Bessie’yle karşılaştım.
“Hanımefendi uyanık,” dedi. “Senin geldiğini bildirdim. Gel, bakalım seni tanıyacak mı?”
O çok iyi bildiğim odaya gidebilmem için bir yol gösterene gerek yoktu! Eskiden kaç kez azar işitmek ya da ceza yemek için çağırılırdım bu odaya! Bessie’nin önü sıra çabucak
yürüdüm. Usulca açtım kapıyı. Masanın üzerinde gölgelikli bir lamba yakılmıştı; çünkü ortalık kararmaya başlıyordu. İşte kehribar renkli perdeleriyle gene o eski, dört sütunlu, koca karyola! İşte tuvalet masası, koltuk, işlemediğim suçlar için af dilemem gerektiği zaman
üstüne diz çöktüğüm iskemle! Gözlerim koltuğun bir köşesine kaydı. Orada, bir zamanlar ödümü koparan değneğin o incecik karaltısını görecek gibi oldum. Karyolaya yaklaştım.
Perdeleri araladım, üst üste yığılmış duran yastıklara doğru eğildim.
Mrs. Reed’i hiç unutmamıştım. Çok iyi tanıdığım yüzüne şimdi heyecanla baktım. İyi ki insanın öç alma istekleri, öfkeleri, hıncı, nefreti zamanla sönüyor, unutuluyor. Ben bu kadından hınçla, nefretle dopdolu olarak ayrılmıştım. Şimdi yanına döndüğüm sırada duyduğum tek şey, onun çektiği büyük acılara karşı bir tür acıma, bütün kırgınlıkları unutup
bağışlamak, barışıp dostça karşılanmak için büyük bir özlemdi.
Ezbere bildiğim o yüz işte karşımdaydı; her zamanki gibi sert, inatçı; gözlerdeki o hiçbir
şeyin eritemediği buz, o despotça, buyurganlıkla biraz kalkmış duran kaşlar! Bu yüz benim
üzerime kaç kez korku, nefret yağdırmıştı. O haşin çizgileri gördükçe çocukluktaki
korkularımın, üzüntülerimin anısı nasıl da yeni baştan canlanıyordu! Gene de eğilip öptüm onu. O da bana baktı.
“Jane Eyre mi bu?’
“Evet. Nasılsınız?’
Bir zamanlar onun adını bir daha ağzıma almayacağıma yemin etmiştim. Şimdi bu yemini bozmayı günah saymıyordum. Parmaklarım elini kavramıştı. O da benim elimi
sevgiyle sıksa nasıl sevinecektim! Ama, katı huylar öyle kolay kolay yumuşamaz. Köklü soğuklukların giderilmesi de pek öyle kolay değildir. Elini elimden çekti, yüzünü biraz yana doğru çevirerek havanın pek ılık olduğunu söyledi. Sonra o buz gibi bakışlarını üzerime dikti. Onun bana ilişkin düşüncelerinin, duygularının hiç değişmediğini, hiçbir zaman da
değişmeyeceğini o saat anladım. Sevginin parlatamadığı, gözyaşlarının yumuşatamadığı o mermer gözlerin bakışından anlıyordum ki, yengem beni hep kötü bir insan olarak görmeye kararlıydı. İyi olduğuma inanmak, ona yüce bir kıvanç vermezdi ki! Yanılmış olmak onu
ancak küçük düşürür, ağırına giderdi! Önce içim burkuldu. Sonra öfkelendim. Sonra da bu kadını yola getirmek, onu kişiliğine,
iradesine karşın egemenliğimin altına almak için bir azim duydum. Gözlerim yaş dolmuştu...
Tıpkı çocukkenki gibi. Kaynaklarına geri dönsünler diye buyurdum onlara. Yatağın başucuna bir sandalye çektim, oturdum; hasta kadına doğru eğildim, “Beni çağırmışsınız,” dedim. “Ben de geldim. Sizin durumunuzu iyice anlayıncaya kadar da başınızda kalmaya niyetim var.”
“A, elbet!” dedi. “Kızlarımla görüştün mü?”
“Görüştüm.”
“Söyle onlara; aklımda birkaç şey var... Bunları seninle konuşuncaya kadar burada kalmanı istiyorum. Bu gece çok geç. Sana söyleyeceklerim aklıma gelmiyor. Ama bir şey
vardı... Dur bakayım...” Dalgın bakışları, peltek konuşması, bir zamanlar o kadar gürbüz olan
yapısının şimdi nasıl yıkıntıya döndüğünü belli ediyordu. Hafifçe kımıldayarak, yorganını
üzerine çekmeye çalıştı. Dirseğim yorganın bir köşesini bastırmıştı. Sinirlendi. “Doğru otur!”
diye beni payladı. “Bırak yorganı da canımı sıkma benim! Jane Eyre misin sen?”
“Jane Eyre’im.”
“O çocuğun bana verdiği sıkıntılara kimseler inanmaz. Başıma kaldı benim... Öyle bir yük! Her gün, her saat kızdırırdı beni... O anlaşılmaz huyları, birden taşıp köpürmeleri,
herkesi durmadan gözetlemesiyle. Büyümüş de küçülmüş gibi halleri vardı. İnan olsun, bir keresinde deli gibi, ifrit gibi çıkıştı bana. Ben ömrümde böyle konuşan, böyle davranan çocuk görmedimdi! Onu başımdan savınca sevindim, doğrusu. Lowood’da nasıl idare ettiler
onu acaba? Humma görülmüştü orada... Öğrencilerin birçoğu ölmüşlerdi. Jane ölmedi ama
ben öldü dedim. İstedim onun ölmesini.”
“Çok garip bir istek, Mrs. Reed. Neden bu kadar nefret ediyorsunuz bu kızdan?”
“Onun annesinden de nefret etmiştim, oldum olası; çünkü kocamın tek kız kardeşiydi, gözünün bebeği. Yoksul bir papazla evlenince bütün aile o kadını dışladı, ama benim kocam
onlara karşı geldi. O kadının ölüm haberi geldiği zaman da kocam deliler gibi ağladı. İlle çocuğu yanımıza aldırtalım, diye direndi. Oysa ben, çocuğu bir sütninenin evine ver, parasını gönder, diye yalvarmıştım. İlk gördüğüm an sevmedim onu... Marazlı, zırıltılı bir şeydi. Başka çocuklar gibi bağırıp ağlamaz, beşiğinde sabaha kadar zırlar dururdu. Kocam pek acırdı ona.
Kucaklar, pışpışlardı, kendi çocuğu gibi. Kendi çocuklarıyla o kadar küçüklüklerinde hiç meşgul olmamıştı ya... O da başka! İlle, bizim kendi çocuklarımız da bu sığıntıya sokulsun, güler yüz göstersin ister, yırtınırdı. Benim yavrularımsa o veledi görmeye bile dayanamıyorlardı. Bunu ne zaman ortaya vursalar babaları küplere biniyordu... Son hastalığında durup durup o sığıntıyı istetti, yanından ayırmadı. Ölümünden hemen bir saat
önce, bana yemin bile ettirtti... O pis şeyi evimden hiç ayırmayacağım diye! Yoksullar yuvasından bir piç getirip elime vereydi daha iyiydi bence!.. Ama kocam zayıf karakterli bir adamdı, yaradılıştan zayıf. John’um hiç babasına çekmemiş... Çok seviniyorum buna. John
bana ya da dayılarına çekmiş... Sapına kadar Gibson!.. Ah, o para mektuplarıyla başımın etini yemekten bir vazgeçse!.. Ona verecek param kalmadı artık. Yoksul olup çıkacağız bu gidişle. Zaten şimdi bile hizmetçilerin yarısına yol verip evin bir bölümünü kapamam gerek;
ya da kiraya vermeli. Buna dünyada katlanamam; ama başka türlü nasıl geçineceğiz?
Gelirimin üçte ikisi ipotek ödemelerine gidiyor. John da öyle çok kumar oynuyor ki... Hep de
kaybediyor, zavallı oğlum benim! Dolandırıcıların, hilebazların elinde kaldı! Battı, mahvoldu,
rezil oldu John... Kendi de öyle feci çöktü, değişti ki gördüğüm zaman onun adına utanıyorum, inan olsun!”
Yengem aşırı heyecanlanmıştı. Karyolanın öbür yanında duran Bessie’ye dönerek, “Ben
artık gitsem iyi olacak,” dedim.
“Öyle, Küçükhanım. Çoğu akşamlar böyle konuşuyor. Sabahları daha sakin oluyor.”
Ayağa kalktım. Yengem, “Dur!” diye bağırdı. “Bir diyeceğim daha var. John korkutuyor beni... ‘Kendimi öldürürüm, seni öldürürüm!’ deyip duruyor hep. Arada rüyalarıma giriyor: Boğazı kesilmiş ya da suratı şişmiş, morarmış. Öyle bir çıkmazdayım ki! Dertlerim öyle
yüklü ki! Ne yapmalı? Nereden para bulmalı?”
Bessie ona yatıştırıcı bir ilaç vermeye çalıştı; bunu zorlukla yapabildi. Mrs. Reed biraz duruldu, uyuklamaya başladı. Yanından ayrıldım. Onunla bir daha ancak on günü aşkın bir
zaman sonra görüşebildim. Hep uyuşuk bir halde yatıyor, sayıklıyordu. Doktor, heyecanlanma, demişti. Ben de, Georgiana ve Eliza ile elimden geldiğince iyi geçinmeye
çalışıyordum. Başlangıçta buz gibi soğuk davrandılar bana. Eliza koca bir gün, ne bana, ne kız kardeşine tek bir söz söylemeden oturup dikiş dikiyor, kitap okuyup yazı yazıyordu.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin