44. Bölüm 'Siyahla Mavinin Karıştığı Gökyüzü'

37 3 0
                                    


Saatlerce izledik belki de şöminede dans eden ateşi. İkimizde tek kelime etmedik ne bir küfür ne bir söz. İlk defa, saatlerce kaldığımız yerden birbirimize hiçbir şekilde sataşmadan durduk. Ya yorgun düşmüştük ya da artık nefretimizi bile dile getirebilecek tüm kelimeleri tüketmiştik.

Aynı ortamdayken bu kadar sakin kalmamız içimi ürpertiyordu. Sonuçta alışmıştım kendisiyle getirdiği belalara, kendisiyle birlikte üstüme attığı karanlıklara...

Şimdi tek bir ateşin aydınlattığı bu dağ evinde durumdan duruma, duygudan duyguya geçiyorduk. Fakat hiçbir durumun ya da hiçbir duygunun sonunda yanımdan gitmiyor, adeta varlığıyla beni cezalandırırcasına yanımda kalıyordu.

Karanlığın çöktüğünü önümdeki geniş camlı pencereye vuran gün ışığının kaybolmasıyla anladım. Saatlerdir arkamda kalan şömineyi izlemek için büktüğüm boynuma giren ağrılardan ötürü en sonunda başımı önüme çevirip dışarıyı gözlemleyebilmiştim.

Yağmaktan usanmayan yağmura bir gölge gibi inen karanlık, bomboş geçen bir günün ardından gece yarısına az kaldığını gösteriyordu. Hava kararmış ama kimse bana ne ulaşmış ne de yerimi bulabilmişti. Bu yağmura düşen gölgenin, kalbimi de es geçmediğinin bir göstergesiydi.

Yanımdaki adam aydınlığıma bir gölge gibi düşmüş ve beni kendi karanlığında hapsolmaya mahkûm etmişti.

Kollarını kafasının üstüne kaldırarak gerneşti ve ateşten kızarmış yüzünü omuzunun üstünden bana çevirerek kısık gözleriyle yüzüme baktı.

"Sessizlik iyi geldi," dedi rahatsız edici bir iğnelemeyle.

"Sensizlikte çok iyi gelecek," dedim altta kalmayarak.

Dudaklarını büzerek ellerini dizlerinde bağladı.

"Büyük konuşuyorsun prenses. Bazen yokluğunu dilediğin kişi en büyük ihtiyacın olabilir."

Gözlerimi devirerek sertçe yüzümü ovuşturdum ve mayışmış bir halde ofladım.

"İhtiyacım olacak en son insan sensin Kerem. İkimizde birbirimizden hazzetmiyoruz, bunu kırk yabancı uzaktan görebiliyor. O yüzden boş edebiyata ve varsayımlara gerek yok."

Dudağının kenarıyla ruhsuzca gülümsedi.

"Haklısın," dedi, "Şimdilik varsayımlara gerek yok."

Kasığımın sıkışmasıyla yüzümü buruşturdum. Eninde sonunda bu duruma geleceğimi biliyordum. Tuvalet durumundan kaçmanın bir anlamı yoktu. İçtiğim sudan ve aldığım serumlardan olsa gerek aşırı derecede sıkışmıştım ve bu durumu nasıl gerçekleştireceğim bir muammaydı.

Kasılan kasığıma elimi bastırarak oturduğum yerde can çekiştiğimi belli etmemeye çalıştım. Bu durum tabi ki gereksizdi çünkü Kerem aldığım nefesin tonundan bile şüphelenecek bir adamdı.

"Ne oldu?"

Kafamı 'ne' der gibi salladığımda ellerinin bağını çözerek ayağa kalktı ve başıma dikildi.

"Portakal kabuğu gibi ne ekşittin yüzünü? Ne oldu yine?"

Kurduğu cümlenin saçmalığı onun gibi soğuk bir adamın ağzından çıkınca çok gülünç olduğu için sinirden mi stresten mi bilinmez bir anda güldüm. Anında da gülüşlerimi içime geri soktum çünkü gülen yüzümü görmeyi hak etmiyordu.

"Lavaboya gitmem gerek," dedim uzatmaya halim olmadığı için en sonunda.

Çatılan kaşlarını serbest bırakarak duygularını belli etmeyecek maskesini geri takındı. Koltuğun köşesinde duran tekerlekli sandalyemi hiçbir şey demeden yanıma yanaştırarak binmem için bana zemin hazırladı.

KIRIK PLAKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin