34.4

10 3 0
                                    

Onu dinlerken baştan ayağa ürperdim. Etkisini iliklerimde, baskısını elimde, ayağımda
duyuyordum.
“Öyleyse benden başkasına bak sen, St. John. Kendine uygun birini ara.”
“Amacıma uygun birisini, demek istiyorsun. Kutsal görevimi yürütebilecek birisi. Bak sana gene söylüyorum: Evlenmek isteyen benim önemsiz, bedensel varlığım değil, içimdeki misyonerdir.”
“İyi ya, ben de bu misyonere bütün gücümü, yardımımı bağışlayacağım. İstediğin bundan ibaret değil mi? Ama kendimi vermeyeceğim. Varlığımın özünü, çekirdeğini
verdikten sonra, varsın kabuğum eksik kalsın, ne çıkar? Misyonerin işine nasıl olsa yaramaz
bu kabuk. Bende kalsın, daha iyi.”
“Kalmasın. Kalamaz. Tanrı yarım bağışla yetinir mi, eksik kurban kabul eder mi sanıyorsun? Ben Tanrı’nın davasını güdüyorum. Seni O’nun bayrağı altına çağırıyorum.
O’nun adına çalıştığıma göre ikiye bölünmüş bir bağlılığa razı olamam. Bir bütün olmalı.”
“Gönlümü Tanrı’ya seve seve veririm,” dedim. “Sen nasıl olsa istemiyorsun.”
Bu sözleri söylerken sesimde, duygularımda gizli, acı bir alay olmadığına yemin edemem, sayın okurum. Şimdiye kadar St. John’dan gizliden gizliye ürkmüştüm; çünkü onu anlayamamıştım. Bir bilmeceydi: Ne kadarı melek, evliya; ne kadarı sıradan bir ölümlü insan... Şimdiye kadar bilememiştim bunu. Şu konuşmamız sırasında birçok gerçek ortaya serilmekte, onun kişiliği açıklığa kavuşmaktaydı. Zayıf yönlerini görüyor, anlıyordum artık.
Şuracıkta, şu bozkır yamacında, benim kadar zayıf, kusurlu bir âdemoğlunun ayakları
dibinde oturmakta olduğumu kavrıyordum. St. John’un gerçek kişiliğindeki despotluk, katı
yüreklilik sırıtıvermişti. Onun bu kusurlarını görüp, bir melek olmadığını anlar anlamaz ben
de yürek bulmuştum. Karşımda benimle eşit olan bir insan vardı; tartışmaya tutuşabileceğim, gerekirse karşı gelebileceğim bir insan. Son cümlemi söyledikten sonra St. John hiç sesini çıkarmamıştı. Ben de, biraz sonra, yüreğimi pekiştirerek başımı kaldırdım, yüzüne baktım. Bana dikili duran gözlerinde hem hoşnutsuz bir şaşkınlık, hem de keskin bir merak okunuyordu.
“Bunun ciddi bir sorun olduğunu lütfen unutmayalım,” dedi. “Hafife alırsak günaha girmiş oluruz. Jane, gönlünü bir kez insanların sevgisinden kopararak Tanrı’ya verdin mi, artık senin için başlıca mutluluk ve amaç, yeryüzünde Tanrı’nın etkisini geliştirmek
olacaktır. Bu amaca hizmet için ne gerekirse hemen yapmaya can atacaksın. Her yönden
birleşirsek ortaklaşa çabalarımızın nasıl hız kazanacağını sen de göreceksin! Bunu görünce
bütün ufak tefek heveslerden vazgeçeceksin. Sevgi mevgi gibi sudan şeyleri bahane etmeden,
önemsiz kişisel duyguların türünü, derecesini hesaba katmadan sen de bu birleşmenin bir an önce gerçekleşmesi için çırpınacaksın.”
“Öyle mi?” diye kısaca sordum; yüzüne baktım. Uyum yönünden güzelse de durgun sertlikleriyle insanı ürküten o yüz çizgilerine,
buyurgansa da açık olmayan alnına, parlak, derin, keskin bakan gene de hiç yumuşamayan gözlerine, o uzun boylu, etkileyici, soylu yapısına baktım; kendimi onun “karısı” olarak düşündüm. Yok! Olanağı yoktu bu işin! Onun çömezi, dava yoldaşı olsaydım, iyi! Bu sıfatla onun yanı sıra denizler, dağlar aşar, Doğu güneşlerinin altında, Asya çöllerinde ırgatlar gibi çalışır, onun cesaretini, inancını, gayretini kendime örnek alarak egemenliğine sessizce
boyun eğer ve hırslarına güler geçerdim; onun ruhundaki misyonerle erkeği ayırt ederek
birine en derin saygıyı gösterirken öbürünün kusurlarını gönülden bağışlayabilirdim. Çok zaman acı çekeceğim kesindi; hele bedenim sımsıkı bir boyunduruğa geçirilmiş gibi olacaktı, ama gönlüm özgür, içim rahat olurdu. Yalnız, boş dakikalarımda kendi içime döner, tutsak alınmamış, özgür duygularımla, düşüncelerimle arkadaşlık edebilirdim. Ruhumun, onun hiçbir zaman giremediği, bütünüyle kendimin olan köşe bucakları bulunurdu. Buralarda
onun sert disiplininin kurutamadığı, ölçülü savaşçı adımlarının çiğneyemediği taptaze
duygular filiz sürerdi. Ama, onun karısı olarak –hep yanı başında, hep onun yönetimi, baskısı altında– ruhumun ateşini hep kısık olarak tutmak, için için tutuşurken gık
diyememek... İşte bu çekilmezdi.
“St. John!” dedim. Buz gibi bir sesle, “Evet?” diye sordu.
“Gene söyleyeceğim: Bir misyoner yoldaşın olarak seninle gitmeye candan razıyım ama karın olarak, hayır! Seninle evlenip senin bir parçan olamam.”
Soğukkanlılıkla, “Benim bir parçam olman şart, yoksa gelemezsin,” dedi. “Ben, daha otuzuna basmamış bir adam, Hindistan’a yanımda on dokuz yaşında bir kızla nasıl gidebilirim... evli olmazsak! Nasıl birlikte yaşayabiliriz –kimi zaman baş başa, kimi zaman vahşi kabileler arasında–?”
Ben biraz sertlenerek, “Pek güzel yaşayabiliriz,” dedim. “Diyelim ki ben senin gerçek kız kardeşinim ya da bir erkeğim, senin gibi bir papaz.”
“Kız kardeşim olmadığın biliniyor. Seni bu sıfatla tanıtamam, yoksa ikimizi de kuşku altında bırakırım. İkincisine gelince erkek kafası gibi işleyen bir kafan var, ama yüreğin
kadın yüreği; yürümez bu iş.”
Burun kıvırarak, “Yürür, yürür!” dedim, “hem de bal gibi! Yüreğim kadın yüreği ama sana karşı değil. Sana karşı yalnız bir arkadaş, bir kardeş sevgisi, yakınlığı var içimde. Bir çömezin ustasına karşı duyduğu saygı, hayranlık ve bağlılık var. Başka hiçbir şey yok, korkma!”
St. John, kendi kendine konuşur gibi, “Tam bana göre, tam benim istediğim,” diye mırıldandı. “Yalnız, ortada engeller var. Onları yıkmak gerek. Benimle evlenirsen pişman
olmazsın Jane, inan bana. Evlenmemiz şart. Bak, gene söylüyorum, başka çıkar yolu yok
bunun. Hem zaten evlendikten sonra birbirimizi sevmeye başlarız elbette. Bu da birleşmemizi senin gözünde bile haklı gösterir.”
“Senin dediğin sevgiyi küçümsüyorum ben!” demekten kendimi alamayarak ayağa
kalktım, onun karşısına geçip sırtımı kayaya dayadım. “Bana sunduğun yalancı sevgi olmaz olsun, St. John! Şunu bil ki bana böyle bir şey sunduğun için gözümden düşüyorsun.”
St. John biçimli dudaklarını kısarak gözlerini bana dikti. Öfkelenmiş miydi, şaşırmış mıydı, pek kolay anlaşılmıyordu, yüzünün ifadelerine o kadar söz geçirebilen bir insandı ki!
“Senden böyle bir sözü hiç beklemezdim,” dedi. “Kendimi küçük düşürecek bir şey yaptığımı, söylediğimi sanmıyorum.”
O dakikadaki uysal duruşu içime dokundu; soylu, sakin tutumu bana gene de saygı aşıladı.
“Söylediklerimi bağışla, St. John. Yalnız, böyle rastgele konuştumsa suç sende. Anlaşamadığımız bir konu attım ortaya. Bu yönden yaradılışlarımız birbirine öylesine aykırı ki bu konuyu hiç açmasak daha iyi olur. Şu sevginin lafı bile bizi birbirimize düşürmeye
yetiyor, kendisi karşımıza çıksa ne yaparız, neler duyarız! Sevgili kuzenim, vazgeç şu evlenme işinden, unut bunu.”
“Hayır!” dedi. “Çoktandır kurduğum bir tasarı bu benim. Yüce amacıma ulaşmamı sağlayacak tek yol. Ama şimdilik, üstelemekten vazgeçiyorum artık. Yarın Cambridge’e
gideceğim, vedalaşmam gereken birçok arkadaşım var orada. İki hafta kalacağım. Bu sırada sen de benim önerimi şöyle enine boyuna bir düşün. Şurasını unutma ki ‘hayır’ dersen bana değil, Tanrı’ya ‘hayır’ demiş oluyorsun. Tanrı, benim aracılığımla sana yüce bir geleceğin
yolunu açıyor. Bu yola ancak benim karım olarak girebilirsin. Benim karım olmayı reddettiğin anda kendini ömür boyu bencil rahatlıklar, kıvrak karanlıklar yoluna mahkûm
etmiş olursun. Bu durumda da, belki, dinden döndükleri için kâfirden beter sayılanlar arasında yer alırsın. Bunu düşün, ayağını denk al!”
St. John sözlerini bitirmişti. Bana arkasını dönerek gene, “Bir ırmağa baktı, bir de dağlara...”92 dedi.
Yalnız, bu kez duygularını içinde hapsetti. Artık beni, duygularını açmaya layık bulmuyordu besbelli. Onun yanı sıra eve doğru yürürken bana karşı beslediği bütün
duyguları o çelik sessizliğinde okuyabiliyordum: Yumuşak başlılık beklediği yerde direnmeyle karşılaşan sert, despot bir kimsenin umut kırıklığı; karşısındakinde hoş
görmediği, paylaşamadığı duygular, düşünceler bulan soğukkanlı, katı bir kimsenin hoşnutsuzluğu... Kısacası, bir erkek olarak, St. John’un içinden, başıma vura vura beni isteğine razı etmek geliyordu. Ters tutumlarıma sabırla dayanıyorsa düşünüp tövbe etmem için böyle uzun bir süre tanıyorsa bu salt, gerçek inanç sahibi bir din adamı olmasındandı.
O gece kız kardeşini öptükten sonra benimle tokalaşmayı bile unutmak daha işine geldi; hiç sesini çıkarmadan yanımızdan ayrıldı. Onu bir arkadaş olarak çok sevdiğim için bu kasıtlı soğukluk kalbimi kırdı; o kadar ki gözlerim yaş içinde kaldı.
Diana, “Anladığıma göre yürüyüş sırasında St. John’la kavga etmişsiniz,” dedi. “Hemen
arkasından koş, Jane. Şimdi taşlıkta seni bekleyerek oyalanıyordur. Barışırsınız.”
Böyle durumlarda hiç gururlu değilimdir; gururlu olmaktansa mutlu olmak benim için
her zaman yeğdir. Koştum St. John’un arkasından. Merdivenin alt başında duruyordu.
“İyi geceler, St. John,” dedim.
Pek sakin bir tutumla, “Sana da, Jane,” dedi.
“Ver elini öyleyse,” dedim.
Öyle soğuk, öyle gevşek sıktı ki elimi! O gün aramızda geçenler onu iyice
sinirlendirmişti. Ne kadar yakınlık göstersem yumuşamayacaktı. Ağlayıp sızlansam bile yararı yoktu. Barışmak niyetinde değildi. Ondan şu sırada tatlı bir gülümseyiş, dostça bir söz ummak boşunaydı. Öyleyken, gene de ruhunun dindar yönü sabırlı, sakindi. “Beni bağışlıyor
musun?” diye sordum. Kin gütmek huyu olmadığını, zaten gücenmediği için beni bağışlamasının söz konusu olmadığını söyledi, yanımdan ayrıldı. Keşke bir vuruşta beni yere yıksaydı!

91.Hz .İsa’nın havarilerinden Paulus’un çömez i olan Demas,onun tutsak olarak götürüldüğü Roma’ya kadar gitmiş,sonra onu yarı yolda
bırakarak memleketi Selanik’e dönmüştür.(Ç.N.)
92.Walter Scott’un bir şiirinden.(Y.N.)

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin