Bölüm 18

71 14 12
                                    

Seonghwa kampa geri döndüğünde önünü kapatan çadırın arkasında kaldı bir süre. Çığlıklar kesilmişti ama kemik takırdaması gibi bir ses geliyordu. Boğazı bile titrerken çadırın arkasından çıktı. Diğerini bıraktığı yerde yatarken görmeyi beklerken ayakta buldu. Ona dönüktü. Teni bembeyaz olmuştu, siyah lekeler tüm bedenini sarmıştı. Gözleri simsiyahtı, siyah bir şey akıyordu. Elleri tırpan gibiydi, diz kapağına kadar uzamıştı kolları. Saçları siyah ve beyaza karışmıştı. Dudakları yoktu, genişçe iki yana yırtılmış yanakları ve sivri dişleri vardı.

Bir şey çiğniyordu. Ağzından aşağı koyu renk sıvılar akıyordu.

Onun kim olduğunu anlamadı. Kaptan, Hongjoong ya da bekçi. Daha fazla yaklaşmaya cesaret edemedi. Sesini bulmaya çalışırken etrafa bakındı. Ne yiyordu bu adam? "K-kaptan?"

Başını yana yatırdı çiğnemeye devam ederken. Tırpanlı parmaklarını oynatıp Seonghwa'nın az önce duyduğu sesi tekrar çıkardı. Hwa ellerini birbirine doladı, kendi parmaklarını hissetme gereği duymuştu bir anda. "Joong, sen misin?"

O şey cevap vermedi. Bir adım atıp ona yaklaştığında kaçmak istedi ama kaçarsa ve yakalanırsa... kalmalıyım diye düşündü. O şey yaklaştıkça ne yapabileceğini düşündü ama ne aklına bir şey geliyordu ne de Seonghwa gelip yardım ediyordu.

Belki o da korkuyordu.

"Hongjoong, benim, Hwa'n."

Daha fazla yaklaştı. Adımları yavaştı ama uzundu.

"Ailen olan Seonghwa."

Tırpanlarını kımıldattı. Ağzındaki her neyse onu yuttu.

"Yardımcı kaptanın Hwa."

İki adım. Aralarındaki mesafe bu kadardı ve Seonghwa bir şekilde kendini hatırlatıp onu geri getirmeye çalıştı. Belki de asla gelmeyecek şekilde gitmişti ama korkusunun onu yönetmesine izin veremezdi.

Tırpanlı ellerden biri yükselip Hwa'nın ceketine takıldı. Aşağı çekiştirip kumaşın üstünü aşındırdı. İrkilen Hwa gözleri dolarken kımıldamamak için çok zor bir savaş veriyordu. "J-joonie, bana geri dön."

Seonghwa ona bakarken görüş açısına giren şey yüzünden teninin soğuduğunu hissetti. Hongjoong'un arkasında kalan çadırda bir şey vardı. Bir şeyin parçası daha doğrusu. Yediği şeyin kalıntıları olabileceğini düşündüğünde damarlarında akan kanın da soğuduğunu sandı.

Tekrar baktı önündeki kişiye. Elini indirmişti ama hala ona bakıyordu. Titreyen elini kaldırıp bu sefer o, ona uzandı. Parmak uçları yüzüne yaklaştığında dudaklarından bir hıçkırık kaçsa da elini çekmedi. Tıpkı banyoda yaptığı gibi ona dokunmak ve bu kabusu sonlandırmak istiyordu.

Parmaklarının ucu tenine değdi.

Teninin değdiği yerdeki beyazlık dağıldı, adamın kendi teni yayıldı oradan. Seonghwa kendini ileri bir adım atarken buldu. Oydu işte! Hongjoong! Ağlamasına abes şekilde gülümsedi. Kaybetmeyeceğini biliyordu, bir şekilde ona dönecekti. Her zaman.

Avucunu yanağına yasladı, yavaşça tenini terk eden beyazlığa hayranlıkla baktı. Öteki elini de kaldırıp saçlarına daldırdı. Beyaz tutamlar elinin geçtiği yerlerde siyah oldu. Alnını alnına yasladı. "Ceketimi seni tutmam için mi çektin?" elini önce boynuna ardından sırtına kaydırdı. "Dudakların eski haline geldiğinde anlatacak çok şeyin var." Ellerini kollarında gezdirdi, uzun kolların elinin altında kayışını hissetti. Eski boyutuna çekiliyordu.

"Önce çocukların yanına gideceğiz."

Dudaklarını parçalanmış dudaklara bastırdı. Ne kandan ne de mahvolmuş deriden iğrendi. Tek istediği onu geri getirmekti.

THE DOORHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin