ölüm gibi acıtır

1.1K 168 35
                                    

Prens Soobin'in benimle aynı şeyleri yaşamış olmasını düşünmezdim. Aklımın ucundan bile geçmezdi. O kız kardeşini kaybetmişti ben ise babamı. Biz benzer duygulara sahiptik. Birbirimize benziyorduk. Benden farkı yoktu. Aynı acı, aynı özlem. Daha önce kimseyi anlatmadığı gerçekleri ben dinliyordum. Onu anlayabilecek tek kişi. Onun evi. Benim.
Ben zorlamadım. Hiçbir şey demedim. Kendisi bana her şeyi anlatmaya yemin etmiş gibiydi. Nasıl sonbahar geldiğinde ağaçlar yapraklarını bir rüzgarla döküyorsa, prens de karşımda öyleydi. İçinde tuttuğu, bu zamana kadar saklayıp sustuğu her gerçek artık dilindeydi. Bendeydi. Onu dinledim, onunla tanıştım. Hissettiklerini anlatırken yüzü ifadesiz ve sesi sakindi. Kızgın değildi. Öfkeli? Hiç. Sadece yaşanmışlıkları anlatıyordu. Şimdi bile benden ne hissettiğini gizliyordu.

Akşam olana denk konuştuklarımız sadece onun hayatından ibaretti. Ansan Kralı bana kapılarını açmıştı. İçeri girmeme izin vermişti. Kız kardeşinin Lord Huening'in en büyük oğlu tarafından öldürüldüğünü anlatırken ve sonrasında gelişen olaylardan bahsederken tek yaptığım şaşkınlık içinde onu dinlemekti.

Kız kardeşinin ölümünden sonra anne ve babasının ayrılmasıyla Lord Huening'in topraklarına taşınan annesi, Lord Huening ile evlenmiş. Bu evlilikten doğan çocuk o'ymuş. Hyuka. Prens Soobin ile aralarında sadece birkaç yaş varmış. Bu evde hepsi zaman zaman yaşadığı için prens bu evde hepsinin yaşadığını söylemiş. Hiçbir zaman birlikte yaşamamışlar. Prens Soobin bu evde tek yaşamış ama asla ailesiyle birlikte yaşamamış. Kız kardeşi daha prens doğmadan önce öldüğü için ve ortada bir bilinmezlik öldüğü için kimse Lord Huening'in ve annesinin evlenmesine, bir çocuk doğurmasına bir şey dememiş. Prens babasının hastalanmasının sebebini de buna bağlıyordu. Eşinden ayrılması onu yataklara düşürecek kadar hasta etmiş en sonunda da Tanrı bu acıyı ondan almış.

"Annenizle hiç birlikte yaşamadınız mı?" Bu sorum onun gözlerinde bir hüzün oluşturdu. Artık onu anlayabilmek, hissedebilmek tuhaftı ama güzeldi. Gözlerini okuyabiliyordum. "Yaşadım ama annem bir kere bile benim topraklarıma gelmedi. Hep ben gittim." Lord Huening'in toprakları. Sırtındaki yara. Ansan ona ait ama ailesi artık yok. Prensin benden başka kimsesi yok.

Güler gibi oldum. "Prensim, bana her şeyi anlattınız." Elim yavaşça omzunda kaydı. Kıyafetinin üzerinden yarasına dokundum. "Sana daha hiçbir şey anlatmadım Yeonjun." Afalladım. Onun kilitli bir kutu olduğunu söylerken haklıydım. Beomgyu da haklıydı. Prens gizemlerle doluydu. "Bunlar?" dedim. "Bunlar ne kadarı?"

Dudağı yana kıvrıldı. Yüzünde alaycı bir ifadeyle baktı bana. "Bunlar benim canımı yakmayan kısımlar. Hyuka ile kardeş olmam, annemin ayrı olması, kız kardeşimin ölmesi canımı yakmıyor." Benim en çok canımı yakan babamı kaybediyor oluşumken prensin karşımda bunları söylemesi şaşırtıyordu.

"Canınızı ne yakıyor?"

Parmaklarımı sertçe yarasına bastırdım. Gözleri açıldı, bana baktı. Gözgöze gelişimiz beni korkutsa da durmadım. Canı acısın istedim. Karşımda böyle konuşması benim canımı yakıyordu.

Dişlerinin arasından konuştu. "Gidecek olman." dedi. Parmaklarımı yarasının üzerinde kaydırdım, acıyla tıslayıp kaşlarını çattı. "İstesem de gidemem artık." Parmaklarımı sırtında aşağı doğru kaydırmaya karar verdiğim sırada beni belimden üzerine doğru çekip yatağa sırtüstü yatırdı ve üzerime çıktı.

"Neden Hyuka'ya bir şey yapmadığımı sorup duruyorsun ya," Bileklerimi başımın yanından yatağa sabitledi. Sıkı sıkı tutuyordu beni. Bacakları belimi kıstırdı. Kaçamazdım. Kaçmak isteyen de yoktu zaten. "Neden bir şey yapmıyorsunuz?" diye üsteledim. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Çünkü canını acıtsa bile senin nereye kadar dayanabileceğini görmek istiyorum."

"Neden?" Sesimdeki kırgınlığı saklamaya çalıştım.

"Çok dik başlasın Yeonjun. Seninle nasıl başa çıkılır bilmiyorum."

"Benimle başa çıkmaya çalışmayın o zaman." Söyledikleri boğazımda bir yumru oluşturdu. Daha fazla konuşmak istemiyordum. Bana evimsin derken, kimseye anlatmadıklarını anlatırken yalan mı söylüyordu?

Kaşları çatık. Sinirli değil ama sözleri çok keskin. Her bir kelimesi iğne gibi batıyor. "Ne yapayım? Benim için soyunuyorsun, beni dinliyorsun, beni öpüyorsun ve sana dokunmam için yalvarıyorsun. Ne istiyorsam yapıyorsun ama benden korkmuyorsun. Ölümden bile korkmuyorsun. Söyle bana Yeonjun, seni nasıl dizginleyeceğim?"

Ellerimi çekmeye çalıştım. Bırakmadı. Bacaklarını daha çok sıktı. "Kaçmaya çalışma." dedi agresif sesiyle. "Hiçbir yere gidemezsin." Ağlamamak için sıktığım gözlerime baktı. Yüzümün aldığı şekilden bile kendimi sıktığım belli oluyordu. "Hyuka bana erkek fahişesi dedi. Herkesin içinde. O gece siz gelene kadar ağladım. Ne halde olduğumu siz gördünüz. Neredeyse ölecektim! Siz gelmeseydiniz...nefesim kesildi, vücudum tir tir titredi, size seslendim ben! Sizi çağırdım, gelin beni sakinleştirin diye. Şimdi bana bunları nasıl söylersiniz?"

Sessizliğinden güç aldım. "Her dediğinizi yapıyorum çünkü sizden korkuyorum, ölümden korkuyorum. Eğer benimle başa çıkamıyorsanız öldürün dedim size. Hyuka'nın sözleriyle canımı acıtmasına gerek yok. Beni öldürün ve kurtulun her şeyden."

Birden dudaklarıma kapandığında neye uğradığımı şaşırarak birkaç saniye bekledim. Beni öpüyordu. Ne isterse onu yapıyordu. Sözlerim umrunda bile değildi. Gözlerimi kapattığımda bir damla yaş aktı. Dudaklarını dudağımın hemen kenarına kaydırdı ve orayı sesli bir şekilde öptü. "Bu halini seviyorum." dedi. Dizini bacaklarımın arasına sokup bileklerimi daha sıkı tuttu.

"Sevmiyorsunuz." diye sitem ederken ona alt dudağım titredi. "Beomgyu yanılıyor. Siz beni sevmiyorsunuz. Siz size verdiğim sevgiyi seviyorsunuz çünkü daha önce hiç sevilmediniz. Kimse sizi sevmedi-"

"Başlama yine."

Gözlerim dolu dolu. Artık onu net göremezken bile ağlak sesimle yüzüne karşı söyledim hepsini. Susmadım. Tekrar benim canımı yakacağını bilerek konuştum. "Kimse size önem vermedi. Kimse için ilk olmadınız. Kimse sizinle güzel şeyler yaşamadı. Siz bunların hepsini benimle yapıyorsunuz ama bu sevgi değil."

Parmakları bileklerimi sıktı. Gözüm istemsizce yana kayarken tenimdeki tırnaklarını hissettim. "İz kalacak." Korkulu sesim hiçbir etki etmedi. "Beni bunun için mi getirdiniz?" Sesim titriyordu. Kafamı tekrar ona çevirdiğimde gözgöze geldik. Koyulaşmış irisleri, çatık kaşları. Gözü hiçbir şey görmüyordu. "Sabah beni öperken, şimdi bileklerimi kanatıyorsunuz."

Gözleri bileklerime kaydı. Kan olmuş tırnaklarını hemen geri çekti. Beni bırakmasıyla kendimi geriye doğru ittirip altından çıktım, sırtım yatağın başlığına çarptı. Acıyla dişlerimin arasından küçük bir inleme çıktı. Elimle kanayan bileğimi tuttup, parmaklarımı sardım. Dört tırnağının izi de buradaydı. Gözlerim daha çok dolarken ağladığımın farkında bile değildim. Bana bakıyordu. Ne yaptığından habersiz, şaşırmış bir halde bir bana birde bileğime bakıyordu.

"Beni öldürdüğünüz zaman sadece tırnaklarınız değil, tüm elleriniz kan olacak. Ve siz o zaman sadece beni değil, tüm hislerinizi de öldürmüş olacaksınız. Sizi sevmeye çalışan tek kişiyi de siz öldüreceksiniz!"

klanın son hizmetçisi | yeonbinHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin