54-Güç

228 23 60
                                    


🍀

Güneşin hiç doğmadığı bir yerde, karanlığının bütün canlıları öldürdüğü bir gecenin içindeydim. Kişisel cehennemim olduğunu fark ettiğim bu gece yavaş yavaş üzerime yıkılmaya başladığında, ağlamaktan şişmiş gözlerimi salonun siyah halısından çekip tepemde duran Alaz'a çevirdim. Bana tebessüm etmeye çalışırken "Bunu içmelisin." diye fısıldadı. "Sinirlerine iyi gelecek."

Elinde turkuaz renkli bir fincan vardı; fincanın içindeki her neyse buharı tütüyordu. Buharla birlikte taşınan keskin koku burnumu yakarken kafamı olumsuz anlamda salladım. Canım hiçbir şey yemek ya da içmek istemiyordu. Benim canım onca felaketin ortasında tek başına savaşıp gıkını dahi çıkarmayan, cesur kardeşimi istiyordu sadece.

Ben kardeşimi istiyordum.

Yemin ederim başka hiçbir şey istemiyordum.

Yemin ederim.

"Bana ver. Ona içiririm." Fincanı kavrayan Ercüment abi yanımdaki boşluğa oturduğunda tepemde dikilen Alaz'ın gergin bakışları yüzümde dolaştı ardından birkaç adım gerileyip karşı koltukta oturan Vuslat'ın yanına gitti. Onu kollarının arasına alırken bir kedi gibi göğüsüne sırnaşan Vuslat'ın beyazı kızarmış kahverengilerine odaklandım. Çok değil, yaklaşık bir saat önce benim halime ağlamış kız, ağlarken bile bana destek olmayı ve beni ayağı kaldırmayı başarabilmişti.

Vuslat güçlüydü.

Benim aksime.

"Bütün karakolları aradım. Ana merkez dahilinde." diyen Toprak'ın sesi büyük salonda yankılandı. "Hiç haber yok. Sıfır! Sıfır! Sıfır! Çıldıracağım! Az kaldı, çıldıracağım!"

Merdivenlerden hızlıca inip salonun başında durduğunda "Toprak." dedi uyarı dolu bir sesle Alaz. "Sus." Tek kelimelik ikaz onu susturmuş muydu gerçekten? Yoksa düşündüğü başka bir şey mi susturmuştu? Bilmiyorum ama daha fazla söylenmeden tekli koltuklardan birine oturup yeşillerini bana çevirdi. Seçkin'den hâlâ haber alınamamasını sindirmeye çalışırken "Bir yudum iç şunu." diye fısıldadı yanımdaki Ercüment abi. "Hadi, Derin."

Dudaklarıma yaklaştırdığı fincana odaklanırken "İstemiyorum." dedim kısıkça. Sesim sanki günlerce dışarıdaki soğukta kalmışım gibi hastalıklı çıkarken salondakiler bu duruma ekstradan üzülmüşlerdi. Bunu gözlerindeki ifadelerden anlamıştım. Bana gıcık giden Toprak'ın su yeşilleri bile sesimi duymasıyla birlikte kısılmış, hüznü harelerinde ağırlamıştı. Tabii bu çok kısa sürdü. Yaklaşık iki saniye sonra benden nefret ettiğini iliklerime kadar hissettirmeye başladı. Bakışlarıyla...

Bunu yapmakta haklıydı.

"Kaç gündür ağzına bir lokma dahi koymadın. Bırak lokmayı, vücuduna sıvı niyetine hiçbir şey girmedi. Bari bunu içmeye çalış."

"İstemiyorum, abi."

"Derin..."

"Benim kardeşim aç mı sussuz mu bilmeden nasıl yemek yiyip bu şeyi..." Fincana kaşlarımı çatarak baktım. "İçebilirim?"

Dışarıda gürleyen gök gürültüsünün getirdiği yıldırım sanki salona düşmüştü. Kurduğum cümleden sonra herkes afallarken Ercüment abi daha fazla ısrar etmedi. Titreyen parmaklarını fincanın kulpuna geçirerek önümüzdeki sehpaya doğru döndüğünde "Ciğerim yanıyor." diye fısıldadım ellerimi saçlarıma daldırarak. "Bu nasıl bir acı? Ciğerim cayır cayır yanıyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum."

Yalan söylemiyordum. Seçkin'den haber alamadığım her dakika ciğerim olduğundan daha çok yanıyor, kalbimi sızım sızım sızlıyordu. Yaklaşık bir saat önce öğrendiklerim ve öğrenince normal bir insanın delirmesine neden olacak türden yıkıcı olan gerçekleri sindirmeye çalışırken, anormal bir insanın vereceği tepkileri veriyordum şu anda. Bu da çevremdekileri korkutuyordu.

Küçük Bir MeseleHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin