Hikayenin restorasyonlu halini okumak için profilimdeki; Bir Şansımız Olsaydı isimli hikayeye bekliyorum.
Keyifli okumalar ;
-
-
-
Sevmek Anlaşmak Değildir... |40. Bölüm Lal Olan Gerçekler|
Yapamadım. Anlaşılan o ki bu sefer hayli yüksek bir yerden çakıldım gerçekliğe. Ansızın buluşuverdim yerle. Dizlerim paramparça, avuçlarım kanıyor ve gözlerimde kendi cenazesine ağlayan bir kadının matemi var. Tam bir aydır buradayım. Tuna'nın evinde kalıyorum ama varlığım casperdan farksız. Gün boyu Tuna'nın yatağında yatıyorum, tavanı izlemekten zevk aldığımdan değil ama hayattaki diğer hareketlikler beni pek enteresan etmediğinden tavanı izliyorum. Bazen usul usul ağlıyorum ama buna alıştım artık. Ağlamadığım zamanlarda utanıyorum bazen hatta. Suç işliyormuşum, mütemadiyen matem tutmalıymışım gibi... Bazen, iyi günümdeysem yani, sabahtan akşama kadar çikolatalı kurabiye pişiriyorum ama hiç yemiyorum. Tatları mı rezalet yoksa canım mı istemiyor bilmiyorum ama dün bir şey fark ettim. Esasında dün birçok şey fark ettim. İlk olarak okul başlayalı iki hafta olmuştu ve ben ne kadar çabalarsam çabalayayım kendimi okula gitmeye ikna edememiştim. Tabii bu Eylül'ün birkaç güne bir beni aramasına, nasıl olduğumu sormasına, yanıma gelmek istemesine mani değildi. Ona sadece bir kez katılmış ve beni teselli etmesine izin vermiştim ama bu yanlış bir karardı. Beni sinemaya sürüklemiş ve inanılmaz romantik bir filmde acı çekmeme mani olmuştu. Filmin yarısında yüzümü buruşturarak filmden çıkmış ve bir hafta boyunca Eylül'ün çağrılarına geri dönmemiştim. Doğrusunu isterseniz Eylül acı çektiğinizde sığınabileceğiniz bir liman olma ihtimalinden çok uzak bir kız... Üstelik şu sıralar ondan daha büyük sorunlarım vardı. Birincisi Özge burada olduğumu biliyordu. Yani pek bildiği söylenmez ama mutfak bankosundaki fazladan kahve bardağını, portmantodaki eskimiş sırt çantasını ve koltukların ortasındaki masada duran vazonun hemen yanındaki tavşanlı lastik tokayı gördüğünde muhtemelen Tuna'nın evinde birisi olduğunu fark etmişti. Karşısına çıkmaya cesarettim mi yoktu yaksa takatten mi kesilmiştim emin değildim ama düğünümü gerçeklerle katleden bir kadınla karşılaşmak istediğim bir şey değildi. Yine de onun burada olması uyuşmuş bazı şeylerin ayılmasına yardımcı olmuştu. Birincisi, ebediyete kadar burada kalamazdım. Düşmanı ya da arkadaşı... Tuna Harun'un neyi bilmesem de onunla kolaylık iletişime geçebilecek olan bir adamın evinde kalamazdım. İkincisi, hayallerime çomak sokan birinin kardeşine sığınmak çok akıllıca bir hamle değildi ve son olarak artık birilerinin evinde kalmak istemiyordum! Şu sıralar kendi ayaklarımın üzerinde durabilirim masalına kanmayacaktım, tamam ama burada da kalmayacaktım. O yüzden Tuna bu sabah evden çıkıp işe gittikten sonra hızlı bir şekilde duş alarak temizlendim ve o malum düğün gecesinden iki hafta sonra Tuna ile beraber Harun'un evine gittiğimde topladığım eşyalarımı eski sırt çantama yerleştirdim. Gözlerim mi nemlenmişti yine? Hay lanet! O günü hatırlamak pek iyi hissetmemi sağlamıyordu. O gün ki gibiydi ev. Sanki düğün sabahı mumyalayıp bir müzeye kaldırmışlardı. O günün sabahı gibi her şey tatlı bir telaşla kalakalmıştı. Kahve lekesi ile kuruyup kalmış bardaklarımız, dolaptaki yarım kase yoğurt ve hatta Harun'la uyandığımızda bacaklarımızdan teptiğimiz yorgan bile aynıydı. Yarısı yataktaydı ama çoğu yere kaymıştı.
Sessizdi. Her an arkadan ince bir keman sesi yükselecek ve dramatik bir hava oluşacak gibiydi ama bu tür şeyler sadece filmlerde olurdu. Eğer gerçek hayatta böyle bir acımasızlığın içine düşmüşseniz hiçbir nota size eşlik etmez. O makberde yalnız başına yürümek zorundasınızdır. Öyle yaptım. Ben gittikten sonra eve bir daha adımını atmayan adamın evinde bir tilki kadar sessiz sedasız bir şekilde hareket ederek topladım eşyalarımı. Topladım derken lafın gelişi hani. Neyim vardı ki toplayacak? Üç tişört, beş de kapri. Tepeleme sığdırıp Tuna'nın evine kaçtım. Evin o hali günlerce aklımı kurcalasa uyku girmeyen gözüme birde huzursuzlukta sokmuş olsa gecenin sonunda hep şu cümle belirmişti aklımda; Benimle yan yana durduğu yerden itina ile kaçıyordu!.. Peki ben? Ben nereye kaçıyordum? Bir başkasının evine, bir başkasının yuvasına sığınacaktım ben yine. Vazonun yanından saç bandını alıp ördüğüm saçlarımın ucuna bağladım. Aynadaki yansımam biraz hüzünlü, çokça çaresizdi. Acıdan sızlayan bir ruhu gözlerinden taşan bir çehreydi benimkisi. Çatlak dudakları, kan çanağı, yorgun gözleri, sönmüş saçları vardı ruhumun ama ayaktaydı. Ayağa kalkmıştı! Dün Leyla abla ile konuştuktan sonra kendi rotasını çizmeye karar vermişti ve işte şimdi yollara düşecekti. Aynaya son bir kez daha baktıktan sonra hazırladığım kağıda bir şeyler yazmaya çalıştım. Ne yazmam gerektiğini bilmiyordum. Garip, okumayı söktüğümden beri kalem tutan elim kifayetsizce orada kalakalmıştı. Teşekkür etmeliydim ama ne için? Çocuğun evinde kalmış, kıyafetlerini giymiş, banyosunda ağlamış, geceleri hıçkırıklarımla uykusundan etmiştim. Üstelik şimdi birde o evde yokken canım bir şey çekerse diye her gün şeker kutusuna bıraktığı ellilikleri yanıma alıyordum. Bu hırsızlık olur mu bilmem ama yaptığım için pişmanda sayılmam. Yaklaşık olarak bin beş yüz lira beni ne kadar idare eder bilemiyorum ama yettiği yere kadar yalnız kalmayı planlıyorum. Derin bir nefes alıp yüzüme dökülen saçlarımı geriye ittirdim. Bir yazarın kelimelerine uzanamayacak kadar yorgundum, o yüzden basitçe veda etmeyi tercih ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sevmek Anlaşmak Değildir...
Romanzi rosa / ChickLitNaz sadece biraz kötümser, realist, az buçuk felaket tellalcısı... Kısacası tam bir bela mıknatısı. İroni fabrikası bir adam... Ve okumak için yollara düşen sivri dilli, yetim bir kız. Naz tekeri patlak, yaşlı bir kamyonda ve kader hep yokuş aşağı s...