1

4.7K 279 107
                                    

Bedenini sarsan korkunç bir acıyla uyandı, ya da uyanmaya çalıştı. Sırtından, göğüs kafesinden dayanılmaz bir acı yükseliyor, onu iki büklüm olmaya zorluyordu. Doğrulmaya çalıştı ama bilekleri zincirlerle bir yatağın başlığına bağlanmıştı. Ayakları da zincilerlerle yatağın ucuna bağlanmıştı. Bağırmak, haykırmak istiyordu ama sesi çıkmıyordu, dudakları birbirine yapışmış gibiydi. Konuşamıyordu, yutkunamıyordu, sesi çıkmıyordu. Neredeydi, neden zincirlenmişti?

Küçük bir yerdeydi. Etrafında, üzerine bağlandığı yatak dışında hiçbir şey yoktu. Tam karşısında gri, büyük bir kapı vardı ama görünüşe göre kilitliydi. Duvarlar soluk griydi, bir odadan çok hücreye benziyordu etraf. Eğilip üzerine baktı. Beyaz, uzun bir elbise giyiyordu. Elbisenin karın kısmı kurumuş kan ile lekelenmişti. Bacakları hatırladığından daha uzundu. Kolları zayıf ve biçimsizdi ama sağlamdı. Elbisesi kanla kirlenmişti. Kendi kanıyla. O an hatırladı. Neler olduğunu hatırladı. Karnına saplanan hançerin acısını tekrar tekrar hissediyordu. Dudakları güçlükle aralandı ve acı dolu bir çığlık attı.

Ne kadar süre bağırdı bilmiyordu ama kapının arkasından ayak sesleri duyuluyordu. Doğrulup bakmaya çalıştı ama bileklerindeki zincirler onu engelliyordu. Ağzında kan tadı vardı, midesi bulanıyordu. Bu onun vücudu değildi. Bu beden ona ait değildi. Bu kadar büyük bir bedene sahip değildi. Kan lekesine baktı, annesi neredeydi? Ne zamandır bu odadaydı?

Kapı gürültüyle açılmadan önce rahatsız edici bir kilit açma sesi duyuldu. Ellerini kulaklarına bastırmak istedi ama zincirleri onu engelledi. İçeri kalabalık bir grup girmişti ama o hiçbirini tanımıyordu. Bir adam gruptan ayrılıp kendisine doğru geldi. Altın sarısı dalgalı saçları, kafasında sade bir tacı olan, uzun boylu bir adamdı. Sivri bir çenesi, mavi gözleri vardı. Kalın kürkü ve kafasındaki zarif taca bakılırsa bir soyluydu, belki de bir kraldı. Bu adam ona annesinin yerini söyleyebilirdi.

Adam eğilip kendisini incelerken bir eşya gibi hissetti ve yüzünü diğer tarafa çevirdi. Adamın arkasındaki birkaç kişi bekliyor, kendi aralarında sessizce fısıldıyordu. Sesleri kısıktı ve kesik konuşmalar duyuluyordu. Kendisine bakan adam tedirgindi, bir eliyle kılıcının kabzasını tutuyordu ve her an savurmaya hazır görünüyordu. Adamın korkusunu kalbinde hissedebiliyordu. Bu ona tuhaf hissettirdi. Odadaki gerginliğin tadını ağzında hissediyor, adamların korkularını ciğerlerindeki hava gibi soluyordu.

"Bana adını söyle." Adamın tok sesi odanın duvarlarında yankılandı ve odaya bir sessizlik çöktü. Cevap alamayınca tekrar sordu. "Neler olduğunu hatırlıyor musun?" Hatırlıyordu. Annesinin siyah pelerinine sıçrayan kanı hatırlıyordu. Onun mavi gözlerinde hüznü hatırlıyordu. Kendisinin anlamadığı bir dilde ağlayarak dua ettiğini, boynuna basit ipten bir kolye taktığını hatırlıyordu. Hançeri hatırlıyordu. Karnını yaran hançerin acısını, dayanılmaz acıyı hatırlıyordu. Annesine durması için yalvardığını hatırlıyordu. Acıyı hatırlıyordu. Yeri ve göğü yok edercesine hissettiği çığlığı, hançerden içine akan gücü hatırlıyordu. Çığlıkları hatırlıyordu. Sonrası boşluktu. Hiçbir şey söylemedi.

Adam pes edecek gibi durmuyordu. "Diğerleri ne zaman gelecek?" diye sordu sabırsızlıkla. "Onu daha fazla burada tutamam." Kalın bir erkek sesi yanıtladı. "Kraliçe Elestre ve Kral Rhaollar gün içinde varmış olacaklar. Kraliçe Zelle yarın burada olabilir." Adam bu sözlere sinirlenmiş gibiydi. "Yarını bekleyemem, Yolthar. Zelle buraya gelmeyecekse, bu toplantı onsuz yapılacak." Diğer adam kuşkulu bir sesle konuştu. "Ama efendim, öncelikli durumlarda Juegon'da çağırılmak zorunda." Adam hışımla kendisine cevap veren adama döndü. "Ben onu çağırdım zaten, gelmesini bekleyecek vaktim kalmadı." Odanın kalanına baktı. "Herkes çıksın."

Oda boşalınca adam kendisinden bir adım uzaklaştı. "Bana adını söylersen zincirlerini çıkartırım." Bunu söylerken gözlerinde ve kalbinde hala korku vardı, o bunu hissediyordu ama adam bunu başarısızca saklamaya çalışıyordu. Dudakları aralandı ama konuşabileceğinden emin değildi, yıllardır hiç konuşmamış gibiydi. Öksürdü ama adını söylemedi. Adam tekrar kendisine baktı. "Tekrar geleceğim. O zaman belki konuşmaya karar verirsin." Adam arkasını dönüp giderken çığlık atmak istedi ama sessizlik onu yuttu.

Bedeni acılar içinde kıvranıyordu. Bu onun bedeni değildi, bunu biliyordu. Kendisine ne olduğunu öğrenmeliydi. Annesinin yerini bu adam söylemeyecekse kendi bulmak zorundaydı ama önce şu zincilerlerden kurtulmalıydı. Gözlerini sımsıkı kapattı. Kalbi bir avucun içine alınmış gibiydi, birisi parmaklarını yavaşça kapatarak onun kalbini sıkıyordu sanki. Uykunun bedenini sarması için saatler geçmesi gerekti.

Kapı açıldığında bağırmaktan sesi kısılmış, yorgun düşmüştü. Acısı azalmıştı ama dinmemişti. Sebebini bilmiyordu ama ölecek gibi hissediyordu, tir tir titriyordu. Kendisiyle konuşan adam gelmişti, arkasında da bir yığın asker vardı. Askerlerin ellerinde kalın eldivenler vardı. kendisinden mi korkuyorlardı? Bu eldiven onları korumak içindi, ama o onlara bu zincirler varken zarar veremezdi zaten.

Kral olduğunu düşündüğü adam, kendisi için getirilen sandalyeye kuruldu. Şimdi tam karşısında oturmuş inceliyordu. Askerler rahatsızca dururken adam boğazını temizledi. Kalbindeki korku azalmıştı ama gergindi. "Adını hatırlıyor musun?" Arkasındaki adamların kalplerinde korku ve telaş vardı. Eğer adama adını söylerse, kendisini serbest bırakabilirdi. Bu yüzden adını söylemeye karar verdi. "Rhya." Adam kafasını salladı. "En son neler olduğunu hatırlıyor musun?" Rhya kafasını iki yana salladı ama hatırlıyordu. Annesine güller uzattığını hatırlıyordu. O güllerin dikenlerinin parmaklarına battığını hatırlıyordu. "Hatırladığını biliyorum." dedi adam, tok sesiyle. Rhya ona baktı. Adamın sarı saçları özenle taranmıştı ve gözlerinde tuhaf bir parıltı vardı. "Kim olduğunu biliyor musun?" Kim olduğunu bilmiyordu. Nerede olduğunu bilmiyordu. Annesinin nerede olduğunu, neden karnına bir hançer sapladığını bilmiyordu. Rhya eğilip hala boynunda duran kolyeye baktı. Basit bir ipten kolyenin ucunda opal taşı duruyordu. Rhya bu kolyenin annesinin boynunda durduğu anı hatırlıyordu. Kolyeyi aceleyle kendisinin boynuna takmıştı. Kolyeyi taktıktan sonra da Rhya'nın karnına bir hançer saplamıştı.

"Burası neresi?" diye sorabildi sonunda. Adam arkasına yaslandı. "Versal'dasın. Gün Sarayı'nda." Versal mı? Dokuz Bölge'nin en kuzeyindeydi. Rhya daha önce hiç bu kadar kuzeye gelmemişti. O, annesi ile birlikte güneybatıda, Kaerth'de yaşıyordu. Ne zaman bu kadar kuzeye gelmişti? "Peki sen kimsin?" diye sordu adama. Adamın dudakları hafifçe kıvrıldı. Rhya adamın içine bir neşe ve kibirin dolduğunu hissetti. "Perses Vesiarel. Versal'ın kralıyım." Perses. Rhya daha önce bu adı duymamıştı. "Annem nerede?" Perses bu soruyu sorunca derin bir nefes aldı. Dudaklarını ısırdı. Rhya adamın içine dolan stresi kendi damarlarında hissetti. Adamın hissettiği tüm duyguları kendi içinde hissedebiliyordu. Odadaki tüm askerlerin duygularını hissedebiliyordu ve bu onu korkutuyordu. Onların korkuları kalbine yerleşiyor, telaşları onu endişelendiriyordu. "Annen öldü, Rhya." dedi Perses, buz gibi bir sesle. "Yüz yirmi iki yıl önce." Rhya çığlık atmak üzereydi.

"Yalan söylüyorsun." Bunlar gerçek olamazdı. Yüz yirmi iki yıl mı? O zaman Rhya nasıl hala hayattaydı? Onun da çoktan ölmüş olması gerekmez miydi? İçinde bulunduğu bu beden bir başkasının mıydı? "Keşke yalan söyleseydim." dedi Perses, arkasına yaslanırken. "Annen seni kurban etti." Rhya ağlamak istedi ama gözlerinden yaş akmadı. Kalbinde bir sızı hissetti ama bu acı değildi. Korku değildi. Telaş değildi. İçinde bir güç vardı. Dışarı çıkmak için ona yalvarıyor, damarlarında dolaşıyor, etini kemiriyordu. Serbest kalmak için Rhya'ya yalvarıyordu. "Ne için?" diye sordu fısıltıyla. Derin nefesler alıyordu. Perses sandalyede öne eğildi ve kendisine yaklaştı. "Bir tanrıça olarak dirilmen için." Rhya anlamıyordu. Perses yalan söylüyor olmalıydı. Bunların hepsi bir kabustu. "Sen bir mitsin, Rhya. Din kitaplarında yazan, büyücülerin görülerindeki kadınsın. Tarihi değiştirecek, insanlığın gördüğü en görkemli varlıksın." Rhya çığlık atarken, gücünü içinde tutamadı. İçindekini serbest bıraktığında oda, sarı bir ışıkla aydınlandı. Rhya askerlerin bedenlerinin kıvrandığını, ağzılarının çığlık atmak için aralandı ama Rhya'nın çığlığı onları bastırdı. Askerler teker teker yere düştüklerinde Rhya'nın gücü tükenmişti. Yatağa yığılıp kaldığında, odada o ve Perses dışında nefes alan kimse kalmamıştı.

"Gerçekten sensin." dedi Perses, ayağa kalkmıştı. "Sen Tanrıların Tanrısı Helianos'un kızısın." Eldivenli elleriyle Rhya'nın çenesini kavradı ve kendisine bakmaya zorladı. "Sen savaşları bitirecek ve yenilerini başlatacak olansın." Perses aniden acıyla geri çekildi. Rhya'ya dokunduğu elindeki eldiven erimişti ve adamın eli yanmıştı.

SAVAŞ TANRIÇASI • Rhya IHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin