37.2

15 3 0
                                    

“Ah seni alaycı ruh! İnsan içinde büyümüşsün, ama soyun ecinni senin. On yaş gençleştirdin beni. İçimin zehrini aldın, Jane.”
“İşte, efendim... Bebek gibi oldunuz şimdi. Artık bana izin verin. Üç gündür yollardayım. Ne de olsa yorulmuşum galiba.”
“Bir sözüm daha var, Jane. Oturduğun yerde yalnızca hanımlar mı vardı?”
Güldüm, onun elinden kaçtım. Koşarak yukarıya çıkarken hâlâ gülüyordum. İçim
kaynayarak, “İyi fikir!” diye düşündüm. “Onun tasalı düşüncelere dalmasını önlemenin
yolunu buldum. Kıskandırırsam kendi kendini dinlemekten vazgeçer.” Ertesi sabah erkenden onun uyanıp kalkmış olduğunu, odadan odaya dolaştığını duydum. Mary aşağı iner inmez de efendisinin, “Jane Eyre burada mı?” diye sorduğunu
işittim. Sonra, “Hangi odayı verdiniz ona?” diye sordu. “Rutubetli değil ya? Kalktı mı acaba? Git de sor bakalım, bir istediği var mı? Ne zaman aşağı gelecek?”
Kahvaltı hazırlanınca aşağı indim. Odaya usulca girerek o daha benim farkıma varmadan ben onu gördüm. O kudret, yaşam dolu ruhun, vücut sakatlığının elinde tutsak
oluşunu seyretmek gerçekten üzücü bir manzaraydı. Edward Rochester koltuğunda oturuyordu; kımıldamıyordu ama rahat da değildi! Belli ki diken üzerindeydi, yüzünde de artık yer etmiş olan üzgünlük çizgileri açıkça okunuyordu... Yakılmak için bekleyen sönük bir lamba gibiydi. Çok yazık ki bu lambanın alevini yakmak kendi elinde değildi. Bunu ancak başka biri yapabilirdi. Aşağı inerken şen, tasasız davranmaya karar vermiştim, ama o
aslan gibi adamın böyle elden, ayaktan düşmüş durumu yüreğimi dağladı. Gene de onu elimden geldiğince şen şakrak selamladım:
“Bu sabah hava çok parlak, güneşli, efendim. Yağmur dinmiş, bulutlar gitmiş, ortalık pırıl pırıl. Kahvaltıdan sonra sizi yürüyüşe çıkaracağım.”
Işığı yakmıştım: Edward’ın yüzü parlayıverdi.
“Gerçekten gelmişsin, tarlakuşum! Gel bana. Gitmedin, kaybolmadın demek? Bir saat kadar önce bir başka tarlakuşu duydum, ormanın üzerinde ta havada ötüyordu. Yalnız, onun
şarkısı hiçbir şey söylemedi bana. Şu anda benim için dünyanın tek müziği Jane’imin şakıması! Şükür ki doğuştan gevezedir!”
Onun bu kadar benim elime baktığını görünce gözlerim yaşardı. Sanki tutsak düşüp kafese kapatılan bir ulu kartal, bir serçeden medet umuyordu! Ama, yufka yüreklilik etmeye de niyetim yoktu. Gözyaşlarımı sildim, onun kahvaltısını verdim. Öğleye kadar zamanımızın çoğu açık havada geçti. Onu o ıslak, vahşi ormandan geçirip
yeşil tarlalara çıkardım. Bu tarlaların, nasıl zümrüt gibi yemyeşil olduğunu, çiçeklerin, çalıların, yağmurdan sonra nasıl parladığını, gökyüzünün nasıl masmavi ışıldadığını anlattım.
Güzel, kuytu bir yer seçerek oturttum onu. Sonra geçip dizine oturmayı da reddetmedim. Neden edeyim, ikimiz de birbirimize yakınken daha mutluyduk madem? Kılavuz yanımıza uzanmıştı. Her taraf dingin... Efendim birden beni sımsıkı bağrına basarak, “Ah zalim, zalim vefasız!” diye inledi. “Ah,
Jane, senin Thornfield’den kaçmış olduğunu öğrenince neler çektim bilsen... Hiçbir yerde bulamayınca seni! Sonra odanı altüst edince yanına para, ziynet eşyası da almadığını
anladım. Benim armağanım olan inci gerdanlık, kutusunda olduğu gibi duruyordu. Bavulların, sandıkların balayı yolculuğumuz için hazırlandıkları gibi bekliyorlardı. Kendi kendime sordum, ‘Şimdi benim sevgilim ne yapacak, beş parasız, kimsesiz?’ diye. Ne yaptın,
Jane? Anlat artık.”
O böyle üsteleyince ben de ona şu son yıl içinde başımdan geçenleri anlattım. O ilk üç günkü sefil, aç durumumu boş yere onu üzmemek için elimden geldiğince yumuşattım, ama bu kadarı bile onun o vefalı yüreğini benim istemediğim derecede yaraladı. Öyle beş parasız
olarak kaçmakla yanlış iş yaptığımı söyledi. Niyetimi kendisine açmalıymışım, ona güvenmem gerekirmiş. Beni zorla kendine metres yapacak değilmiş ya! Çaresizlikten,
kahırdan gözü bile dönmüş olsa beni çok sevdiği için dünyada incitmezmiş. Karşılığında tek bir öpücük bile istemeden, servetinin yarısını verirmiş de benim öyle kimsesiz, parasız pulsuz kalmama razı olmazmış. Ona anlattığımdan çok daha fazla sıkıntı çekmiş olduğuma
da eminmiş...
“Her ne olursa olsun, çektiğim sıkıntı çok kısa sürdü,” dedim. Sonra Kır Evi’ne sığınışımı, köy öğretmeni oluşumu, mirasa konarak akrabalarıma kavuşmamı, sırasıyla anlattım. St. John Rivers’ın adı sık sık geçiyordu. Edward da buna mim koymuştu. Ben anlattıklarımı
bitirir bitirmez, “Şu St. John denilen adam hala oğlun oluyor demek?” diye sordu.
“Evet.”
“Çok anlattın onu. Beğeniyor musun?”
“Çok iyi bir insandı, efendim; beğenip sevmemek elimde değildi.”
“İyi bir insan... Yani elli yaşlarında, kibar, efendiden bir adam mı demek istiyorsun?”
“Yirmi dokuz yaşında ancak var, efendim.”
“Fransızların dediği gibi jeune encore
95. Kısa boylu, silik, alımsız biri mi acaba? İyiliği gerçekten erdemli oluşundan mı, yoksa kötülük yapmayışında mı?”
“Hiç durmadan çalışan bir adam. İnsanlığa büyük hizmetler etmek için yaşıyor.”
“Peki, ya kafası? Az buçuk kalın mı acaba? Çok iyi niyetli, ama konuştuğu zaman insanı biraz sıkıyor... Öyle mi?”
“St. John az konuşur, ama konuşunca da öz konuşur. Kafası olağanüstü işler. Zekâsı belki pek esnek değil, ama parlak.”
“Ateş gibi bir adam, desene?”
“Hem de nasıl!”
“Okumuş, bilgili bir insan mı bari?”
“Pek geniş bilgili, derinine okumasını seven bir aydın.”
“Sanırım tutumları, davranışları senin zevkine göre değilmiş... Öyle mi dediydin? Örümcek kafalı sünepenin biriymiş herhalde.”
“Ben onun davranışlarına hiç değinmedim, ama beğenilmeyecek bir yanı yoktu doğrusu. Pek kibar, ölçülü, tam bir beyefendi.”
“Görünüşü nasıldı? Unuttum. Giyim beğenisinden yoksun tam bir taşra papazı olsa gerek.”
“Pek iyi giyinir. Kendi de çok yakışıklıdır. Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, çekme burunlu.”
Edward bana duyurmayacak bir sesle, “Boynu altında kalsın!” diye söyledi. Sonra, “Onu beğeniyor muydun, Jane?” diye sordu.
“Evet Mr. Rochester, beğeniyordum onu. Bunu bana daha önce de sormuştunuz.”
Soruların hangi yönde geliştiğinin farkındaydım, elbette. Kıskançlık yılanı efendimi yakalamış, sokmuştu, ne var ki yararlı bir iğneydi bu; çünkü ona her zamanki karamsar
düşüncelerini unutturuyordu. Onun için, bu yılanı hemen savmak niyetinde değildim. Edward’ın bundan sonraki sözü hiç beklemediğim bir şeydi; “Belki de artık dizimde oturmasanız daha iyi olacak Miss Eyre,” dedi.
“Nedenmiş Mr. Rochester?”
“Az önce söylediklerin oldukça keskin bir çelişkiyi yansıtıyor. Sözlerinle çok zarif bir Apollon portresi çizdin. Hayalinde yaşıyor: Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, Grek burunlu.
Karşısında ise bir Vulcanus
96 var; esmer, geniş omuzlu, gerçek bir demirci. Kör ve topal
olması da cabası.”
“Bu şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti efendim; ama gerçekten de Volkan’a benzemez değilsiniz.”
“Peki, beni bırakıp gidebilirsiniz hanımefendi; ama gitmeden önce (elimi daha da sıkı kavradı) birkaç soruma cevap verir misiniz lütfen?” Efendim bunu söyledikten sonra
duraksadı.
“Ne gibi sorular Mr. Rochester?”
Bunu şöyle bir sorgulama izledi:
“St. John, seni köy okuluna öğretmen yaptığı zaman dayısının kızı olduğunu bilmiyordu, öyle mi?”
“Öyle.”
“Sık sık görüşüyor muydunuz? Arada okula uğruyor muydu?”
“Her gün.”
“Yaptığın işleri beğenmiyor muydu? Senin ne hünerli yaratık olduğunu biliyorum. Onun için, okulda çok iyi çalışıyordun sanırım.”
“St. John benim çalışmamdan hoşnuttu, efendim.”
“Sende hiç ummadığı yönler, cevherler keşfediyordu, değil mi? Yeteneklerinden kimileri
olağanüstü sayılır, Jane.”
“Ben o kadarını bilemem, artık.”
“Okulun yanında küçük bir evin olduğunu söyledin; St. John’un hiç oraya geldiği olur muydu?”
“Ara sıra.”
“Akşamları?”
“Birkaç kez.”
Sessizlik.
“Akraba olduğunuz anlaşıldıktan sonra onların yanında kaç zaman kaldın?”
“Beş ay.”
“St. John sizlerin aranıza çok karışır mıydı?”
“Evet. Arka salon hepimizin çalışma odamızdı. O pencere başında otururdu, bizler masa başında.”
“Çok çalışır mıydı?”
“Pek çok.”
“Ne çalışırdı?”
“Hintçe dilini öğreniyordu.”
“Ya bu arada sen ne çalışıyordun?”
“Önce Almanca çalışıyordum.”
“Halanın oğlu hiç ders vermedi mi sana?”
“Biraz Hintçe öğretti.”
“Sana Hintçe öğretti ha?”
“Evet, efendim.”
“Kız kardeşlerine de öğretiyordu herhalde?”
“Yo.”
“Yalnızca sana ha?”
“Yalnızca bana.”
“Sen mi istedin ders almayı?”
“Hayır.”
“Demek, o istedi?”
“Evet.”
İkinci bir sessizlik.
“Neden dolayı istiyordu bunu? Hintçe dilini bilmek senin ne işine yarayabilir?”
“Beni Hindistan’a götürmeyi düşünüyordu da.”
“Ha! İşte işin can alıcı noktasına ulaştık. Seninle evlenmek istiyordu demek?”
“Evlenmek istedi benimle, evet.”
“Uyduruyorsun bunu! Tepemi attırmak için yaratıyorsun!”
“Kusura bakmayın, ama baştan sona doğruyu söylüyorum. Hem de kaç kez önerdi evlenmemizi. Onun yerinde siz olsaydınız ancak bu kadar direnebilirdiniz!”
“Miss Jane Eyre, dilerseniz buradan gidebilirsiniz! İşte izin çıktı... Öyle olduğu halde neden böyle arsızca dizime tünemiş oturuyorsunuz?”
“Pek rahatım da ondan.”
“Hayır, Jane, rahat değilsin; çünkü gönlün burada değil. Kuzenin olacak o adamda, St. John’da bırakmışsın sen gönlünü. Ah, şu âna kadar ben minik Jane’imi bütün bütün
kendimin sanıyordum! Beni, bırakıp gittiği zaman bile sevdiğine inanıyordum. İçimdeki
deryalar kadar zehrin içinde bir damla tatlı baldı bu. Bunca zaman ayrı kaldık... Bunca kanlı
gözyaşı döktüm ayrıyız diye... Ben senin ardından yas tutarken senin bir başkasına gönül verdiğin bir kez bile aklıma gelmedi. Ama, karalar bağlamak ne işe yarar! Jane... Bırak beni. Git, St. John’la evlen!”
“İtin beni öyleyse, efendim. Silkip atın, yoksa ben sizi kendiliğimden dünyada bırakıp gitmem.”
“Jane, bayılıyorum senin şu sesine! Gene umut veriyor bana. Öyle dürüst bir ifadesi var ki! Sesini duyunca bir yıl öncesine dönmüş gibi oluyorum. Bu arada senin yeni bir bağ
kurduğunu unutuyorum. Gene de budala değilim ben. Hadi, git artık...”
“Nereye gideyim istiyorsunuz, efendim?”
“Kendi yoluna. Kendi seçtiğin kocanın yanına.”
“O da kimmiş?”
“Kim olacak? Şu St. John Rivers işte.”
“Benim seçtiğim koca falan değil o. Hiçbir zaman da olamaz; çünkü beni sevmiyor, ben de onu sevmiyorum. O Rosamond adında güzel bir genç kızı seviyor. Kendine göre seviyor ki
bu sizin sevmenize hiç benzemiyor, efendim! Onun benimle evlenmek isteyişi, yalnızca iyi bir misyoner karısı olacağıma inandığı içindi. Kendisi iyi, hatta büyük bir adamdır, ama serttir, bana karşı buz gibi de soğuktur. Bana zerrece âşık değil. Bende birkaç işe yarar ruhsal
değerden başka hiçbir çekici yön görmüyor. Ama, siz diyorsunuz ki sizi bırakıp ona gitmeliymişim... Öyle mi, efendim?”
Elimde olmayarak baştan aşağı ürpermiş, içgüdümle, sevdiğim adama sokulmuştum. Gülümsedi.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin