8

12 2 0
                                    

Daha benim yarım saatlik ceza sürem dolmadan saat beşi vurdu. Bütün okul çay içmek için yemekhaneye gitti. Ben de iskemlemden aşağı inmek gözü pekliğini gösterdim.
Alacakaranlık iyiden iyiye bastırmıştı. Bir köşeye sinip yere oturdum. Şu saate kadar başımı dik tutmuş olan ruh gücü erimeye başlamıştı. Tepki kendini gösterdi, çok geçmeden öylesine karşı gelinmez bir üzgü beni pençesine aldı ki yüzükoyun yere kapandım, ağlamaya başladım. Helen Burns yanımda değildi artık. Tek başıma kalınca kapıp koyuverdim
kendimi, gözyaşlarım tahtaları ıslatmaya başladı. Oysa ben Lowood'a gelince o kadar iyi olmaya, öyle çok şey öğrenmeye karar vermiştim
ki! Bir sürü arkadaş edinecek, herkesin saygısını, sevgisini kazanacaktım. Hatta gözle görülür
ilerlemeler göstermiştim bile! Daha bu sabah sınıf birincisi olmuştum. Miss Miller beni candan övmüş, Miss Temple de hoşnutlukla gülümsemiş, ayrıca söz vermişti: Daha iki ay
böyle ilerleme gösterirsem kendisi bana resim dersi verecek, Fransızca öğrenmeme de izin verecekti. Sonra, öğrenci arkadaşlarımla da aram iyiydi. Yaşıtlarım beni kendileriyle bir tutuyorlar, büyük kızlar da beni pek öyle eskisi gibi ezmiyorlardı. Gelgelelim, şu anda gene yıkılmış, ayaklar altında çiğnenmiştim. Bir daha ayağa kalkıp başımı kaldırabilecek miydim?
"Hiçbir zaman!" diye düşünüyor, bütün varlığımla, "Ölsem!" diyordum. Ben böyle yüksek sesle, kesik kesik "Ölsem!" diye ağlarken birisi içeri girerek bana doğru yaklaşmıştı. Silkinerek doğruldum. Gelen gene Helen Burns'dü. Sönmek üzere olan ateşin ışığında onu hayal meyal seçebiliyordum. Kahvemle ekmeğimi getirmişti.
"Hadi, ye biraz," dedi
Ben kahveyi de, ekmeği de ittim. Tek bir yudum, tek bir kırıntı bile boğazıma dizilecekmiş gibi geliyordu. Helen bana bakıyordu. Şaşıyordu belki de; çünkü ne yapsam
yenemiyordum üzüntümü, yüksek sesle ağlayıp duruyordum. Helen yanı başıma, yere oturarak kollarını dizlerine sarıp başını kollarına dayadı, hiç sesini çıkarmadı. İlk konuşan ben oldum.
"Helen... Herkesin yalancı bildiği bir kızın yanında niçin duruyorsun?"
"Herkes mi dedin, Jane? Ne münasebet! Sana yalancı denildiğini yalnızca seksen kişi duydu. Dünyada yüz milyonlarca insan var."
"Bana ne o milyonlardan! Benim tanıdığım seksen kişi beni küçük görüyor ya... Sen ona bak!"
"Jane, yanılıyorsun. Bu konuda seni küçük gören tek bir kişi bile yoktur, buna inanıyorum. Birçokları da sana acıyorlardır."
"Mr. Brocklehurst'ün o dediklerinden sonra nasıl acırlar?"
"Tanrı değil ya! Hatta beğenilen, büyük bir adam bile değil! Kimsecikler sevmez onu burada; kendini sevdirmek için hiçbir şey yapmaz ki! O seni özellikle övüp, göklere çıkarsaydı burada birçok kişi sana, (gizli ya da açık olarak) düşman kesilirdi. Şimdi kızların çoğu, göze alabilseler, gelip senin derdine ortak olurlar. Belki birkaç gün pek yanına sokulan olmaz ama, içlerinde sana karşı gizli bir yakınlık var. Her zamanki gibi iyi bir insan olmayı sürdürürsen onlar da bu duygularını yakında gene ortaya vururlar... Hem de bu kez eskisinden daha açık olarak. Hem Jane... Başka bir şey daha var..."
Helen duralamıştı. Elimi onun eline vererek, "O neymiş, Helen?" diye sordum.
Helen parmaklarımı ısıtmak için ağır ağır ovuşturarak, "Bütün dünya senden nefret edip seni kötü diye tanısa bile senin kendi vicdanın rahat, suçsuz olduğu sürece hiç arkadaşsız
kalmazsın," dedi.
"Yok... Kendi vicdanım rahat," dedim. "Bunu biliyorum ama, yetmiyor bu bana. Başkaları da beni sevmezse ben ölmeyi yaşamaya yeğ tutarım. Sevilmemek... Yapayalnızlık... Bunlara dayanamam artık, Helen! İnan bana; senden, Miss Temple'dan, gerçekten sevdiğim kişilerden biraz sevgi bulabilmek için kolumun kırılmasına bile seve seve razı olurum... Azgın
boğaların boynuzuna atarım kendimi. Çifte atan atların ayağı altına gider dururum... Nalları göğsümü paralasa gam yemem..."
"Sus, Jane! İnsan sevgisini çok büyütüyorsun gözünde. Aşırı ateşlisin. Kendini tutmasını
bilemiyorsun. Şu vücudunu yaratıp içine can koyan o yüce el senin için, kendi ölümlü varlığından ve senin gibi ölümlü olan öteki varlıklardan çok daha başka avuntular bağışlamıştır. Bu dünyanın, insanoğlunun dışında gözle görülmeyen bir dünya, bir de ruhlar
tayfası var. Bu gizli dünya bizi dört bir yanımızdan kuşatmış durumdadır. O ruhlar da bizim
başımızda nöbettedir; çünkü onlara bizleri koruma görevi verilmiştir. Bizler bu dünyada acıdan, utançtan ölsek bile, herkesin gözünden düşsek, lanetleri altında ezilsek bile, melekler
bizim çektiklerimizi görür, masumsak bizim masumluğumuzu anlarlar. Örneğin, sen şimdi
masumsun. Mr. Brocklehurst hiç düşünmeden, utanmadan çokbilmişlik etti. Mrs. Reed'den
duymuş olduklarını söyleyiverdi. Oysa, senin duygulu bakışlarından, tertemiz alnından dürüstlük, içtenlik akıyor. Bu masumluğunun ödülünü göreceksin. Tanrı bizi iyice
ödüllendirmek için ruhumuzun tenimizden ayrılmasını bekliyor. Öyleyse üzüntüye neden
kaptıralım kendimizi, mademki ömür kısa, ölüm de mutluluğa giden bir yoldur?"
Buna karşılık vermedim. Helen beni yatıştırmıştı; gelgelelim bana verdiği huzurda anlatılmaz bir hüzün tortusu da vardı. O konuştukça içimi yas bürümüştü, ama bu yasın
nedenini bilemiyordum. Konuşması bitince soluk soluğa kalmıştı. Kuru kuru öksürdü biraz.
Bunu duyunca bir an için tasalarımı unutur gibi oldum, içimde ona karşı belirsiz bir kaygı duydum. Başımı onun omzuna yaslayarak kolumu beline sardım. O da beni kendine doğru çekti; böylece hiç konuşmadan durduk.
Biz böyle birbirimize sarılalı pek çok olmamıştı ki odaya bir başkası daha girdi. Hızlanan rüzgârın kara bulutları itmesiyle ay ortaya çıkmış, pencereden içeri dolan ışığı
bize de, yaklaşan karaltının üzerine de vurmuştu. Bunun Miss Temple olduğunu o saat tanıdık.
"Seni bulmaya geldim, Jane Eyre," dedi. "Odama gelmeni istiyorum. Madem Helen Burns de burada, o da gelsin."
Ayağa kalkıp dışarı çıktık. Müdirenin peşine düşerek kıvrımlı koridorlardan geçtik, bir de merdiven tırmanarak onun odasına vardık. Şömine harıl harıl ateş yanıyordu, odanın da iç açıcı bir görünümü vardı. Miss Temple, Helen Burns'ü şöminenin yanındaki alçak koltuğa
oturttu, kendisi öbürüne oturdu, beni de yanına çağırdı. Başını eğip yüzüme bakarak:
"Fırtına dindi mi artık?" diye sordu. "Ağlayarak derdini boşaltabildin mi?"
"Bunun olanağı var mı?"
"Neden?"
"Haksız yere suçlandım da ondan. Şimdi siz, başkaları herkes beni kötü bileceksiniz." "Davranışların nasılsa biz seni öyle bileceğiz, kızım. İyi bir çocuk olmayı sürdürürsen bizi hoşnut bırakırsın."
"Sahi mi, Miss Temple?"
Miss Temple kolunu omzuma dolayarak, "Sahi ya!" dedi "Şimdi söyle bana, Mr. Brocklehurst'un velinimet dediği hanım kim?"
"Mrs. Reed, dayımın hanımı. Dayım ölünce, beni de ona emanet etmiş."
"Demek kendiliğinden bağrına basmamış seni?"
"Hayır, efendim, istemeyerek yapmış bu işi. Hizmetçilerden kaç kez duydum: Dayım ölüm döşeğinde ona yemin ettirmiş bana ölünceye değin bakması için."
"Jane, belki bilirsin; bilmiyorsan da ben sana söyleyeyim, bir insana herhangi bir suç yüklendiği zaman, savunmasına da izin verilir. Seni de yalan söylemekle suçladılar. Elinden
geldiği kadar savun kendini, dinliyorum. Doğru olarak anımsadığın her şeyi anlat ama,
kendinden hiçbir şey katmadığın gibi hiçbir şeyi de abartma."
Kendi kendime yemin ettim. Son derece ölçülü konuşacak, her şeyi olduğu gibi anlatmaya çok dikkat edecektim. Söyleyeceklerimin birbirini tutması için bir an düşünüp
kafamı toparladım, sonra çocukluğumun acıklı öyküsünü tümüyle anlattım. Heyecandan
bitik olduğum için, bu hüzünlü konuyu işlerken ağzımdan sözler her zamankinden daha sakin çıkıyordu. Helen'in hınç, kin duyguları üstüne söylediklerini anımsıyor, öyküme her
zamankinden daha az ateş, barut katıyordum. Böyle ölçülü, yalıtılmış olarak anlatılınca, başımdan geçenler daha akla yakın geliyordu Konuştukça Miss Temple'ın benim her sözüme
inandığını seziyordum.
Bu arada geçirdiğim krizden sonra Mr. Lloyd'un beni görmeye gelişini de anlatmıştım; çünkü benim için hâlâ bir karabasan olan o kırmızı oda olayını hiç unutamıyordum. Bunu
anlatırken kendimi tutamayıp heyecana kapıldığım da gerçekti; çünkü Mrs. Reed o çılgın bağışlanma isteğimi reddederek, beni o karanlık, hortlaklı odaya ikinci kez kapadığı zaman içime dolan acının, korkunun anısı hiçbir şekilde yumuşamıyor, sönükleşmiyordu.
Anlatacaklarım bitmişti. Miss Temple beni uzun bir an ses çıkarmadan süzdü. Sonra, "Mr. Lloyd'un adını uzaktan uzağa duydum," dedi. "Ona mektup yazacağım. Vereceği karşılık
senin anlattıklarını tutarsa, seni yalancılık damgasından herkesin önünde kurtaracağım.
Ama, benim gözümde sen daha şimdiden temize çıkmış durumdasın, Jane."
Kolunu omzumdan çekmeyerek öptü beni. Böyle, ona sokulmuş oturmak ne güzeldi. Onun yüzüne, elbisesine, üzerindeki birkaç süs eşyasına, o beyaz alnının iki yanındaki
parlak buklelerine, ışıl ışıl gülümseyen o koygun gözlerine bakmak, bana çocukça bir kıvanç
veriyordu.
Miss Temple sonra da Helen Burns'e dönerek "Sen nasılsın bu akşam, Helen?" diye sordu "Çok öksürdün mü bugün?"
"Pek her günkü kadar öksürmedim sanıyorum, efendim."
"Ya göğsündeki acı?"
"Biraz daha iyi."
Miss Temple ayağa kalkarak Helen'in elini tutup nabzını yokladı. Yeniden yerine dönüp oturduğu zaman hafifçe içini çektiğini duydum. Bir an dalgın durdu, sonra gene kendini toparlayarak neşeyle konuştu:
"Siz ikiniz de benim konuğumsunuz bu akşam," dedi. "Size ikramda bulunmam gerek."
Çıngırağı çaldı, içeri giren hizmetçiye, "Ben daha çayımı içmedim, Barbara," dedi. "Lütfen tepsimi buraya getiriver. Bu iki küçükhanım için de tabak, bardak koy."

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin