"Biri mi öldü?"
"Bu kişi yeni ölmüş gibi görünmüyor." dedi Xie Bi An, ifadesi ciddiydi, "Ruh silahları insan ruhlarına karşı hassastır. Fakat kinci bir ruh değilse menzili çok da geniş değildir. Yeni ölenler bir şaşkınlık hissederler, öldüklerinin farkında değillerdir."
"O halde neler oluyor?" diye sordu Fan Wu She ve etrafındaki sessizliği dinledi, "Shu Dağı çok sessiz. Bizden başka kimse fark etmemiş gibi görünüyor."
"Ya çok kötü bir ruhla karşılaştık ya da çok fazla kişi öldü. Her iki durumda da durum çok şüpheli." dedi Xie Bi An ve Wuqiongbi'nin yönlendirişiyle beraber dağın arkasına doğru ilerledi, "Eğer bu yeni ölmüş bir ruh değilse ve uzun zamandır orada olan bir ruhsa neden daha önce fark etmedik ki? Shu Dağı'nın Şehir Tanrısı hiç bu kadar güçlü bir ruh bildirmemişti, yani daha önce orada değildi. Ama biz bütün gece buradaydık ve nedense varlığını az önce fark ettik."
"Başka bir yerden gelmiş olabilir mi?"
"Muhtemelen hayır. Güçlü olan kinci ruhlar aşk-nefret takıntıları yüzünden buradalar. Biri tarafından kovulmadıkları sürece bulundukları yeri terk etmezler. Ayrıca Shu Dağı'nda çok fazla efsuncu var. Eğer başlangıçtan beri burada olmasaydı buraya gelmekten kaçınırdı, sebepsizce ortaya çıkmazdı."
"O zaman sadece tek bir ihtimal var." dedi Fan Wu She, "O ruh burada mühürlenmişti ama mühür kalktığı için ruh silahları tarafından fark edildi."
Xie Bi An'ın yüz ifadesi giderek ciddileşti. Daha önce Wuqiongbi'nin bir ruha böyle tepki verdiğini hiç görmemişti ve o şey her neyse, onunla başa çıkmak hiç kolay olmayacaktı.
İkisi Yunding'den ayrılıp uçsuz bucaksız dağ ormanına doğru girdiler. Wuqiongbi'nin rehberliğiyle bir mağara buldular. Mağaranın girişi, bir insan boyunda olan yabani otlar tarafından gizlenmişti. Yakınından geçse bile insanların fark edemeyeceği kadar gizliydi.
Fan Wu She, Ting Mo'sunu çıkardı ve birkaç vuruşla yolu temizledi.
Zifiri karanlık olan mağara sanki, avını bekleyen bir canavarın öfkeyle açılmış ağzına benziyordu.
İkisi birbirine baktı, daha sonra qiankun keselerinden ateş tılsımı çıkardılar. Xie Bi An, Fan Wu She'den önce mağaraya girdi.
Mağara nemli, ürkütücü derecede soğuk ve dardı. Yer yosun ve taşlarla kaplıydı. Ateş tılsımlarından gelen küçük parıltıya rağmen, ara sıra tökezliyorlardı. Tılsımın ışığı karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu. Sanki onları mağara yutmuyordu da karanlık yutuyordu.
"Wu She, korkuyor musun?" diye sordu Xie Bi An yumuşak bir tonla.
"Korkmuyorum."
"Daha on beş yaşındasın, korkmanda utanılacak bir şey yok."
Fan Wu She tam yanıt vermek üzereydi ki Xie Bi An devam etti, "Eğer korkuyorsan, Shixiong'una yaklaş."
Sessizce Xie Bi An'a yaklaştı, ikisi ileriye doğru yürürken neredeyse omuzları birbirine değiyordu.
"Ne görürsen gör ya da ne olursa olsun, panik yapma ve başka bir yere doğru koşma. Shixiong'un yanında, hiç sorun olmayacak."
"Mn."
İkisi mağaranın derinliklerine doğru ilerlediler ve yerde sürüklenen zincir sesine benzer bir ses duymaya başladılar.
Xie Bi An, Wuqiongbi'yi bedeninin önünde kalkan gibi tutuyordu. Kılıç yetenekleri daha iyi olmasına rağmen, ruh silahları kinci ruhları kovmakta hep daha iyiydi.