VALERIA
Uğursuz kutlama gecesinin üstünden bir hafta geçmiş, patlak dudağım neredeyse tamamen iyileşmişti. Dil sınıfından çıkarken ise tek düşündüğüm Mısırlı yoldaşlarımın şu anda ne yapıyor olduğuydu.
Shani'nin kabına sığmazlığını, Marwa'nın iğneleyici esprilerini ve Zuberi'nin anaç tavırlarını özlemiştim. Dev sarayın içindeki küçük dünyam onların gidişiyle daha da daralmıştı. Ama artık en azından artık Latinceyi az uz anlıyordum.
Oda arkadaşlarım da ellerinden geldiğince cümle kurma çabalarımı dinliyordu. Aralarından kırmızı saçlı kızın yardım ettiği gibi kimse yardım etmiyordu. Şiltemde beni ne zaman boş bulsa yanına çağırıyor, kelimeleri tekrarlamam için zorluyordu. Bazı hatalarıma gülüyor, bazı hatalarıma sitem edip alnıma bir fiske vuruyordu. Küçük sitemleri beni daha da heveslendiriyor, tekrar denemem için adeta zorluyordu.
Kızla alakalı zamanla sevmeyi öğrendiğim çok şey vardı. Rahat ve umursamaz karakterini seviyordum, güvende hissettiriyordu. Kızın ay gibi tenine ve kan rengi saçlarınaysa adeta tapıyordum. Haleli yeşil-mavi gözlerine, parlak pembe rengiyle dudaklarına ve yanağındaki tek bir küçük bene... Kimsenin fark etmeyeceği detaylarında ayrı güzellik buluyordum. Yanağıma bir fiske vurdu. "Benim adım Ignicia, unutma."
Geri dönmüştüm. Başımı salladım. Sakıncalı olduğunu bildiğimbir soruyu sormakta tereddüt ediyordum, soru aklımda dönüp duruyordu. En sonunda cesaretimi topladım, kelimelerimi düzenledim. "Sen... Alba sana neden kızdı?" Kız geri yaslandı.
Yanlış tele bastığımdan korkmaya başlamıştım ki cevap verdi: "Ben ve kraliçe çok yakındık. Sonra bir gün yanlış anlaşılma oldu-" Anlayamadığım kelimeyi sordum. İç çekerek cevapladı. Devam etmeyeyse isteği kalmamış gibiydi. "Şimdilik bu yeterli. Akşam tekrar gel." Doğruldu. Hassas bir konu olmalıydı, sormamalıydım. Pişmanlıkla odadan çıkışını izledim.
Ama Ignicia kraliçeyle nasıl yakın olabilirdi, o kadına nasıl tahammül edebilirdi anlamıyorum. Sarayda duyduğum hikayelerinden bile imparatoriçenin ne denli yabanıl ve acımasız bir kadın olduğunu anlıyordum. İmparatoriçe halkı tarafından bile sevilmeyen acımasız bir hükümdardı. Kadınlığın getirdiği merhametten yoksundu.
Akşam yemeğine yardım etmek için kalkıp mutfağa yollandım. Geniş holü geçerken benden tarafa yürüyen kraliçeyi gördüm. Ne yapacağımı bilemeyerek sağa kaydım, geçmesini bekliyordum.
Yanında kutlamada takdim ettiği savaş lideri konuşurken kadın sadece önüne bakıyordu. Üstüne erkeklerin giydiği gibi bir toga vardı, saçları arkadan topuz yapılmıştı. Suratındaki ifade ise ürkünçtü. Adam hararetle devam etti. Konuştukları dili anlamak için kendimi zorladım.
Hayır, Latince değildi.
O esnada kraliçe bana baktı.
Olduğum yerde av tavşanı gibi kalakaldım. Kadının yüz hatları gergindi, patlamaya hazır yunan ateşi gibi karşımda duruyordu. Gözleri duygusuzca suratımda gezindi. Korkuyla ben de onun yüzüne bakakaldım. Kutlama gecesi yaptığım itaatsizliği düşünmemesi için dualar ederek kadına baktım ve baktım.
Gözleri düşünceli bir halde kısıldı. Ve tekrar önüne dönmüştü. Koridordan geçip gidene kadar nefesimi tuttum.
Hiç yokmuşum gibi davranılmasına hala alışabilmiş değildim. Umarsızca bana baktığı iki saniye belki beni görmemişti bile. Bunun beni rahatsız etmesinin altında ne yatıyordu?
O anda yaptığım hataların sonuçları nasıl beni deli gibi korkutsa dahi, hepsinin altında aslen kadının gözüne batmak istediğimi dehşetle fark ettim. Düşünceyi savmak ister gibi adımlarımı hızlandırdım.
Mutfağa duman dolmuştu. Kapıdan girerken hizmetlilerden biri beni omzuyla iterek dışarı çıktı. Mutfağa göz gezdirdim. İçeride aşçıbaşı, elindeki sopayla genç çocuklardan birine vuruyordu. Ortaya dalıp adamı tuttum. "Ne oluyor? Neden?" Adam öfkeden kızarmıştı. "Bu piç kurusu domuzlardan birini yaktı. Bunun hesabını nasıl vereceğim ben? Seni it!"
Hırsını alamamış adam tekrar atıldı. Tuttum. Sakinleştirmek için konuşmaya çalışsam da aklıma kelime gelmiyordu. Tutmaya çalıştığım sözcükler uçup duruyordu. Aşçıyı yardım alarak zar zor sakinleştirdikten sonra masalara servis için tepsileri aldım.
Büyük yemek salonuna girdiğimde dev mum şamdanı çoktan yakılıp tavana zincirlenmişti. İçeri güneşin son ışıkları dolarken gözlerim imparatoriçeyi aradı. Kadın ne kadar kötü olursa olsundu; kutlama gecesini telafi etmek istiyordum, belki de bir kere görülmek.
Hızla masalardan birine elimdeki tepsiyi koydum. Telafi etme fikrimi sorgulamaya fırsat vermeyecek hızda hareket etmeye gayret gösteriyordum. İçeri daldım ve aşçıya döndüm: "Kraliçenin tabağını bugün ben götüreceğim." Bağırmış olacağım ki adam irkildi.
Elini beline koyup beni süzdükten sonra konuştu: "Neden özellikle kraliçeninkini götürmek istiyorsun?" Ardından kovar gibi bir hareket yaptı ve işine döndü. "Zehirlemeye çalışırsan seni gördüm ona göre."
Hevesle tabakları aldım ve kapıyı araladım. Kalbim korku ve heyecan karışımı bir hisle, göğüs kafesimden çıkacak gibi atıyordu. Dikkatle, bir yandan da çevik olmaya çalışarak masasına yaklaştım. Aperatifler çoktan masalara konulmuştu, kraliçeyse tabakların hiçbirine dokunmamıştı. Elindeki şarap kadehine bakıyordu.
Rahatsız etmekten çekinerek yaklaştım, bunun kötü bir fikir olduğunu düşünmeye başlamıştım. Artık geri dönüş yoktu. Tabakları masaya koyarken hafifçe fısıldadım: "Efendim."
Bana baktığında nefesim kesildi. Bu sefer gerçekten bana bakıyordu. Beni görüyordu.
Ne olduğunu sorarcasına bakmaya devam ettiğinde panikledim, kafamda kurduğum tüm o Latince sözcükler uçup gitti. Çaresizce Mısır dilinde devam ettim: "Kutlama gecesi içi özür dilerim, efendim. Beni savunduğunuz için minnettarım." Eğildim.
Yanlış bir şey mi söylemiştim, yüzüme bakmaya devam ediyordu. Paniklediğimi belli etmemeye çalışarak gözlerine bakmayı sürdürdüm. Birkaç saniye sonra ağzı hafif bir gülümseme ile aralandı: "Latince söylersen özrünü kabul edeceğim." Derin bir nefes aldım. Hata yapamazdım.
Doğru başladım, kadın devam etmemi ister gibi bana bakıp başını salladığında heyecandan kekeledim. Kahkaha attı.
İmparatoriçeyi gülerken gördüğümde gülümsedim.
Sesi gerçekten çok güzeldi, saatlerce gülüşünü dinleyebilirdim. Başını kaldırıp gülen gözlerle bana baktığında içimde kabaran gururu hissettim.
"Bu ne demek bilmiyorsun değil mi?"
Hayır, yanlış bir şey söylemiştim. Korkarak başımı salladım. Eğilmem için bir hareket yaptı, tereddütle yaklaştım. Misk benzeri kokusunu duydum.
"Arkadaşlarına sor ama kazara bana söylediğini asla söyleme. Bu bizim sırrımız olsun." Elini boynumdaki kolyeye attı. Kolyeyi okudu. "Valeria."
Geri çekilip başımı salladım, reverans yapıp huzurundan ayrıldım.
İsmimi hatırlamamasına alınmıştım. Buna hakkım yoktu ama can yakıcıydı. Her gün yüzlerce köleyle etrafı sarılmış bir hükümdarın oturup adımı ezberlemesini bekleyemezdim. Yine de asıl soru, benim buna nasıl ve neden alındığımdı.
Özel olmak istiyordum. Farklı olmak.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Roma'nın Kanı (GXG)
Historical FictionSavaş sonucu Roma'ya esir alınan Nouvilleya, açık arttırmasında imparatoriçenin dikkatini çeker. Saraya seks kölesi olarak alınır ve ismi Valeria olarak değiştirilir. Bu esnada acımasızlığı ile tanınan İmparatoriçe Serenes'in fetihler ve lanetli b...