3- BİNA İÇİNDE BİNA, SARAY İÇİNDE SARAY

590 51 1
                                    

      NOUVILLEYA


    En sonunda, karşımızda on dokuz metrelik surlar vardı.

 Zincirli dev kapıya yöneldik. Arabacı yavaşlayıp kapıdaki muhafızlarla konuşmaya başladı. Ben ise sadece dış cephesinde savaş tasvirleri ve süslemeler olan surlara bakıyordum. Abrar beni dürtüp sol taraftaki kaplamalardan birini işaret etti.

 Süslemede bir zafer tasvir ediliyordu. Bir tepenin başında şaha kalkmış bir at, atın üzerinde elindeki kılıcı havaya kaldırmış bir savaşçı vardı. Göğüs zırhına bakılırsa bir kadın olmalıydı. Tepenin eteklerinde ise elleri havaya kalkmış yüzlerce asker oyulmuştu. Devamına bakmak için kafamı uzatıyordum ki hareket ettik. Zamanlamaya sinirlenerek geri yerime yerleştim. Kadın savaşçının düşüncesi beni heyecanlandırmıştı, kadınların bu memlekette erkekler gibi savaşması muhtemeldi.

 Surlar şaşırtıcı derecede kalındı, resmen bir tünelin içine geçiyorduk. Kafamı kaldırdım. Zincirli mekanizmanın sonunda demir kapı havada asılı duruyordu. Surun başında ve sonunda iki demir kazıklı kapı olması fazla korunaklı geldi. Karanlık surdan çıktık. Abrar'ın ağzından bir hayret iniltisi koptu. 

   Saray sınırları dağın üçte ikisini kaplıyordu. Sıra sıra yükselen binalarla saray, kendi içinde dev bir şehri andırıyordu. Mimarisi ile büyülenmiştim.  

En yukarıdaki bina aralarında en görkemli olanıydı. Yamacın kıyısında tekrar ormanla kaynaşıyor, arkası orman tarafından yutulmuş şekilde tepede dikilip aşağıdaki binaları izliyordu.

 Mozaikler döşenmiş sokaklarda kadınlar testiler taşıyor, kaldırımlarda mızraklı askerler gruplarla geziyor, atlar yollardan yürütülüyor... Her şeyiyle büyülenmiştim. Önünde farklı heykellerin olduğu birbirine benzeyen dev binaların içinden çıkan beyaz uzun kıyafetler giymiş yediden yetmişe insanlar mermer merdivenlerde oturuyor, ellerinde kitaplarla avlularda koşuyordu. 

Devamlı burnuma çarpan yasemin, leylak, defne, portakal ve şeftali kokularıyla kendimden geçmiş şekilde etrafı izliyordum. Abrar devamlı kolumu dürtüp coşkuyla etrafı gösteriyordu. İnce işaret parmağı bir an altın taçlı bir heykele, bir an pembe güllerinden yaprakları görünmeyen bir gül çalısına işaret ediyor, Abrar da benim gibi güzelliğiyle sarhoş olduğu bu görüntüyü içiyordu. Onun bu denli merakla etrafa bakması o kadar güzeldi ki bir süre etrafı bırakıp Abrar'ın çocuksu masumiyetini izledim. 

Damarlı uzun merdivenlerin kenarında uzanan yoldan ilerleyip en sonunda dev sarayın önünde durduk.

Geldiğimizi gören saray muhafızı yanımıza koştu. Arabacıya bir şeyler söyledikten sonra at arabasının arkasını indirip inmemize yardım etti. Abrar'la beni bağlayan ipin başından tutup sarayın dev merdivenlerinden çıkmaya başladı. Adamın peşine takıldık. 

Merdivenler bir türlü bitmek bilmiyordu. Ara sıra birbirimizin yorulup yorulmadığını kontrol etmek için Abrar'la göz göze geliyor, olağandışı bir şey görünce ikimizin de gördüğünden emin olmak istercesine dönüp birbirimize şaşkın şaşkın bakıyorduk.

      Merdiven korkuluklarına oturtulmuş dev heykelleriyle, merdivenin yanlarında uzanan upuzun ağaçlarıyla saray şimdiden gözümde büyüdükçe büyüyordu. En sonunda sonsuz gibi gelen merdivenleri çıkıp dev açık avluya geldik. 

Açık alanın kenarı bahçelerle, ortası ile fıskiyeler ve heykellerle süslenmişti. Çok yüksekte konumlanmış olduğu için korkuluklar bu balkon benzeri düzlüğün kenarlarında da devam ediyordu. Açık avlunun ötesinde ise elli metre göğe yükselen dev sütunların üstüne oturtulmuş çatısıyla iç saray uzanıyordu. 

Buradaki saray kavramını tam anlayamamıştım, içinde bulunduğumuz tüm dağ yamacı saray olarak sayılıyor olmalıydı fakat bunun içinde de ayrılan farklı binalar vardı, hangisi asıl saraydı? Yoksa hepsi aynı anda mı saray kabul ediliyordu? Kaç tane ülke firavunları vardı da bu kadar fazla binaya ihtiyaç duyuyorlardı anlamıyordum. Ben bunları düşünmekle meşgulken avluyu da geçip binanın kemerli koridorlarından birine girdik.

 Koridorun duvarları sarmaşık bitkilerle, kubbeli sıra sıra tavanları ise mozaik gibi dizilmiş farklı renklerdeki camlarla süslenmişti. Tavanlarda hikayeler resmedilmiş freskler koridor boyunca uzanıyordu. Bu resimler camlı mozaik kubbelerle ilginç bir bütün oluşturuyordu. Hepsinin arkasında bir hikaye olduğunu sezinliyordum. Sadece tahminler yürüterek bütünü anlamaya çalışmak çok eğlenceliydi. 

 En sonunda koridorun açıldığı dev iç avluya vardık. Gerçekten buranın yapısına en küçük şekilde akıl sır erdiremiyordum. Avlu içinde avlu, bina içinde bina... Daha fazla avlu içinde avlu, daha fazla bina içinde bina...Ama bu avlunun adeta cennetten kopartılmış bir mekana benzediğini kabul etmeliydim. 

Ortada mavi taşlı basamaklarıyla derinleşen dev bir yüzme havuzu vardı. Yüzme havuzunun çevresi müstehcen resimler betimlenmiş bir mozaik bandıyla çevriliydi. Sevişen kadın ve erkekler, birbirlerini kovalayan uzun saçlı çıplak kadınlar.. Bu mozaiğin çevresi ise damarlı bembeyaz mermerlerle yalındı. Duvarlardan çıkan genç kız heykellerinin testilerinden sular havuza dökülen oluklara akıyordu. Avlunun kenarlarını çeviren kiremit çatılardan sarmaşık bitkiler avlunun yanlarına sarkıyordu. Kenarlarda otantik kilimlerle ve büyük yumuşak minderli yataklar sıralanmıştı.

 Havuzun arkasındaki dev duvara çizilmiş savaş betimi dikkatimi çekti. Canlı renkleriyle ve gerçekçi tasvirleriyle savaşın her rengini ortaya döküyordu. Büyülenmişçesine farkına varmadan resme doğru yürüdüm, daha yakından incelemek istiyordum. O esnada ipin sertçe çekilmesi ile buranın benim cennettim olmadığını fark ettim. Dehşet içimdeki merak ve coşkuyu öldürmüştü. Boyun eğip adama yanaştım.

 Daha fazla etrafı incelemeye fırsat vermeden avluyu koşarcasına geçtik. Buradan da farklı bir koridora girdik, ilk girdiğimiz koridora kıyasla daha sade tasarlanmıştı. Beyaz renkli mermer kabartmalar ve sütunların üstündeki oymalar dışında süsten yoksundu. Oyma ve kabartmaların bu kadar ince ve detaylı işlenmiş olması beni kendimden almıştı. Duvaklı bir gelin kadar duru ve temizlerdi, narin işlemelerde ellerimi gezdirdim. Bu barbar insanların nasıl sanatta bu kadar ileri olduğunu merak ediyordum.

   En sonunda duvarları tablolarla ve duvar kilimleriyle süslenmiş, kırmızı müslin perdeli camlarıyla yüksek tavanlı bir hole çıktık. Dokunduğu her şeyi altın kılan birinin zenginliğinde bir  adamın evine benzetmiştim içeriyi. 

 Abrar'ın ağzından hayranlıkla bir ses çıktı.

Hol sonsuzluğa uzanıyordu. Holün yerleri kırmızı dokuma halılarla döşenmişti, duvar kenarlarına kafalarına kırmızı tüyler kakılmış miğferli zırhlar dizilmişti. Bu zırhlar, köyümü kuşatan askerlerin zırhlarına benziyordu. Hasta bir bulantı, midemden boğazıma kadar yükseldi. 

 O esnada holün ilerisindeki insan grubunu gördük. İstemeyerek, muhafızla insan grubuna yürüdüm.

Roma'nın Kanı (GXG)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin